Makale

Dini Telkin ve Tebliğde Psikolojik Esaslar

Dinî Telkin ve Tebliğde Psikolojik Esaslar

Hayati HÖKELEKLİ
(Bursa İlâhiyat Fakültesi Din Psikolojisi Ö. Görevlisi)

DİN ve TEBLİĞ:

Din, ilâhî hakikatler sistemidir. Bununla birlikte, dünyadaki insanların ancak bir bölümünün dinî bir dünya görüşünü benimsemiş olduğu da açık bir gerçektir. Bir din, doktrin ya da sistem, ne kadar derin ve yüksek hakikatler ihtiva ederse etsin, layığı veçhiyle tanıtılmadıkça etkili olamaz. Bir şeyin kesin hakikat olma­sı kadar, bu hakikatin duyurulması, tanıtılması ve neticede bu hakikatin insanların davranış ve tutumlarına etkide bulunmasının yol ve yöntem­lerini bilmek de büyük önem arz eder. Dinin ilâhî hakikatler bütünü olduğu­na kesinlikle inanmak meselenin an­cak başlangıcını teşkil eder. Bunun ötesinde dinin esaslarını insanların psikolojik özelliklerine, cemiyetin ih­tiyaç ye yapısına, çağın zihniyet ve anlayışına uygun tarzda anlatmak ve tanıtmak, öncelikle Peygamber­lerin, sonra da onların mirasçıları olan din âlimleri ve din görevlilerinin başlıca vazifesidir.

Peygamberler, Allah’tan vahiy yoluyla aldıkları emirleri, insanlara duyurmak ve bildirmekle mükelleftir­ler; daha sonra bu iş onların takipçileri yaparlar. İşte “Tebliğ” bu faaliyetin adıdır. Tebliğden maksat, ilâhî hakikatlerin insanlar tarafından du­yulması, bilinmesi, kabul ve tasdik edilip icraat safhasına konulmasıdır. Tebliğ, türlü telkin ve ikna usûlleriy­le yapılır ki, bunlar temelde insan psikolojisinden kaynaklanırlar. Pey­gamberlerin başarıları da fıtratın kanunlarına uygun hareket etmek­le mümkün ölmüştür. Tebliğin he­defini bulması, telkin ve ikna usûlle­rini çok iyi bilip, mahirce kullanma­ya önemli ölçüde bağlıdır.

Zamanımızda, çeşitli maksatlarla insanın tutum ve davranışı etkileme­ye yönelik çalışmalar büyük bir hız kazanmıştır. Özellikle siyasî, iktisadı ve ideolojik alanlardaki faaliyetler, insanlara belli inanç, tutum, görüş ve kanaat kazandırma hususunda âdeta birbiriyle yarışmaktadır. Bu arada, davranışı etkileme usûl ve vasıtaları da oldukça gelişmiş ve ilerlemiştir. Bilhassa konuyla ilgili ilmî araştırmalar, davranışı etkilemeye yönelik çalışmalara büyük imkânlar hazırla­mıştır. Telkin, ikna, tanıtma, reklâm, propaganda gibi kavramlarla anılan bu etkileme usûlleri, çağımıza has kitle haberleşme araçlarıyla her geçen gün daha da güçlenmekte ve dünyamızın her yanına yayılmakta­dır.

Elbette ki din, sıradan bir rek­lam ya da propaganda konusu değil­dir. İlâhî kaynaklı bir din, kendi di­namizmini kendi içinde taşır; fakat bu dinamizmin insanları kuşatması ve ruhları derinden etkilemesi, yine de belli bir ölçüde insanlar tarafından (Peygamberler ve görevliler tarafın­dan) oluşturulan şartlara bağlıdır. Reklâm ve propagandanın dayandığı etki usûlleri, insan psikolojisinin de­rinliklerinden çıkarılmıştır. Dinî ha­kikatlerin de insanlara ulaştırılması, bu psikolojik özeliklerin dikkate alı­narak, bunlardan azamî ölçüde istifadeye bağlıdır.

Bu incelememizde Genel Psiko­loji, Sosyal Psikoloji ve Din Psikoloji­si ilim alanlarında yapılan konumuz­la ilgili araştırmalardan yola çıka­rak, bu verilerin dinî telkin ve tebliğ faaliyetlerinde nasıl kullanılabilece­ği hususunda bazı genel ölçüler ortaya koymaya çalıştık.

TELKİN NEDİR?

Her türlü telkin hâdisesinin te­melinde, ruhî bir faktör olan “etki” gücü vardır. Etki kavramı, “bir kim­se veya bir nesne üzerinde sonuca götürücü bir iz bırakan hâl, tesir” diye tarif edilebilir.(1) Normal bir insan, gerek kendi kendisiyle, ge­rek kendi dışındaki kişi ve nesne­lerle “etkileşim’’ içinde bir hayat sürdürür. Yani insan kendi kendine etki yapabildiği gibi, kendi dışından gelen etkileri de belli durum ve şart­lar çerçevesinde belli bir ölçüde kabul edebilir, kendisi de çevresine et­kide bulunabilir.

