Dinî Telkin ve Tebliğde Psikolojik Esaslar
DİN ve TEBLİĞ:
Din, ilâhî hakikatler sistemidir. Bununla birlikte, dünyadaki insanların ancak bir bölümünün dinî bir dünya görüşünü benimsemiş olduğu da açık bir gerçektir. Bir din, doktrin ya da sistem, ne kadar derin ve yüksek hakikatler ihtiva ederse etsin, layığı veçhiyle tanıtılmadıkça etkili olamaz. Bir şeyin kesin hakikat olması kadar, bu hakikatin duyurulması, tanıtılması ve neticede bu hakikatin insanların davranış ve tutumlarına etkide bulunmasının yol ve yöntemlerini bilmek de büyük önem arz eder. Dinin ilâhî hakikatler bütünü olduğuna kesinlikle inanmak meselenin ancak başlangıcını teşkil eder. Bunun ötesinde dinin esaslarını insanların psikolojik özelliklerine, cemiyetin ihtiyaç ye yapısına, çağın zihniyet ve anlayışına uygun tarzda anlatmak ve tanıtmak, öncelikle Peygamberlerin, sonra da onların mirasçıları olan din âlimleri ve din görevlilerinin başlıca vazifesidir.
Peygamberler, Allah’tan vahiy yoluyla aldıkları emirleri, insanlara duyurmak ve bildirmekle mükelleftirler; daha sonra bu iş onların takipçileri yaparlar. İşte “Tebliğ” bu faaliyetin adıdır. Tebliğden maksat, ilâhî hakikatlerin insanlar tarafından duyulması, bilinmesi, kabul ve tasdik edilip icraat safhasına konulmasıdır. Tebliğ, türlü telkin ve ikna usûlleriyle yapılır ki, bunlar temelde insan psikolojisinden kaynaklanırlar. Peygamberlerin başarıları da fıtratın kanunlarına uygun hareket etmekle mümkün ölmüştür. Tebliğin hedefini bulması, telkin ve ikna usûllerini çok iyi bilip, mahirce kullanmaya önemli ölçüde bağlıdır.
Zamanımızda, çeşitli maksatlarla insanın tutum ve davranışı etkilemeye yönelik çalışmalar büyük bir hız kazanmıştır. Özellikle siyasî, iktisadı ve ideolojik alanlardaki faaliyetler, insanlara belli inanç, tutum, görüş ve kanaat kazandırma hususunda âdeta birbiriyle yarışmaktadır. Bu arada, davranışı etkileme usûl ve vasıtaları da oldukça gelişmiş ve ilerlemiştir. Bilhassa konuyla ilgili ilmî araştırmalar, davranışı etkilemeye yönelik çalışmalara büyük imkânlar hazırlamıştır. Telkin, ikna, tanıtma, reklâm, propaganda gibi kavramlarla anılan bu etkileme usûlleri, çağımıza has kitle haberleşme araçlarıyla her geçen gün daha da güçlenmekte ve dünyamızın her yanına yayılmaktadır.
Elbette ki din, sıradan bir reklam ya da propaganda konusu değildir. İlâhî kaynaklı bir din, kendi dinamizmini kendi içinde taşır; fakat bu dinamizmin insanları kuşatması ve ruhları derinden etkilemesi, yine de belli bir ölçüde insanlar tarafından (Peygamberler ve görevliler tarafından) oluşturulan şartlara bağlıdır. Reklâm ve propagandanın dayandığı etki usûlleri, insan psikolojisinin derinliklerinden çıkarılmıştır. Dinî hakikatlerin de insanlara ulaştırılması, bu psikolojik özeliklerin dikkate alınarak, bunlardan azamî ölçüde istifadeye bağlıdır.
Bu incelememizde Genel Psikoloji, Sosyal Psikoloji ve Din Psikolojisi ilim alanlarında yapılan konumuzla ilgili araştırmalardan yola çıkarak, bu verilerin dinî telkin ve tebliğ faaliyetlerinde nasıl kullanılabileceği hususunda bazı genel ölçüler ortaya koymaya çalıştık.
TELKİN NEDİR?
Her türlü telkin hâdisesinin temelinde, ruhî bir faktör olan “etki” gücü vardır. Etki kavramı, “bir kimse veya bir nesne üzerinde sonuca götürücü bir iz bırakan hâl, tesir” diye tarif edilebilir.(1) Normal bir insan, gerek kendi kendisiyle, gerek kendi dışındaki kişi ve nesnelerle “etkileşim’’ içinde bir hayat sürdürür. Yani insan kendi kendine etki yapabildiği gibi, kendi dışından gelen etkileri de belli durum ve şartlar çerçevesinde belli bir ölçüde kabul edebilir, kendisi de çevresine etkide bulunabilir.
En geniş manasıyla telkin, “duyumların, tasarımların ve özellikle iradeli iç tepkilerin iletişimi (transmission = tebliğ)dir. Bu iletişim sebep ve güdü(sâik = motif)lerin etkisi altında değil, fakat uyarıcıların hemen ardından (ansızın) gerçekleşir.” (2) Bu manada ele alındığında telkin, hemen hemen otomatik olarak başkalarının sözlerinden (veya tutum ve davranışlarından) etkilenip, onları tenkit süzgecinden geçirmeden, özenerek derhal kabul etmektir. O ana kadar öğrenilmiş bütün bilgileri etkisi altına alan telkin, neticede çok kısa akımlı bir süreç olarak bir davranış meydana getirir. G. le BON (1841-1931) telkini bu geniş çerçevede ele almış ve görüşlerimizin, dinî, sosyal ve siyasi inançlarımızın büyük çoğunluğunun telkinlerin sonucu olduklarını öne sürmüştür. (3)
Daha dar bir açıdan telkini, “bir inanç ve tutumu, bir fikir ya da duyguyu başkasına ve kendine kabul ettirmektir” şeklinde tarif edebiliriz. Bu şekilde anlaşılan telkin, iradeli ve şuurlu bir etki vasıtasıdır. Genellikle telkin iki yönlü bir etkileşimdir; birisi telkin ederken diğeri ona tepkide bulunur. Fakat kişi telkin almaya başlar başlamaz, edilgen bir şekilde ve tenkit yapmaksızın bir davranışta bulunur, bu durum ise tek yönlü bir etkileşimdir. Birinci durumda telkinin kabulü (acception) söz konusudur, ikinci durumda ise telkinin etkisini göstermesi (réalisation) vardır.