En geniş manasıyla telkin, “du­yumların, tasarımların ve özellikle iradeli iç tepkilerin iletişimi (trans­mission = tebliğ)dir. Bu iletişim se­bep ve güdü(sâik = motif)lerin et­kisi altında değil, fakat uyarıcıların hemen ardından (ansızın) gerçekle­şir.” (2) Bu manada ele alındığında telkin, hemen hemen otomatik olarak başkalarının sözlerinden (veya tu­tum ve davranışlarından) etkilenip, onları tenkit süzgecinden geçirmeden, özenerek derhal kabul etmektir. O ana kadar öğrenilmiş bütün bilgileri etkisi altına alan telkin, neticede çok kısa akımlı bir süreç olarak bir dav­ranış meydana getirir. G. le BON (1841-1931) telkini bu geniş çerçeve­de ele almış ve görüşlerimizin, dinî, sosyal ve siyasi inançlarımızın büyük çoğunluğunun telkinlerin sonucu ol­duklarını öne sürmüştür. (3)

Daha dar bir açıdan telkini, “bir inanç ve tutumu, bir fikir ya da duyguyu başkasına ve kendine kabul ettirmektir” şeklinde tarif edebiliriz. Bu şekilde anlaşılan telkin, iradeli ve şuurlu bir etki vasıtasıdır. Genel­likle telkin iki yönlü bir etkileşimdir; birisi telkin ederken diğeri ona tep­kide bulunur. Fakat kişi telkin alma­ya başlar başlamaz, edilgen bir şe­kilde ve tenkit yapmaksızın bir dav­ranışta bulunur, bu durum ise tek yönlü bir etkileşimdir. Birinci du­rumda telkinin kabulü (acception) söz konusudur, ikinci durumda ise telki­nin etkisini göstermesi (réalisation) vardır.

HERKES TELKİNE EL­VERİŞLİ MİDİR?

İnsanların çoğunun az ya da çok telkine müsait oldukları bir ger­çektir. Buradan hareketle bazı psiko­loglar, bu durumun insan şahsiyeti­nin temel özelliklerinden biri olduğu­nu ileri sürmüşlerdir. Ünlü ruh he­kimimiz Mazhar Osman, —bazıları­nın iddia ettiği gibi— telkine yatkın­lığın yalnızca bazı akıl ve ruh has­talarında görülen bir özellik olmayıp, herkesin az-çok telkine açık olduğu­nu ifade ederek, "normal bir dima­ğın az-çok büyüme ve gelişme gös­termiş bir özelliği” olduğunu savun­maktadır. Ona göre telkin, “ruhî ha­yatın ilerlemesinin özel bir şekli­dir."(4)

Bazı sosyal psikologlar; “umumi kanma kabiliyeti” adını verdikleri bir şahsiyet faktöründen bahseder­ler. Bu nevi umumi veya “hudutsuz” kanma kabiliyeti, “tebliğ edenden ve tebliğin mevzu, muhteva ve vası­tasından, tebliğin vaziyet ve şartla­rından müstakil olmak üzere içtimaı tesirleri kabul etmeye hazır olma” di­ye tarif edilmektedir.(5) Umumî veya hudutsuz kanma kabiliyetinin aksine olmak üzere muhtelif “hudutlu” kan­ma kabiliyeti faktörleri de vardır. Bu faktörlerle yalnız hususi tebliğ ne­vilerinden gelen tesirlere karşı hassas olma istidatları kastedilmekte­dir. Meselâ, hudutlu kanma kabiliyetinin “mevzua bağlı” denen bir ti­pinde belli bir konuya ait görüşü ya kabul veya reddetmeye bir nevi hazır olma vardır. İkinci bir tipi ise, belli bir hitap türüne, belli bir muhakeme tarzına veya yine belli bir üslûp şek­line ait hususiyetleri ihtivâ eden bir tebliğin tesirlerine karşı hassasiyeti ifade eder. Bazı araştırmalar, bu umumî kanma kabiliyetinin varsa bi­le pek kuvvetli olmadığı sonucuna varıyorlar. (6)

İnsanı, "telkine elverişli bir var­lık” olarak düşünmekle birlikte, telkin alma kabiliyetinin “seçici” (7) olduğunu da belirtmemiz gerekir. Yani telkin durumu, kişinin şahsiyet ve mizacına, istek ve ihtiyaçlarına, o andaki duruma ve daha birçok fak­törlere bağlı olarak farklılıklar arz eder. Bu farklılıkları daha sonra be­lirteceğiz.

Baştaki soruyu, “herkes dinî tebliğ ve telkine elverişli midir?” şekline dönüştürdüğümüz zaman du­rumun biraz daha hususiyet arz ettiğini bilmemiz gerekir. Gerçi dinin tebliğleri bütün insanlara açık ve yöneliktir fakat bu, insanların ta­mamının dinî telkine elverişli olduğu anlamına gelmez. Temelde, “her doğanın İslâm fıtratı üzere doğması” kesin olmakla birlikte, içinde, yetiş­tikleri şartlar, sürdürdükleri hayat tarzları ve bunun neticesinde kazan­dıkları şahsiyet özellikleri dolayı­sıyla insanların dinî tebliğ ve telkin­lere elverişlilik dereceleri farklılık­lar gösterir. Bu konuda insanları ka­baca üç sınıfa ayırmak mümkün gö­zükmektedir:

1 —- Dinî telkine devamlı elve­rişli olanlar ki, bunlar samimi mü­minlerdir.

2 — Bazı şart ve durumlarda dinî telkine elverişli olanlar: Fâsıklar ve zâlimler olarak K. Kerim’de zikre­dilen bir kısım insanlar, normal za­manlarda din ile herhangi bir alış­verişleri olmadığı halde, sıkıntılı za­manlarda dinî hassasiyet gösterebil­mektedirler. Bunlar, canları ve mal­ları tehlikeye girdiği, güvenlikleri sarsıldığı, çaresiz ve takatsiz kaldık­ları durumda dinî değerlere sarılma­ya hazır durumdadırlar. Fakat bir kısmı da tam aksine sıkıntı ve min­net içine düştüklerinde isyan halin­dedirler. Araştırmalar, felâket anlarında (yangın, deprem, kaza, deniz ortasında fırtına, savaş, hastalık ve ölüm gibi) insanların dinî duyguları­nın kabardığını, kendilerini inançsız zanneden kişilerin bile duâ ve ibâdete yöneldiğini, normal zamanlarda hiç­bir karşılık vermedikleri dinî telkin­lere büyük bir yatkınlık göstermeye başladıklarını ortaya, koymuştur. K. Kerim’de de bu insanların psikolo­jisini açıklayan birçok âyet mevcut­tur. (8)

3 :— Hiçbir durumda dinî telki­ne elverişli olmayanlar: Kalplerini büsbütün dinin dışında bir değerler sistemine çevirmiş ve bağlanmış, gözlerini ve kulaklarını dinin bütün tebliğlerine şuurlu ve kesin olarak tıkamış bir kısım insanlar için dinî tebliğ ve telkinin hiçbir şart ve du­rumda, müspete yöneltici hiçbir et­kisi yoktur hatta bazılarında aksi­ne etkiler yapmaktadır. Bu insanla­rın psikolojisinin ana çizgilerini de K. Kerim’in birçok âyetinde görmek mümkündür. (9)

Bazı sosyal psikologlar, “dar ka­falılık” adını verdikleri bir kişilik özelliğinden bahsederler. Yani bu vas­fın bir kısım insanlarda idrake, mef­humlara (din) ve estetiğe ait sistem­ler meydana getirme kabiliyeti ile sıkı sıkıya münasebette olduğunu i­leri sürmüşlerdir. Buna göre “dar ka­falılık” özelliğini taşıyan bir insanı karakterize eden bazı vasıflar şunlar­dır: Muhtelif inançların azami derece­de reddedilmesi; kendi inanç sistemleri arasındaki bağlılığın nisbeten aşağı derecede olması…(10)

TELKİNE EN FAZLA ELVERİŞLİ OLANLAR KİM­LERDİR?

Telkin alma kabiliyeti bakımın­dan kişiler arasında çok değişik ferdî farklılıklar vardır. Cinsiyet farklılık­larının da önemli bir rol oynadığı tespit edilmiştir, özetle denebilir ki, saf, hassas, kendi nefsinden hoş­nut olmayan kişiler telkine en müsait olanlardır. Çocuklar ve gençler yetiş­kinlerden, kadınlar ise erkeklerden daha fazla telkin almaya yatkındır­lar.

A.B.D. de yapılan bir araştırma­da(11) çocukların 7–8 yaşlarında, öte­ki yaşlardan daha çok telkine yat­kınlık özelliği taşıdıkları tespit edil­miştir. (R. Messerschimidt, Sugges­tibility of boys and girls. J. genet Psychol, XLIII, 1933, 405–437)

Rasûlullah(A.S)’ın, “çocuklara 7 yaşından itibaren namazın emir ve telkin edilmesi”(12)ni ihtivâ eden hadisinin manası şimdi daha iyi anla­şılmaktadır. Genel olarak Müslüman eğitimciler de 7–8 yaşını çocuklar için “temyiz”’ yaşı olarak kabul ederler.

Bu konudaki diğer araştırmaları da dikkate alarak söyleyebiliriz ki, telkine en elverişli devre 4–8 yaş­ları arasıdır. Bu özellik, yaşın art­masıyla azalma göstermeye başlar. Bu durumun sebeplerini iki maddede özetlemek mümkündür:

1 — Telkine elverişli olma durumu, kaynağını; dilin öğrenilmesi, yani, “haberleşme” yeteneğinin geliş­mesinden alır.

2 — Aynı durumun duygusal yönü ise, ebeveynin otoritesine baş eğme sonucu oluşur.

Bu yaşlarda ebeveynin her söy­lediğini kolaylıkla kabul etme eğili­mi zirveye ulaşmıştır. Fakat sonra çocuk, ilerleyen yaşı ile birlikte ebeveyninin her şeyi bilen ve her istediğini yapmaya muktedir birisi ol­madığını anlayınca, telkinlere kargı bağışıklık kazanmaya başlar. Her ge­çen sene onda fikir, kanaat ve inançların biraz daha yerleşmesine ve sabitleşmesine yol açar. Artık fert, davranışlarına temel olarak alacağı bir fikirler sistemini geliştirmeye başlamıştır ve bunları gerektiğinde de her türlü saldırıya karşı savunacak­tır.

Kadınların, erkeklerden daha fazla telkine elverişli olduğunu gös­teren tecrübî araştırmalar da var­dır.(13) Aynı şekilde, kadının dinî eğilimlerinin ve dinî telkinlerden et­kilenme derecelerinin daha yüksek olduğu araştırmalarla tespit edil­miştir. Misal olması bakımından, Asr-ı Saadet döneminde vaki olmuş olan şu hâdiseyi anmakta fayda gö­rüyorum: Hz. Peygamber (A.S.) bir bayram günü Bilâl ile birlikte ka­dınların bulunduğu bölüme geçerek onları sadaka vermeye teşvik etmiş­tir. Bunun üzerine kadınlar yüzük, küpe, bilezik gibi ziynet eşyalarını çıkararak tasadduk etmişler ve Bilâl’in eteği bu ziynet eşyalarıyla dolmuş­tur. (14)

DÎNÎ TEBLİĞ VE TELKİ­NİN ANA HEDEFLERİ:

Her faaliyet ve çalışmanın muhtevası, kullanılan usûl ve yöntemler, bilhassa bu faaliyetin yöneldiği ana hedeflere göre taayyün eder. Bu hu­susun iyi anlaşılamaması, emek ve gayretlerin boşa gitmesine, neticesiz kalmasına, ya da arzu edilen neticelerin gerçekleşememesine yol aça­bilir.