HERKES TELKİNE ELVERİŞLİ MİDİR?
İnsanların çoğunun az ya da çok telkine müsait oldukları bir gerçektir. Buradan hareketle bazı psikologlar, bu durumun insan şahsiyetinin temel özelliklerinden biri olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ünlü ruh hekimimiz Mazhar Osman, —bazılarının iddia ettiği gibi— telkine yatkınlığın yalnızca bazı akıl ve ruh hastalarında görülen bir özellik olmayıp, herkesin az-çok telkine açık olduğunu ifade ederek, "normal bir dimağın az-çok büyüme ve gelişme göstermiş bir özelliği” olduğunu savunmaktadır. Ona göre telkin, “ruhî hayatın ilerlemesinin özel bir şeklidir."(4)
Bazı sosyal psikologlar; “umumi kanma kabiliyeti” adını verdikleri bir şahsiyet faktöründen bahsederler. Bu nevi umumi veya “hudutsuz” kanma kabiliyeti, “tebliğ edenden ve tebliğin mevzu, muhteva ve vasıtasından, tebliğin vaziyet ve şartlarından müstakil olmak üzere içtimaı tesirleri kabul etmeye hazır olma” diye tarif edilmektedir.(5) Umumî veya hudutsuz kanma kabiliyetinin aksine olmak üzere muhtelif “hudutlu” kanma kabiliyeti faktörleri de vardır. Bu faktörlerle yalnız hususi tebliğ nevilerinden gelen tesirlere karşı hassas olma istidatları kastedilmektedir. Meselâ, hudutlu kanma kabiliyetinin “mevzua bağlı” denen bir tipinde belli bir konuya ait görüşü ya kabul veya reddetmeye bir nevi hazır olma vardır. İkinci bir tipi ise, belli bir hitap türüne, belli bir muhakeme tarzına veya yine belli bir üslûp şekline ait hususiyetleri ihtivâ eden bir tebliğin tesirlerine karşı hassasiyeti ifade eder. Bazı araştırmalar, bu umumî kanma kabiliyetinin varsa bile pek kuvvetli olmadığı sonucuna varıyorlar. (6)
İnsanı, "telkine elverişli bir varlık” olarak düşünmekle birlikte, telkin alma kabiliyetinin “seçici” (7) olduğunu da belirtmemiz gerekir. Yani telkin durumu, kişinin şahsiyet ve mizacına, istek ve ihtiyaçlarına, o andaki duruma ve daha birçok faktörlere bağlı olarak farklılıklar arz eder. Bu farklılıkları daha sonra belirteceğiz.
Baştaki soruyu, “herkes dinî tebliğ ve telkine elverişli midir?” şekline dönüştürdüğümüz zaman durumun biraz daha hususiyet arz ettiğini bilmemiz gerekir. Gerçi dinin tebliğleri bütün insanlara açık ve yöneliktir fakat bu, insanların tamamının dinî telkine elverişli olduğu anlamına gelmez. Temelde, “her doğanın İslâm fıtratı üzere doğması” kesin olmakla birlikte, içinde, yetiştikleri şartlar, sürdürdükleri hayat tarzları ve bunun neticesinde kazandıkları şahsiyet özellikleri dolayısıyla insanların dinî tebliğ ve telkinlere elverişlilik dereceleri farklılıklar gösterir. Bu konuda insanları kabaca üç sınıfa ayırmak mümkün gözükmektedir:
1 —- Dinî telkine devamlı elverişli olanlar ki, bunlar samimi müminlerdir.
2 — Bazı şart ve durumlarda dinî telkine elverişli olanlar: Fâsıklar ve zâlimler olarak K. Kerim’de zikredilen bir kısım insanlar, normal zamanlarda din ile herhangi bir alışverişleri olmadığı halde, sıkıntılı zamanlarda dinî hassasiyet gösterebilmektedirler. Bunlar, canları ve malları tehlikeye girdiği, güvenlikleri sarsıldığı, çaresiz ve takatsiz kaldıkları durumda dinî değerlere sarılmaya hazır durumdadırlar. Fakat bir kısmı da tam aksine sıkıntı ve minnet içine düştüklerinde isyan halindedirler. Araştırmalar, felâket anlarında (yangın, deprem, kaza, deniz ortasında fırtına, savaş, hastalık ve ölüm gibi) insanların dinî duygularının kabardığını, kendilerini inançsız zanneden kişilerin bile duâ ve ibâdete yöneldiğini, normal zamanlarda hiçbir karşılık vermedikleri dinî telkinlere büyük bir yatkınlık göstermeye başladıklarını ortaya, koymuştur. K. Kerim’de de bu insanların psikolojisini açıklayan birçok âyet mevcuttur. (8)
3 :— Hiçbir durumda dinî telkine elverişli olmayanlar: Kalplerini büsbütün dinin dışında bir değerler sistemine çevirmiş ve bağlanmış, gözlerini ve kulaklarını dinin bütün tebliğlerine şuurlu ve kesin olarak tıkamış bir kısım insanlar için dinî tebliğ ve telkinin hiçbir şart ve durumda, müspete yöneltici hiçbir etkisi yoktur hatta bazılarında aksine etkiler yapmaktadır. Bu insanların psikolojisinin ana çizgilerini de K. Kerim’in birçok âyetinde görmek mümkündür. (9)
Bazı sosyal psikologlar, “dar kafalılık” adını verdikleri bir kişilik özelliğinden bahsederler. Yani bu vasfın bir kısım insanlarda idrake, mefhumlara (din) ve estetiğe ait sistemler meydana getirme kabiliyeti ile sıkı sıkıya münasebette olduğunu ileri sürmüşlerdir. Buna göre “dar kafalılık” özelliğini taşıyan bir insanı karakterize eden bazı vasıflar şunlardır: Muhtelif inançların azami derecede reddedilmesi; kendi inanç sistemleri arasındaki bağlılığın nisbeten aşağı derecede olması…(10)
TELKİNE EN FAZLA ELVERİŞLİ OLANLAR KİMLERDİR?