Dinî telkin ve tebliğ için de ön­celikle tespiti gereken husus işte budur. Dinî telkin ve tebliğ niçin, hangi gayeye matuf olarak yapılmaktadır? Bu sorunun cevabı olan ana hedef­lerin tespitinden sonradır ki, diğer hususların ele alınması ve anlaşıl­ması daha da kolaylaşmış olur. Bu bakış açısı içerisinde, dinî telkin ve tebliğin yönelmesi gereken ana he­defleri üç başlık altında ele alabi­liriz:

1 — Mevcut İnançları Koruma ve Güçlendirme: Eskiler, “İnsan, nisyan ile mâlüldür” derler. Gerçekten de en iyi bildiğimiz hususları bile zamanla, çeşitli hâl ve şartlar neti­cesinde unutabiliyor veya hiç farkına varmaz bir duruma geliyoruz, işte dinî telkin ve tebliğin ilk ana hedefi, müminlerin mevcut dinî eğilimlerini uyarıcı, sürekli diri ve canlı tutucu, koruyucu ve pekiştirici bir yol izlemektir. Esasen telkin, çok zaman ki­şide yeni birtakım şeyler yaratmak­tan ziyade, onda şimdiki durumda mevcut olan eğilimleri güçlendirir. Telkinden derhal sonuç alınması da imkân dâhilinde olmayabilir zira ancak hafıza bu tür uyarıcılara cevap vermeyi mümkün kılmaktadır; bu ise uzun bir zaman alabilecektir. Esas uyarıcı ilk olarak ebeveynle kurulan ilişkiler sırasında belirmiş olduğuna göre, telkini yapan şahsın özellikle­ri, telkinin etkisinde büyük rol oyna­yacaktır.

İnsanın, gerek iç çevre (= ruhi yapı ve durumlar), gerekse dış çevre (= insanlar ve nesneler)den gelen türlü etkilerle devamlı telkin altında, bulunduğunu biliyoruz hatta bazen bu etkiler, birçok kişinin dinî inanç ve yaşantısında, dinin özüne yabancı, aykırı ya da dinden saptı­rıcı birtakım olumsuz neticeler do­ğurabilmektedir. Çağımızda, insanı etkilemeye yönelik vasıtalar alabildi­ğine çoğalmış ve gelişmiş olduğu için, bunların muhtemel zararlı etki­lerine karşı dini tebliğ ve telkin, Müslümanların inançlarını koruyucu bir set teşkil etmelidir. Kişinin dinî atmosferinin diri ve canlı tutulması, inanç esaslarının derinden benimse­nir hale getirilmesi, dinî yaşayışın özüne uygun tarzda geliştirilmesi, böylece müminlerin büyük çoğunlu­ğunda “şahsiyet dindarlığının oluş­turulması, telkin ve tebliğ faaliyetle­rinin vazgeçilmez hedefi olmalıdır. Ayrıca dinî tebliğ ve telkin, mü­minlerin günlük yaşayışlarında kar­şılaştıkları din açısından güçlük arz eden birtakım durumları, çözümü güç meseleleri halletmeye yardımcı ola­bilecek uygulanabilir teklifler orta­ya koyarak, huzurlu bir dinî ortamın teşekkülünü gerçekleştirmelidirler.

K. Kerim’de yer alan esasların devamlı olarak tekrar edilmesi, Müslümanların hayata, bakışlarına şuur altında cereyan eden bir tesir icra eder.

2— Yanlış ve Bâtıl İnançlarla Mücadele: Sahih ve öze uygun dinî inanç ve esasların telkin ve tebliği, tek başına yeterli görülemez. Bütün iyi niyet ve çabalara rağmen vakıala­ra (ana kaynaklardaki bilgilere) uy­maya birtakım inanış ve uygulama biçimlerinin varlığı da bilinen bir gerçektir. Üstelik bu bâtıl inanış­ların günümüzde, gittikçe yukarıya doğru tırmandığını gösteren birtakım belirtiler de vardır. Dinî telkin ve tebliğ faaliyeti bu gibi inançlarla mücadeleyi de kendine ana hedef bilmelidir.

Bâtıl inançların ortaya çıkışında bazı psikolojik ve sosyolojik faktör­ler rol oynar. Konu, müstakil bir araştırmada ele alınması gerekecek kadar önem arz ettiği için, burada sa­dece az-çok bilinen bazı hususlara temasla yetinilecektir.

Eski din ve inançlardan, yerli ya da yabancı örf ve âdet, gelenek ve göreneklerden ve daha başka yerler­den kaynaklanan birçok inanç, dü­şünce ve yaşama biçimi vardır ki, bunların dinî kaynaklarda belirtilen esaslarla hiçbir ilgisi olmadığı halde, birçok insanlar tarafından bunlar dindenmiş gibi zannedilerek sahip çı­kılmakta ve korunmaktadır. Dinî tel­kin ve tebliğ hizmeti, bu gibi bâtıl inançları veya yaşama, tarzlarını or­tadan kaldırmayı kendine hedef bil­melidir. Ancak, insanların öteden beri sahip olageldikleri inançları ya da yaşama tarzlarını öyle kolayca terk etmeye yanaşmadıkları da bili­nen bir gerçektir. Müminler arasında bulunabilecek bazı bâtıl inançlarla yapılacak bir mücadele, bunların kaynaklan, özellikleri, in sanlar ta­rafından niçin (hangi ihtiyaca bi­nâen) benimsendikleri gibi hususlar iyice tespit edilmeden asla başarıya ulaşamaz hatta bazen halk ara­sında büyük tepkilere, yanlış anlayış ve tefsirlere, neticede de “fitne”ye sebep olabilir.

3— Dine Davet ve Tebliğ: Farklı bir dine mensup veya bütü­nüyle dindışı bir hayat tarzı içinde­ki insanları dine davet etmek ve di­nin esaslarım onlara bildirmeye ça­lışmak, ilk yayılmaya başladığı dö­nemlerden bu yana dinî telkin ve tebliğin yöneldiği bağlıca hedeftir. Din, yayılmaya başladığı cemiyette kemal bulduktan sonra da bu hedef ortadan kalkmaz çünkü İslâm’ın evrensel karakteri, onun bütün in­sanlara duyurulması ve tanıtılmasını gerekli kılmaktadır. Yukarıda belirt­tiğimiz gibi, her ne kadar dinin teb­liğ ve telkinlerine bazı insanlar el­verişli değillerse de, din yine de bü­tün insanları kendi tebliğlerine muhatap kabul etmektedir. K. Kerim’de birçok âyetin, “Ey İnsanlar...” hita­bıyla başlaması, bunun açık deli­lidir.

Çağımızda, modern teknolojinin yardımı ile bütün dünya belli bir yere kadar kültürel ve entelektüel bir birliğe kavuşmuştur. Dünyamızın ortak malı olan bu entelektüel alana hâkim olmak ve böylece orayı kendi dış bünyelerinin bir parçası haline getirmek için meydan bütün dinlere açıktır. Ancak, insanların inanç ve düşüncelerine tesir etmek son derece önemli olduğu kadar, o derece de bilgi, dikkat ve incelik isteyen bir iştir. Bu konuda bilinmesi gereken başlıca prensip, “düşünce ve inanç­lara tesir etmek için; oldukları yer­den başlamak” ve bu düşünceleri bu noktadan itibaren yöneltmeye çalış­mak” (15) tır. Onun için dinî tebliğ ve telkinin muhtevası, günümüz insa­nının zihniyet ve anlayışına hitap edebilecek tarzda düzenlenmelidir. Bir hususî inancı değiştirmezden, önce, bazı temel inançları değiştirmek veya telkin etmek istediğimiz inancı onların temel inançları çerçevesin­de ifade etmek gerekecektir. Fakat bu insanların temel umumi or­ganizasyonları hakkında bir şeyler bilmiyorsak, daha sonraki düşünce­lerini ne anlayabilir ne de ön­ceden tahmin ve kontrol edebiliriz.

ÜÇ PSİKOLOJİK TİP VE ÜÇ HİTAP TARZI:

“Rab’binin yoluna hikmetle, gü­zel öğütle (meviza-ı hasene) ve en güzel mücadele biçimi (cedel) İle dâvet et.” (İsrâ, 123) âyetinden yo­la çıkan filozof îbn Rüşd, insanların tabiatının, tasdik yönünden birbirin­den farklılıklar gösterdiğini belirt­miştir. Ona göre:

a) İnsanlardan bazıları bir hükmü “Burhan” (= kesin delil) la tas­dik eder.

b) Diğer bazıları “Cedel” (Tar­tışma ve münakaşa) neticesinde tas­dik eder.

c) Bazıları da hitabî ve iknâî (vaaz ve nasihat) sözlerle tasdik eder, (16)

Batı’da yapılan bazı tecrübî araştırmalar, filozofun bu görüşleri­ni doğruluyor gözükmektedir. Psiko­lojik cihetten, dinî yaşayıştaki ferdi farklılıkları en genel çizgileriyle üç tip altında toplamak mümkündür; yâni üç tip dindarlıktan söz edile­bilir:

a) Akılcı tip dindarlık: Bunlarda zihnî yön ağır basar; benli­ğin (= şahsî tecrübenin) görevi si­likleşir. Filozof ve ilâhiyat âlimlerin­de durum böyledir.

b) Mistik tip dindarlık: Bunlar­da benlik yeteneği (şahsî tecrübe) ağır basar, akıl ikinci sıradadır.

c) Benlik ve akıl: Her ikisi de denge halinde bulunmaktadırlar. (17)

DÎNÎ TELKİN VE TEBLİ­ĞİN ETKİNLİĞİNİN ŞART­LARI:

Toplumda yürütülen dinî telkin ve tebliğ faaliyetlerinin fertler üze­rinde istenen etkiyi meydana getir­mesi, pek çok şartın dikkate alınma­sı, bilgili ve şuurlu bir şekilde bun­ların kontrol altında tutulmasına bağlıdır. Aksi takdirde bu çalışma­lardan olumlu bir netice beklene­mez hatta çok iyi niyet ve düşünce­lerle yola çıkılmış bile olsa bazı du­rumlarda, insanları dine yaklaştır­ma yerine, dinden uzaklaştırma ve soğutma tehlikesiyle de karşılaşmak mümkündür.

I — TEBLÎGCİ(KAYNAĞIN)NİN ÖZELLİKLERİ: Tebliğin etkin­liği ile doğrudan ilişkili değişkenlerin başında, tebliğcinin taşıdığı özellik­ler gelir:

1— İnanılır Olma: Gerek gün­lük yaşayışımız, gerek araştırma so­nuçları, inanılır kaynaktan gelen teb­liğin fertlerde daha fazla tutum de­ğişimi meydana getirdiğini göstermektedir. İnanılırlık da iki faktöre bağlıdır:

a) Saygınlık (mevki, prestij): Saygınlık genel bir özellik olup daha ziyade tebliğcinin din konusunda bilgili ve samimî olup olmadığı ve din­leyicinin tebliğciye hürmet derece­siyle ilgilidir. Yüksek saygınlığı o­lan kişilerin yaptığı telkin ve tebliğ daha kolaylıkla kabul edilmektedir.