Telkin alma kabiliyeti bakımından kişiler arasında çok değişik ferdî farklılıklar vardır. Cinsiyet farklılıklarının da önemli bir rol oynadığı tespit edilmiştir, özetle denebilir ki, saf, hassas, kendi nefsinden hoşnut olmayan kişiler telkine en müsait olanlardır. Çocuklar ve gençler yetişkinlerden, kadınlar ise erkeklerden daha fazla telkin almaya yatkındırlar.
A.B.D. de yapılan bir araştırmada(11) çocukların 7–8 yaşlarında, öteki yaşlardan daha çok telkine yatkınlık özelliği taşıdıkları tespit edilmiştir. (R. Messerschimidt, Suggestibility of boys and girls. J. genet Psychol, XLIII, 1933, 405–437)
Rasûlullah(A.S)’ın, “çocuklara 7 yaşından itibaren namazın emir ve telkin edilmesi”(12)ni ihtivâ eden hadisinin manası şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Genel olarak Müslüman eğitimciler de 7–8 yaşını çocuklar için “temyiz”’ yaşı olarak kabul ederler.
Bu konudaki diğer araştırmaları da dikkate alarak söyleyebiliriz ki, telkine en elverişli devre 4–8 yaşları arasıdır. Bu özellik, yaşın artmasıyla azalma göstermeye başlar. Bu durumun sebeplerini iki maddede özetlemek mümkündür:
1 — Telkine elverişli olma durumu, kaynağını; dilin öğrenilmesi, yani, “haberleşme” yeteneğinin gelişmesinden alır.
2 — Aynı durumun duygusal yönü ise, ebeveynin otoritesine baş eğme sonucu oluşur.
Bu yaşlarda ebeveynin her söylediğini kolaylıkla kabul etme eğilimi zirveye ulaşmıştır. Fakat sonra çocuk, ilerleyen yaşı ile birlikte ebeveyninin her şeyi bilen ve her istediğini yapmaya muktedir birisi olmadığını anlayınca, telkinlere kargı bağışıklık kazanmaya başlar. Her geçen sene onda fikir, kanaat ve inançların biraz daha yerleşmesine ve sabitleşmesine yol açar. Artık fert, davranışlarına temel olarak alacağı bir fikirler sistemini geliştirmeye başlamıştır ve bunları gerektiğinde de her türlü saldırıya karşı savunacaktır.
Kadınların, erkeklerden daha fazla telkine elverişli olduğunu gösteren tecrübî araştırmalar da vardır.(13) Aynı şekilde, kadının dinî eğilimlerinin ve dinî telkinlerden etkilenme derecelerinin daha yüksek olduğu araştırmalarla tespit edilmiştir. Misal olması bakımından, Asr-ı Saadet döneminde vaki olmuş olan şu hâdiseyi anmakta fayda görüyorum: Hz. Peygamber (A.S.) bir bayram günü Bilâl ile birlikte kadınların bulunduğu bölüme geçerek onları sadaka vermeye teşvik etmiştir. Bunun üzerine kadınlar yüzük, küpe, bilezik gibi ziynet eşyalarını çıkararak tasadduk etmişler ve Bilâl’in eteği bu ziynet eşyalarıyla dolmuştur. (14)
DÎNÎ TEBLİĞ VE TELKİNİN ANA HEDEFLERİ:
Her faaliyet ve çalışmanın muhtevası, kullanılan usûl ve yöntemler, bilhassa bu faaliyetin yöneldiği ana hedeflere göre taayyün eder. Bu hususun iyi anlaşılamaması, emek ve gayretlerin boşa gitmesine, neticesiz kalmasına, ya da arzu edilen neticelerin gerçekleşememesine yol açabilir.
Dinî telkin ve tebliğ için de öncelikle tespiti gereken husus işte budur. Dinî telkin ve tebliğ niçin, hangi gayeye matuf olarak yapılmaktadır? Bu sorunun cevabı olan ana hedeflerin tespitinden sonradır ki, diğer hususların ele alınması ve anlaşılması daha da kolaylaşmış olur. Bu bakış açısı içerisinde, dinî telkin ve tebliğin yönelmesi gereken ana hedefleri üç başlık altında ele alabiliriz:
1 — Mevcut İnançları Koruma ve Güçlendirme: Eskiler, “İnsan, nisyan ile mâlüldür” derler. Gerçekten de en iyi bildiğimiz hususları bile zamanla, çeşitli hâl ve şartlar neticesinde unutabiliyor veya hiç farkına varmaz bir duruma geliyoruz, işte dinî telkin ve tebliğin ilk ana hedefi, müminlerin mevcut dinî eğilimlerini uyarıcı, sürekli diri ve canlı tutucu, koruyucu ve pekiştirici bir yol izlemektir. Esasen telkin, çok zaman kişide yeni birtakım şeyler yaratmaktan ziyade, onda şimdiki durumda mevcut olan eğilimleri güçlendirir. Telkinden derhal sonuç alınması da imkân dâhilinde olmayabilir zira ancak hafıza bu tür uyarıcılara cevap vermeyi mümkün kılmaktadır; bu ise uzun bir zaman alabilecektir. Esas uyarıcı ilk olarak ebeveynle kurulan ilişkiler sırasında belirmiş olduğuna göre, telkini yapan şahsın özellikleri, telkinin etkisinde büyük rol oynayacaktır.