b) Güvenilirlik (maksat): Teb­liğcinin bilgi ve samimiyetinin öte­sinde, güvenilir de olması, muhatabı etkileyebilmesi için çok önemlidir. Tebliğci ne kadar bilgili ve samimî olursa olsun, o tebliği yapmaktaki maksadı muhatabı kandırmak olarak yorumlanırsa, o muhatap üzerinde fazla bir etkisi olmayacaktır. Başka bir deyişle, dinleyici tarafından tebliğcinin, o tebliğden şahsî bir men­faat sağlamadığı düşünülürse bu du­rum, o tebliğin etkisini artırır. Bazı araştırmalar dinleyicinin, tebliğin kendisine yöneltilmemiş olduğunu düşündüğünde, ondan daha fazla etkilendiğini ortaya çıkarmıştır. Bu, kişinin etkilenmediğini sandığı za­man aslında daha fazla etkinliğini gösteren ilginç bir durumdur. (18) Bu tespitler bize, kişinin kendi fikrini değiştirme amacına yönelik telkin ve tebliğlere direndiğini de açıkça göstermektedir. Başka bir deyişle, in­sanlar açıkça, inanç ve tutumlarını değiştirmeye çalışan telkin ve tebliği kabul edip, ona uygun bir şekilde inanç ve tutumlarını değiştirmeyi kendilerine yedirememekte; fakat bu maksat açıkça ortaya konmamışsa, pekâlâ bu telkinleri kabul edebilmek­tedirler.

2) Sevilmek (Çekicilik): Teb­liğcinin sevilen, hoş, çekici olması da kendi başına önemli bir etken olarak belirmektedir. Eğer tebliğci sevdiğimiz, hoşlandığımız bir kişi ise, açıkça bizi etkilemeye uğraştığı belli bile olsa, bu etkiyi âdeta seve­rek kabul etmekte hatta belki de onu memnun etmek ister gibi davranabilmekteyiz. Sevgi her zaman etkiyi ve etkilenmeyi artırır. (19)

Ayrıca sevilen, beğenilen tebliğci, dinleyici için aynı zamanda taklit edilebilecek, tutum ve davranışları örnek alınabilecek bir kişi olarak be­lirebilir.

II — TEBLİĞ(MUHTEVA)İN ÖZELLİKLERİ: Dinî telkin ve tebliğin etkinliği, şüphesiz bunların muhtevası ile de çok yakından ilgi­lidir. Burada tebliğin ne dediğine dikkatimizi çeviriyoruz. Tebliğde öne sürülen fikirlerin fert tarafından benimsenebilmesi için, görüşler arasında belli münasebetler kurulması ge­rekmektedir.

a) Görüş Farkı: Tebliğ ve tel­kinin ikna edici gücünü etkileyen önemli bir etken, dinleyicinin görü­şünden ne kadar farklı bir görüşü ileri sürdüğüdür. Tebliğin muhtevası ile dinleyicinin inanç, tutum ve görü­şü arasındaki fark ne kadar büyükse, ortaya çıkan tutarsızlık da o kadar büyük olacağından, bu tutarsızlığı gidermek için dinleyicide oluşması gereken inanç ve görüş değişimi de o kadar büyük olacaktır. Yâni söz konusu iki tutum arasındaki fark ne kadar çoksa, o farkı kapatmak için o kadar fazla bir tutum değişimi gerekir.

Eğer tebliğci, ferdin çok yakın­dan ilgi duyduğu bir konuya ait inanç ve tutumuna hücum ediyorsa bu, o ferdin kendi nefsine ait nüfuzu­nun bir parçası olan tutuma hücum ediyor demektir çünkü o, “kendisi­nin” tutumudur. Onun için istenen a­şırı değişmeye karşı koyacaktır ve fert kendi benliğine ait nüfuzunu ko­rumak maksadı ile tebliğ hedefini, tebliğcinin istediği yerden daha uzak­lara itebilir. (20)

Tebliğ ve telkinin muhtevası ile muhatabın görüşü birbirine çok ya­kınsa, o zaman dinleyicinin inanç ve tutumları pekiştirilmiş olur; herhangi bir tutum değişimine sebep yoktur. Buna karşılık orta derecede bir fark söz konusu ise, kişinin tutumunu de­ğiştirmesi için önemli bir zorlama var demektir çünkü tutarsızlığa sebep olan bu farkın bertaraf edilmesi gerekir. Ancak aradaki fark daha da fazlalaştıkça, gittikçe artan bir tu­tum değişimi gerektiğinden, bu fazla miktarda tutum değişiminin meyda­na gelmesi güçleşecek, buna karşılık tebliğciye karşı direnme daha kolaylaşacaktır. Tebliğe hedef olan fertle, tebliğcinin iddiası arasında orta derecede bir fark olduğu za­man, dinleyicide en fazla tutum deği­şimi yaratılmaktadır. Ancak bu, en fazla tutum değişiminin meydana geldiği nokta, tebliğcinin inanılırlığı tarafından tayin edilmektedir. Yani, dinleyicinin görüşünden oldukça farklı bir görüşü savunan bir tebliğ, eğer inanılırlığı olan bir kaynaktan geliyorsa, kişide tutum değişimi do­ğurabilecektir. Buna karşılık, dü­şük inanılırlığı olan bir tebliğcinin, tebliğe hedef olanın görüşünden biraz farklı tebliği bile fert tarafından ka­bul edilmeyebilecektir.

b) Tek Yönlü-Çift Yönlü Teb­liğ: Bir tebliğci yalnız dinin ileri sürdüğü görüşleri destekleyen delille­ri mi vermeli, yoksa karşı tarafın delillerini de zikredip onları çürüt­meğe mi çalışmalıdır? Genellikle çift yönlü tebliğin daha etkili olduğu söylenebilir çünkü karşıt tezin de iddialarına yer veren bir tebliğ, da­ha az “telkin” gibi görünecektir.