İnsanın, gerek iç çevre (= ruhi yapı ve durumlar), gerekse dış çevre (= insanlar ve nesneler)den gelen türlü etkilerle devamlı telkin altında, bulunduğunu biliyoruz hatta bazen bu etkiler, birçok kişinin dinî inanç ve yaşantısında, dinin özüne yabancı, aykırı ya da dinden saptırıcı birtakım olumsuz neticeler doğurabilmektedir. Çağımızda, insanı etkilemeye yönelik vasıtalar alabildiğine çoğalmış ve gelişmiş olduğu için, bunların muhtemel zararlı etkilerine karşı dini tebliğ ve telkin, Müslümanların inançlarını koruyucu bir set teşkil etmelidir. Kişinin dinî atmosferinin diri ve canlı tutulması, inanç esaslarının derinden benimsenir hale getirilmesi, dinî yaşayışın özüne uygun tarzda geliştirilmesi, böylece müminlerin büyük çoğunluğunda “şahsiyet dindarlığının oluşturulması, telkin ve tebliğ faaliyetlerinin vazgeçilmez hedefi olmalıdır. Ayrıca dinî tebliğ ve telkin, müminlerin günlük yaşayışlarında karşılaştıkları din açısından güçlük arz eden birtakım durumları, çözümü güç meseleleri halletmeye yardımcı olabilecek uygulanabilir teklifler ortaya koyarak, huzurlu bir dinî ortamın teşekkülünü gerçekleştirmelidirler.
K. Kerim’de yer alan esasların devamlı olarak tekrar edilmesi, Müslümanların hayata, bakışlarına şuur altında cereyan eden bir tesir icra eder.
2— Yanlış ve Bâtıl İnançlarla Mücadele: Sahih ve öze uygun dinî inanç ve esasların telkin ve tebliği, tek başına yeterli görülemez. Bütün iyi niyet ve çabalara rağmen vakıalara (ana kaynaklardaki bilgilere) uymaya birtakım inanış ve uygulama biçimlerinin varlığı da bilinen bir gerçektir. Üstelik bu bâtıl inanışların günümüzde, gittikçe yukarıya doğru tırmandığını gösteren birtakım belirtiler de vardır. Dinî telkin ve tebliğ faaliyeti bu gibi inançlarla mücadeleyi de kendine ana hedef bilmelidir.
Bâtıl inançların ortaya çıkışında bazı psikolojik ve sosyolojik faktörler rol oynar. Konu, müstakil bir araştırmada ele alınması gerekecek kadar önem arz ettiği için, burada sadece az-çok bilinen bazı hususlara temasla yetinilecektir.
Eski din ve inançlardan, yerli ya da yabancı örf ve âdet, gelenek ve göreneklerden ve daha başka yerlerden kaynaklanan birçok inanç, düşünce ve yaşama biçimi vardır ki, bunların dinî kaynaklarda belirtilen esaslarla hiçbir ilgisi olmadığı halde, birçok insanlar tarafından bunlar dindenmiş gibi zannedilerek sahip çıkılmakta ve korunmaktadır. Dinî telkin ve tebliğ hizmeti, bu gibi bâtıl inançları veya yaşama, tarzlarını ortadan kaldırmayı kendine hedef bilmelidir. Ancak, insanların öteden beri sahip olageldikleri inançları ya da yaşama tarzlarını öyle kolayca terk etmeye yanaşmadıkları da bilinen bir gerçektir. Müminler arasında bulunabilecek bazı bâtıl inançlarla yapılacak bir mücadele, bunların kaynaklan, özellikleri, in sanlar tarafından niçin (hangi ihtiyaca binâen) benimsendikleri gibi hususlar iyice tespit edilmeden asla başarıya ulaşamaz hatta bazen halk arasında büyük tepkilere, yanlış anlayış ve tefsirlere, neticede de “fitne”ye sebep olabilir.
3— Dine Davet ve Tebliğ: Farklı bir dine mensup veya bütünüyle dindışı bir hayat tarzı içindeki insanları dine davet etmek ve dinin esaslarım onlara bildirmeye çalışmak, ilk yayılmaya başladığı dönemlerden bu yana dinî telkin ve tebliğin yöneldiği bağlıca hedeftir. Din, yayılmaya başladığı cemiyette kemal bulduktan sonra da bu hedef ortadan kalkmaz çünkü İslâm’ın evrensel karakteri, onun bütün insanlara duyurulması ve tanıtılmasını gerekli kılmaktadır. Yukarıda belirttiğimiz gibi, her ne kadar dinin tebliğ ve telkinlerine bazı insanlar elverişli değillerse de, din yine de bütün insanları kendi tebliğlerine muhatap kabul etmektedir. K. Kerim’de birçok âyetin, “Ey İnsanlar...” hitabıyla başlaması, bunun açık delilidir.
Çağımızda, modern teknolojinin yardımı ile bütün dünya belli bir yere kadar kültürel ve entelektüel bir birliğe kavuşmuştur. Dünyamızın ortak malı olan bu entelektüel alana hâkim olmak ve böylece orayı kendi dış bünyelerinin bir parçası haline getirmek için meydan bütün dinlere açıktır. Ancak, insanların inanç ve düşüncelerine tesir etmek son derece önemli olduğu kadar, o derece de bilgi, dikkat ve incelik isteyen bir iştir. Bu konuda bilinmesi gereken başlıca prensip, “düşünce ve inançlara tesir etmek için; oldukları yerden başlamak” ve bu düşünceleri bu noktadan itibaren yöneltmeye çalışmak” (15) tır. Onun için dinî tebliğ ve telkinin muhtevası, günümüz insanının zihniyet ve anlayışına hitap edebilecek tarzda düzenlenmelidir. Bir hususî inancı değiştirmezden, önce, bazı temel inançları değiştirmek veya telkin etmek istediğimiz inancı onların temel inançları çerçevesinde ifade etmek gerekecektir. Fakat bu insanların temel umumi organizasyonları hakkında bir şeyler bilmiyorsak, daha sonraki düşüncelerini ne anlayabilir ne de önceden tahmin ve kontrol edebiliriz.