Özellikle konu basit ve iyi bilinen bir konu ise ve dinleyici baştan teb­liğ ile aynı fikirde değilse, karşı teze ait iddialardan haberdar demektir. Tebliğci bunlardan hiç söz etmezse, gerçeği bilhassa saklıyor ve objektif davranmıyor görünümü verecek, böylece de güvenilirliğini kaybedecektir.

Dinleyicilerin zekâ ve eğitimle­ri ne kadar yüksekse, çift yönlü teb­liğin etkisi, tek yönlü tebliğe oran­la o kadar artacaktır çünkü eğitim ve zekâ düzeyi arttıkça, bir mesele­nin çeşitli yönlerini bilmek ya da tahmin etmek ihtimali de artacak, dolayısıyla o meseleyi sadece bir tek yönden ele alan tebliğ, güvenilir ve âdil görülmeyerek reddedilecektir.

Bu durumların tersi şartlar söz konusu olduğu zaman, tek yönlü teb­liğ daha müessir olmaktadır. Yâni, eğitim ve zekâ düzeyi düşük ya da bilgisi geniş olmayan dinleyicilere bir meselenin iki ya da daha fazla yönünü vermek, onların zihnini karıştıra­bilir. Özellikle, konu karmaşıksa ve iyi bilinmeyen bir konu ise, bu ihti­mâl daha da artacaktır. Aynı zaman­da eğer tebliğe hedef olan fert baş­tan tebliğde öne sürülen görüşlerle az-çok aynı fikirde ise, karşı tezin görüşünden söz etmenin gereği yok­tur. Ayrıca, çok yüksek itibarlı ve güvenilir bir kaynaktan gelen tek yönlü tebliğ de, âdil ve güvenilir ola­rak yorumlanacağından çok etkili olabilir.

c) Duygusal-Akılcı Tebliğ: Bir tebliğci konusunu duygusal bir şekilde mi, yoksa akılcı bir şekilde mi takdim ederse daha etkili olur? Bu soruya kesin bir cevap verilemez çünkü bütünüyle duygusal ya da bü­tünüyle akılcı bir tebliğ genellikle kullanılmaz. Çoğunlukla, aynı tebliğ içinde hem duygusal hem de akılcı taraflar bir arada görülmektedir.

Bundan dolayı duygu ya da akıl tarafına verilen ağırlık (duruma, din­leyicilerin özelliklerine vs. göre) izâfi olmaktadır.

Bununla birlikte, duygu ve heyecanların insan davranışını hangi yönde etkilediğini çok iyi bir şekilde bilmekte fayda vardır. “Bir telkinin etkileri, ferdin taşıdığı ruhî duruma sıkı sıkıya bağlıdır. Şuur alanını da­raltan aşk, öfke gibi yoğun bir duy­gunun etkisi altında kişi, etkilenmeye çok elverişli olacak ve görüşleri kolayca değiştirilecektir.” (21)

İnsan istediği ve bazen da kork­tuğu şeye kolayca inanır. Çok şiddet­li bir duygu, kendini kabul ettirme kuvvetini, konuların tasavvuruna yayma temayülünü gösterir. İnsan, sevdiği veya sempati gösterdiği kim­selere daha çok güvenir ve teslim o­lur çünkü onlara inanmak ister; en iyi şekilde teçhiz edilmiş bir kafa bi­le, bir sevginin tesiri altında her tür­lü tenkit kabiliyetini kaybeder ve bir kadın veya bir çocuk tarafından ya­pılan telkinlere bile körü körüne kapılır. İhtiras (tutku) insanı, safça ülküleştirdiği konusunun değerine karşı genel olarak inanç sahibi olma­ya sürükler.

“Dinî bir inanç, dinî hayatın he­yecanlarıyla dayanışma halindedir ve bir tenkitle sarsılması halinde, bu i­nancın saklı bir hayat muhafaza et­mesine, sözü edilen heyecanlar kâfi gelir. Din değiştirme psikolojisi, he­yecanın bu üstün rolünü gösterir. Her heyecan, (güven ve teslimiyeti) kolaylaştırır.” (22)

Burada önemli bir etken, tebliğ konusunun dinleyiciye ne kadar yakın olduğu, onu ne kadar ilgilendir­diğidir. İnsanlar ancak ilgilendikleri konularda duygusal olabilirler. Eğer tebliğde yer alan hususların dinleyi­ciye yakın bir konusu varsa, ancak o zaman dinleyicinin his ve heyecan­ları kabarabilir, aksi takdirde duygu­sallık dinleyici tarafından tuhaf o­larak nitelendirilebilir ve şüphe ile karşılanabilir.

“Korku” ihtivâ eden bir duygusal tebliğin etkileri çeşitli araştırma­larla ortaya konmuştur. (23) Buna gö­re kişinin tutum ve davranışlarını değiştirmeye yönelmiş bir tebliğde korku veya tehdidin kullanılması ih­tiyatı gerektirmektedir. Az bir kor­kunun iyi bir şey olacağı, fakat fazla korkunun kötü sonuçlar verebilece­ği görülmüştür. Ayrıca bu konuda ferdî farklılıklar ön plâna çıkmak­tadır. Şöyle ki, kendine güvenen kim­se, çok korkutucu bir tebliğe hedef o­lunca, hemen tedbir alıcı bir davra­nış gösterebilmekte; kendine güven­meyen kimse ise bu tür bir tebliği kabul etmeyerek kendini (devekuşunun başını, kuma sokması misali) korkuya karşı korumaktadır. Ken­dine güveni az kimselerin de, kendi­ne güvenli kimseler gibi tebliğ ile olumlu, yapıcı harekete geçirilmelerini sağlamak için onlara, durumla başa çıkmalarına yardımcı olacak pratik çare ve çözüm yollarını da göstermek en etkili yoldur.