ÜÇ PSİKOLOJİK TİP VE ÜÇ HİTAP TARZI:
“Rab’binin yoluna hikmetle, güzel öğütle (meviza-ı hasene) ve en güzel mücadele biçimi (cedel) İle dâvet et.” (İsrâ, 123) âyetinden yola çıkan filozof îbn Rüşd, insanların tabiatının, tasdik yönünden birbirinden farklılıklar gösterdiğini belirtmiştir. Ona göre:
a) İnsanlardan bazıları bir hükmü “Burhan” (= kesin delil) la tasdik eder.
b) Diğer bazıları “Cedel” (Tartışma ve münakaşa) neticesinde tasdik eder.
c) Bazıları da hitabî ve iknâî (vaaz ve nasihat) sözlerle tasdik eder, (16)
Batı’da yapılan bazı tecrübî araştırmalar, filozofun bu görüşlerini doğruluyor gözükmektedir. Psikolojik cihetten, dinî yaşayıştaki ferdi farklılıkları en genel çizgileriyle üç tip altında toplamak mümkündür; yâni üç tip dindarlıktan söz edilebilir:
a) Akılcı tip dindarlık: Bunlarda zihnî yön ağır basar; benliğin (= şahsî tecrübenin) görevi silikleşir. Filozof ve ilâhiyat âlimlerinde durum böyledir.
b) Mistik tip dindarlık: Bunlarda benlik yeteneği (şahsî tecrübe) ağır basar, akıl ikinci sıradadır.
c) Benlik ve akıl: Her ikisi de denge halinde bulunmaktadırlar. (17)
DÎNÎ TELKİN VE TEBLİĞİN ETKİNLİĞİNİN ŞARTLARI:
Toplumda yürütülen dinî telkin ve tebliğ faaliyetlerinin fertler üzerinde istenen etkiyi meydana getirmesi, pek çok şartın dikkate alınması, bilgili ve şuurlu bir şekilde bunların kontrol altında tutulmasına bağlıdır. Aksi takdirde bu çalışmalardan olumlu bir netice beklenemez hatta çok iyi niyet ve düşüncelerle yola çıkılmış bile olsa bazı durumlarda, insanları dine yaklaştırma yerine, dinden uzaklaştırma ve soğutma tehlikesiyle de karşılaşmak mümkündür.
I — TEBLÎGCİ(KAYNAĞIN)NİN ÖZELLİKLERİ: Tebliğin etkinliği ile doğrudan ilişkili değişkenlerin başında, tebliğcinin taşıdığı özellikler gelir:
1— İnanılır Olma: Gerek günlük yaşayışımız, gerek araştırma sonuçları, inanılır kaynaktan gelen tebliğin fertlerde daha fazla tutum değişimi meydana getirdiğini göstermektedir. İnanılırlık da iki faktöre bağlıdır:
a) Saygınlık (mevki, prestij): Saygınlık genel bir özellik olup daha ziyade tebliğcinin din konusunda bilgili ve samimî olup olmadığı ve dinleyicinin tebliğciye hürmet derecesiyle ilgilidir. Yüksek saygınlığı olan kişilerin yaptığı telkin ve tebliğ daha kolaylıkla kabul edilmektedir.
b) Güvenilirlik (maksat): Tebliğcinin bilgi ve samimiyetinin ötesinde, güvenilir de olması, muhatabı etkileyebilmesi için çok önemlidir. Tebliğci ne kadar bilgili ve samimî olursa olsun, o tebliği yapmaktaki maksadı muhatabı kandırmak olarak yorumlanırsa, o muhatap üzerinde fazla bir etkisi olmayacaktır. Başka bir deyişle, dinleyici tarafından tebliğcinin, o tebliğden şahsî bir menfaat sağlamadığı düşünülürse bu durum, o tebliğin etkisini artırır. Bazı araştırmalar dinleyicinin, tebliğin kendisine yöneltilmemiş olduğunu düşündüğünde, ondan daha fazla etkilendiğini ortaya çıkarmıştır. Bu, kişinin etkilenmediğini sandığı zaman aslında daha fazla etkinliğini gösteren ilginç bir durumdur. (18) Bu tespitler bize, kişinin kendi fikrini değiştirme amacına yönelik telkin ve tebliğlere direndiğini de açıkça göstermektedir. Başka bir deyişle, insanlar açıkça, inanç ve tutumlarını değiştirmeye çalışan telkin ve tebliği kabul edip, ona uygun bir şekilde inanç ve tutumlarını değiştirmeyi kendilerine yedirememekte; fakat bu maksat açıkça ortaya konmamışsa, pekâlâ bu telkinleri kabul edebilmektedirler.
2) Sevilmek (Çekicilik): Tebliğcinin sevilen, hoş, çekici olması da kendi başına önemli bir etken olarak belirmektedir. Eğer tebliğci sevdiğimiz, hoşlandığımız bir kişi ise, açıkça bizi etkilemeye uğraştığı belli bile olsa, bu etkiyi âdeta severek kabul etmekte hatta belki de onu memnun etmek ister gibi davranabilmekteyiz. Sevgi her zaman etkiyi ve etkilenmeyi artırır. (19)
Ayrıca sevilen, beğenilen tebliğci, dinleyici için aynı zamanda taklit edilebilecek, tutum ve davranışları örnek alınabilecek bir kişi olarak belirebilir.
II — TEBLİĞ(MUHTEVA)İN ÖZELLİKLERİ: Dinî telkin ve tebliğin etkinliği, şüphesiz bunların muhtevası ile de çok yakından ilgilidir. Burada tebliğin ne dediğine dikkatimizi çeviriyoruz. Tebliğde öne sürülen fikirlerin fert tarafından benimsenebilmesi için, görüşler arasında belli münasebetler kurulması gerekmektedir.
a) Görüş Farkı: Tebliğ ve telkinin ikna edici gücünü etkileyen önemli bir etken, dinleyicinin görüşünden ne kadar farklı bir görüşü ileri sürdüğüdür. Tebliğin muhtevası ile dinleyicinin inanç, tutum ve görüşü arasındaki fark ne kadar büyükse, ortaya çıkan tutarsızlık da o kadar büyük olacağından, bu tutarsızlığı gidermek için dinleyicide oluşması gereken inanç ve görüş değişimi de o kadar büyük olacaktır. Yâni söz konusu iki tutum arasındaki fark ne kadar çoksa, o farkı kapatmak için o kadar fazla bir tutum değişimi gerekir.
Eğer tebliğci, ferdin çok yakından ilgi duyduğu bir konuya ait inanç ve tutumuna hücum ediyorsa bu, o ferdin kendi nefsine ait nüfuzunun bir parçası olan tutuma hücum ediyor demektir çünkü o, “kendisinin” tutumudur. Onun için istenen aşırı değişmeye karşı koyacaktır ve fert kendi benliğine ait nüfuzunu korumak maksadı ile tebliğ hedefini, tebliğcinin istediği yerden daha uzaklara itebilir. (20)
Tebliğ ve telkinin muhtevası ile muhatabın görüşü birbirine çok yakınsa, o zaman dinleyicinin inanç ve tutumları pekiştirilmiş olur; herhangi bir tutum değişimine sebep yoktur. Buna karşılık orta derecede bir fark söz konusu ise, kişinin tutumunu değiştirmesi için önemli bir zorlama var demektir çünkü tutarsızlığa sebep olan bu farkın bertaraf edilmesi gerekir. Ancak aradaki fark daha da fazlalaştıkça, gittikçe artan bir tutum değişimi gerektiğinden, bu fazla miktarda tutum değişiminin meydana gelmesi güçleşecek, buna karşılık tebliğciye karşı direnme daha kolaylaşacaktır. Tebliğe hedef olan fertle, tebliğcinin iddiası arasında orta derecede bir fark olduğu zaman, dinleyicide en fazla tutum değişimi yaratılmaktadır. Ancak bu, en fazla tutum değişiminin meydana geldiği nokta, tebliğcinin inanılırlığı tarafından tayin edilmektedir. Yani, dinleyicinin görüşünden oldukça farklı bir görüşü savunan bir tebliğ, eğer inanılırlığı olan bir kaynaktan geliyorsa, kişide tutum değişimi doğurabilecektir. Buna karşılık, düşük inanılırlığı olan bir tebliğcinin, tebliğe hedef olanın görüşünden biraz farklı tebliği bile fert tarafından kabul edilmeyebilecektir.
b) Tek Yönlü-Çift Yönlü Tebliğ: Bir tebliğci yalnız dinin ileri sürdüğü görüşleri destekleyen delilleri mi vermeli, yoksa karşı tarafın delillerini de zikredip onları çürütmeğe mi çalışmalıdır? Genellikle çift yönlü tebliğin daha etkili olduğu söylenebilir çünkü karşıt tezin de iddialarına yer veren bir tebliğ, daha az “telkin” gibi görünecektir.
Özellikle konu basit ve iyi bilinen bir konu ise ve dinleyici baştan tebliğ ile aynı fikirde değilse, karşı teze ait iddialardan haberdar demektir. Tebliğci bunlardan hiç söz etmezse, gerçeği bilhassa saklıyor ve objektif davranmıyor görünümü verecek, böylece de güvenilirliğini kaybedecektir.
Dinleyicilerin zekâ ve eğitimleri ne kadar yüksekse, çift yönlü tebliğin etkisi, tek yönlü tebliğe oranla o kadar artacaktır çünkü eğitim ve zekâ düzeyi arttıkça, bir meselenin çeşitli yönlerini bilmek ya da tahmin etmek ihtimali de artacak, dolayısıyla o meseleyi sadece bir tek yönden ele alan tebliğ, güvenilir ve âdil görülmeyerek reddedilecektir.
Bu durumların tersi şartlar söz konusu olduğu zaman, tek yönlü tebliğ daha müessir olmaktadır. Yâni, eğitim ve zekâ düzeyi düşük ya da bilgisi geniş olmayan dinleyicilere bir meselenin iki ya da daha fazla yönünü vermek, onların zihnini karıştırabilir. Özellikle, konu karmaşıksa ve iyi bilinmeyen bir konu ise, bu ihtimâl daha da artacaktır. Aynı zamanda eğer tebliğe hedef olan fert baştan tebliğde öne sürülen görüşlerle az-çok aynı fikirde ise, karşı tezin görüşünden söz etmenin gereği yoktur. Ayrıca, çok yüksek itibarlı ve güvenilir bir kaynaktan gelen tek yönlü tebliğ de, âdil ve güvenilir olarak yorumlanacağından çok etkili olabilir.
c) Duygusal-Akılcı Tebliğ: Bir tebliğci konusunu duygusal bir şekilde mi, yoksa akılcı bir şekilde mi takdim ederse daha etkili olur? Bu soruya kesin bir cevap verilemez çünkü bütünüyle duygusal ya da bütünüyle akılcı bir tebliğ genellikle kullanılmaz. Çoğunlukla, aynı tebliğ içinde hem duygusal hem de akılcı taraflar bir arada görülmektedir.
Bundan dolayı duygu ya da akıl tarafına verilen ağırlık (duruma, dinleyicilerin özelliklerine vs. göre) izâfi olmaktadır.
Bununla birlikte, duygu ve heyecanların insan davranışını hangi yönde etkilediğini çok iyi bir şekilde bilmekte fayda vardır. “Bir telkinin etkileri, ferdin taşıdığı ruhî duruma sıkı sıkıya bağlıdır. Şuur alanını daraltan aşk, öfke gibi yoğun bir duygunun etkisi altında kişi, etkilenmeye çok elverişli olacak ve görüşleri kolayca değiştirilecektir.” (21)
İnsan istediği ve bazen da korktuğu şeye kolayca inanır. Çok şiddetli bir duygu, kendini kabul ettirme kuvvetini, konuların tasavvuruna yayma temayülünü gösterir. İnsan, sevdiği veya sempati gösterdiği kimselere daha çok güvenir ve teslim olur çünkü onlara inanmak ister; en iyi şekilde teçhiz edilmiş bir kafa bile, bir sevginin tesiri altında her türlü tenkit kabiliyetini kaybeder ve bir kadın veya bir çocuk tarafından yapılan telkinlere bile körü körüne kapılır. İhtiras (tutku) insanı, safça ülküleştirdiği konusunun değerine karşı genel olarak inanç sahibi olmaya sürükler.
“Dinî bir inanç, dinî hayatın heyecanlarıyla dayanışma halindedir ve bir tenkitle sarsılması halinde, bu inancın saklı bir hayat muhafaza etmesine, sözü edilen heyecanlar kâfi gelir. Din değiştirme psikolojisi, heyecanın bu üstün rolünü gösterir. Her heyecan, (güven ve teslimiyeti) kolaylaştırır.” (22)
Burada önemli bir etken, tebliğ konusunun dinleyiciye ne kadar yakın olduğu, onu ne kadar ilgilendirdiğidir. İnsanlar ancak ilgilendikleri konularda duygusal olabilirler. Eğer tebliğde yer alan hususların dinleyiciye yakın bir konusu varsa, ancak o zaman dinleyicinin his ve heyecanları kabarabilir, aksi takdirde duygusallık dinleyici tarafından tuhaf olarak nitelendirilebilir ve şüphe ile karşılanabilir.
“Korku” ihtivâ eden bir duygusal tebliğin etkileri çeşitli araştırmalarla ortaya konmuştur. (23) Buna göre kişinin tutum ve davranışlarını değiştirmeye yönelmiş bir tebliğde korku veya tehdidin kullanılması ihtiyatı gerektirmektedir. Az bir korkunun iyi bir şey olacağı, fakat fazla korkunun kötü sonuçlar verebileceği görülmüştür. Ayrıca bu konuda ferdî farklılıklar ön plâna çıkmaktadır. Şöyle ki, kendine güvenen kimse, çok korkutucu bir tebliğe hedef olunca, hemen tedbir alıcı bir davranış gösterebilmekte; kendine güvenmeyen kimse ise bu tür bir tebliği kabul etmeyerek kendini (devekuşunun başını, kuma sokması misali) korkuya karşı korumaktadır. Kendine güveni az kimselerin de, kendine güvenli kimseler gibi tebliğ ile olumlu, yapıcı harekete geçirilmelerini sağlamak için onlara, durumla başa çıkmalarına yardımcı olacak pratik çare ve çözüm yollarını da göstermek en etkili yoldur.
Akılcı tebliğin daha ziyâde eğitim ya da zekâ seviyesi yüksek (akılcı tip) kişiler için daha etkili olacağı akla yatkın gelmektedir.
III — TEBLİĞE HEDEF OLANLARIN ÖZELLİKLERİ:
a) Taahhüt (Bağlanma): Tebliğe hedef olan kişi farklı bir inancın sahibi ise ve kendi inanç ve görüşlerine ne kadar çok bağlanmış ise, inanç ve tutum değişimi de o kadar güç olacaktır; yâni tebliğ ve telkinin etkisi azalacaktır.
Hiçbir inanca sahip olmayan bir insana tebliğ ve telkin yoluyla belli bir inanç ve görüşü kazandırmak daha kolay olacaktır. Fakat kişinin belli bir inanç ya da tutuma belli bir harekete bağlanmış olması, çok kuvvetli inanç ve tutumu değiştirmedeki aynı zorluğu yaratır. Kanaatini herkesin önünde belli eden bir insanın bu tutumunu tebliğ ve telkin vasıtasıyla aksi yönde değiştirme ihtimali çok az olmaktadır. Genellikle açıktan bir inanca ya da tutuma bağlanmanın tesirli bir usûl olduğu, buna karşılık özel, bağlanmanın (verilen kararı fertten başkasının bilmemesi) ise, tesirsiz olduğu tespit edilmiştir. (24)
b) Kendine Güven: Kendine güveni yüksek olan bir kimse, bu güveni sarsabilecek kendi tutumuna ters düşen bir tebliği reddetme, görmemezlikten gelme ya da unutma eğilimi gösterebilir. Buna karşılık kendine güveni olmayan ya da az güveni olan kimseler, kendi görüş ve fikirlerine de fazlaca değer vermedikleri için onları değiştirmeleri güç olmaz. Bunlar, çevreden gelen menfi tesirler ya da bilgilere karşı daha hassas olduklarından kolayca etkilenebilirler.
c) Saygınlık Farkları: Kişinin toplum ya da grup içindeki saygınlığı yâni mevkii; onun diğerleri. tarafından ne kadar etkilenebileceğini tâyin edici bir etkendir. Genellikle düşük saygınlığı (mevkii) olan kimseler, yüksek saygınlığı olanlardan daha fazla etkilenebilmektedirler.
d) Zekâ ve Eğitim: Fertler arasındaki zekâ farkları, tebliğ ve telkinden etkilenmelerde; bilinen sürat farklarını tayin etmeye yardım ederler. Zekâ ve eğitim düzeyi yüksek olan kimseler tutarsız, mantıksız ya da basit tebliğden, zekâ ve eğitim düzeyi düşük olan kimselerden daha az etkileneceklerdir çünkü yüksek zekâ ve eğitim düzeyi, bu kimselerin tebliğdeki mantıkî tutarsızlıkları fark etmelerini sağlayacaktır. Bununla beraber, aynı sebepten ötürü, yüksek zekâ ve eğitime sahip fertlerin, düşük zekâ ve eğitimlilere nispetle tutarlı, mantıklı ya da karmaşık tebliğden daha fazla etkilenecekleri söylenebilir.
e) Cinsiyet Farkı: Önceki bölümlerde de belirttiğimiz gibi, kadınlar genellikle daha kolay ikna edilebilmekte ve sosyal etkiye daha fazla uyma eğilimi göstermektedirler.
IV — TEBLİĞ ORTAMININ ÖZELLİKLERİ
a) İçinde Olma-Tek Başına Olma: Topluluk hâli, tabiî insanın kendi ferdiyetinin yalnızlığı içinde bilip anlayamayacağı derecede idrak kuvvetini artırır, heyecanım derinleştirir ve iradesini kuvvetlendirir. Bunun yanı sıra telkin alma kabiliyetini de fazlalaştırır.
“Büyük kalabalıklar içinde, telkin edici etkiler olağanüstü bir biçimde yoğunlaşır; bu şekilde, her yandan ona yönelen telkinler karşısında kişi, sonunda kendi öz tenkit düşüncesinden mahrum bırakılır; bu büyük ırmağın içinde artık o, bir damladan başka bir şey değildir. Duygusal elemanların çok kuvvetli oldukları bu çevre veya daha doğrusu iradenin bu ortak kanunu, birkaç hatip sloganı, ya da birkaç güçlü haykırış, korkunç bir gösteri ile birdenbire ortaya çıkarlar. Bu sürece “yığınların telkini” adı verilir.” (25)
Cemaat halinde olan kişilere yönelmiş bir tebliğ ve telkinin, kişinin tek başına olduğu zamankinden daha etkili olduğu genellikle ispat edilmiş bir şeydir. Ancak eğer cemaat üyeleri arasında fikir ihtilafları varsa ve aralarında konuyu tartışma imkânı bulunursa, cemaat halinde dinleme, tebliğ ve telkinin etkilerine karşı koyabilmektedir. Eğer cemaat üyelerinin çoğu tebliğci ile aynı kanaatte ise, cemaat halinde dinleme daha etkilidir.
b) Hedefle Yüz yüze, Olma-Hedeften Uzakta Olma: Tebliğcinin, tebliğine hedef olan kişi ile yüz yüze olması etkinin şiddetini artırmaktadır.(26) Araya başka vasıtaların (kitap, broşür, radyo, televizyon vs.) girmesi, böylece tebliğci ile dinleyicinin ayrı düşmesi etkinin gücünü azaltır. Şahsî tesirin çok daha müessir olması, yüz yüze ikna etmenin çok daha esnek olmasından ileri gelmektedir. Kitle haberleşme araçlarının kişilere etkide bulunması, ancak mevcut inanç, görüş ve tutumlarla uygunluk hâlinde olmasına bağlıdır. Yâni bu vasıtalar, farklı inanç ve tutum sahibi insanları değil, aynı doğrultudaki kişilerin inanç ve tutumlarını pekiştirmeye ve yönlendirmeye hizmet ederler.
(1) R. ALAYLIOĞLU - A.F. OĞUZKAN, Ansiklopedik Eğitim Sözlüğü, s. 101.
(2) E. KRETSCHMER, Psychologie Medicale, s. 189.
(3) G. LE BON. Les Opinions et les Croyances, s 135.
(4) M. OSMAN, Tababet-i Rûhiye, c. I., s. 80.
(5) KRECH - CRUTCHFIELD - BALLACHEY, Cemiyet içinde Fert (Çev. M. Turhan), c. I. s. 365.
(6) A.e., s. 368.
(7) Paul GUÎLLAUME, Psikoloji (Çev. Refia Şemin), s. 221.
(8) Bkz. Zümer: 8, 49: Hacc: 11-13; Lokman; 32; Yunus: 22-23; Fussilet: 51; Fecr: 5-6.
(9) Bkz. Bakara; 6; Yasin: 10; Bakara: 155; En’am: 109; Yunus : 33; Hud: 17; Fussilet: 44.
(10) KRECH ve dig., a.g.e., c. X. s. 76
(11) S.S: SARGENT - R.C. WILLIAMSON, Social Psychology, s. 807
(12) Bkz. Ebu Davud, Salat 25.
(13) KREGH ve dig., a.g.e.. c. I., s. 368.
(14) Bkz. Buhârî, Hayz 6, İlim 32; Ebû Davud; Salât 246.
(15) KRECH - CRUTGHFİELD, Sosyal Psikoloji (Çev. Erol Güngör), c. I, s. 130.
(16) İBN RÜŞD, Faslu’l-Makal (Çev. S. Uludağ), Hareket D., Yıl: 1980, sayı: 13, b. 3-4.
(17) W.D. GRUHEN, La Psychologie Différentielle de le Religion (A. GODİN, Recherches et Reflexions içinde) s. 57.
(18) Çigdem KAGlTÇIBASI, İnsan ve İnsanlar, s. 170 - 171 (3. bas.)
(19) Paul GUlLLAUME, Psikoloji (Çev. Refia Şemin) s. 276.
(20) KRECH ve diğ. Cemiyet içinde Fert, c. I., s, 396; KAGlTÇIBAŞl, s. 174-179.
(21) LE BON, Les Opinicons et les Creyances, s. 140.
(22) GUİLLAUME, Psikoloji, a. 276.
(23) KRECH ve diğ, a.g.e., c. I., s. 402 - 405; KAĞITÇIBAŞI, s. 183.
(24) KAĞITÇIBAŞI, a.g.e. s. 186; KRECH.., c. I., s. 377.
(25) KRETSCHMER, Psychologie Medícale. S. 189.
(26) KRECH ve diğ., a.g.e., c. I., s. 385-387.
KAYNAKLAR
K. KERİM ve KÜTÜB-I SÎTTE
ALAYLIOĞLU, Ruşen - OĞUZKAN, A. Ferhan: Ansiklopedik Eğitim Sözlüğü, İst. 1968.
BOUDIN, Charles; Telkin Nedir? (çev. H. Baha Pars) İst. 1938.
BROWN, J.A.C.; Beyin Yıkama ve İkna Metotları (çev. Behzat Tanç) 3. bas. İst. 1976.
GRUHEN, W.D.; “La Psychologie Differentielle de la Religion” (A. GODÎN. Recherches et Reflexions içinde) Bruxelles 1965.
GUILLAUME, Paul; Psikoloji (çev. Refia Şemin) İst. 1970.
HOFFER, Eric; Kesin İnançlılar (çev. Erkıl Günur) 3. bas, İst. 1980.
ÎBN RÜŞD; Faslu’l-Makâl (çev. S. Uludağ-), Hareket D. Mart 1980 Sayı: 13.
KAĞITÇIBAŞI, Çiğdem; İnsan ve İnsanlar, 3. bas, İst, 1975.
KRECH - CRUTCHFIELD - BALLACHEY ; Cemiyet içinde Fert (çev. M. Turhan) c. I, İst 1970.
KRECH - CRUTCHFIELD: Sosyal Psikoloji (çev. Erol Güngör) c. I, İst. 1970.
KRETSCHMER, E.; Psychologie Medicale, Paris 1956.
LE BON, Gustave; Les Opinions et Jes Croyances, Paris 1913.
Mazhar OSMAN; Tababet-i Rûhiye, c. I 2. bas., İst. 1926.
SARGENT - WILLIAMSON; Social Psychology, sec. edt., New York 1958.
SİLLAMY, Norbert; Dictionnaire de la Psychologie, Paris 1967.
Watt, W. M.; Modern Dünyada İslâm Vahyi (çev. Mehmet Aydın) Ank. 1982.