Akılcı tebliğin daha ziyâde eği­tim ya da zekâ seviyesi yüksek (akıl­cı tip) kişiler için daha etkili olacağı akla yatkın gelmektedir.

III — TEBLİĞE HEDEF OLANLARIN ÖZELLİKLERİ:

a) Taahhüt (Bağlanma): Tebli­ğe hedef olan kişi farklı bir inancın sahibi ise ve kendi inanç ve görüş­lerine ne kadar çok bağlanmış ise, inanç ve tutum değişimi de o kadar güç olacaktır; yâni tebliğ ve telkinin etkisi azalacaktır.

Hiçbir inanca sahip olmayan bir insana tebliğ ve telkin yoluyla belli bir inanç ve görüşü kazandırmak daha kolay olacaktır. Fakat kişinin belli bir inanç ya da tutuma belli bir harekete bağlanmış olması, çok kuv­vetli inanç ve tutumu değiştirmede­ki aynı zorluğu yaratır. Kanaatini herkesin önünde belli eden bir insa­nın bu tutumunu tebliğ ve telkin va­sıtasıyla aksi yönde değiştirme ihti­mali çok az olmaktadır. Genellikle açıktan bir inanca ya da tutuma bağlanmanın tesirli bir usûl olduğu, bu­na karşılık özel, bağlanmanın (veri­len kararı fertten başkasının bilme­mesi) ise, tesirsiz olduğu tespit edil­miştir. (24)

b) Kendine Güven: Kendine güveni yüksek olan bir kimse, bu gü­veni sarsabilecek kendi tutumuna ters düşen bir tebliği reddetme, gör­memezlikten gelme ya da unutma eğilimi gösterebilir. Buna karşı­lık kendine güveni olmayan ya da az güveni olan kimseler, kendi görüş ve fikirlerine de fazlaca değer vermedikleri için onları değiştirme­leri güç olmaz. Bunlar, çevreden ge­len menfi tesirler ya da bilgilere karşı daha hassas olduklarından kolayca etkilenebilirler.

c) Saygınlık Farkları: Kişinin toplum ya da grup içindeki saygın­lığı yâni mevkii; onun diğerleri. ta­rafından ne kadar etkilenebileceğini tâyin edici bir etkendir. Genellikle düşük saygınlığı (mevkii) olan kim­seler, yüksek saygınlığı olanlardan daha fazla etkilenebilmektedirler.

d) Zekâ ve Eğitim: Fertler arasındaki zekâ farkları, tebliğ ve telkinden etkilenmelerde; bilinen sü­rat farklarını tayin etmeye yardım ederler. Zekâ ve eğitim düzeyi yük­sek olan kimseler tutarsız, mantıksız ya da basit tebliğden, zekâ ve eğitim düzeyi düşük olan kimselerden daha az etkileneceklerdir çünkü yüksek zekâ ve eğitim düzeyi, bu kimselerin tebliğdeki mantıkî tutarsızlıkları fark etmelerini sağlayacaktır. Bunun­la beraber, aynı sebepten ötürü, yük­sek zekâ ve eğitime sahip fertlerin, düşük zekâ ve eğitimlilere nispetle tutarlı, mantıklı ya da karmaşık teb­liğden daha fazla etkilenecekleri söylenebilir.

e) Cinsiyet Farkı: Önceki bö­lümlerde de belirttiğimiz gibi, ka­dınlar genellikle daha kolay ikna edi­lebilmekte ve sosyal etkiye daha faz­la uyma eğilimi göstermektedirler.

IV — TEBLİĞ ORTAMI­NIN ÖZELLİKLERİ

a) İçinde Olma-Tek Başına Ol­ma: Topluluk hâli, tabiî insanın ken­di ferdiyetinin yalnızlığı içinde bilip anlayamayacağı derecede idrak kuv­vetini artırır, heyecanım derinleştirir ve iradesini kuvvetlendirir. Bunun yanı sıra telkin alma kabiliyetini de fazlalaştırır.

“Büyük kalabalıklar içinde, tel­kin edici etkiler olağanüstü bir bi­çimde yoğunlaşır; bu şekilde, her yandan ona yönelen telkinler karşı­sında kişi, sonunda kendi öz tenkit düşüncesinden mahrum bırakılır; bu büyük ırmağın içinde artık o, bir damladan başka bir şey değildir. Duy­gusal elemanların çok kuvvetli olduk­ları bu çevre veya daha doğrusu ira­denin bu ortak kanunu, birkaç hatip sloganı, ya da birkaç güçlü haykırış, korkunç bir gösteri ile birdenbire ortaya çıkarlar. Bu sürece “yığınla­rın telkini” adı verilir.” (25)

Cemaat halinde olan kişilere yö­nelmiş bir tebliğ ve telkinin, kişinin tek başına olduğu zamankinden daha etkili olduğu genellikle ispat edilmiş bir şeydir. Ancak eğer cemaat üyeleri arasında fikir ihtilafları varsa ve aralarında konuyu tartışma imkânı bulunursa, cemaat halinde dinleme, tebliğ ve telkinin etkilerine karşı koyabilmektedir. Eğer cemaat üye­lerinin çoğu tebliğci ile aynı kanaatte ise, cemaat halinde dinleme daha etkilidir.

b) Hedefle Yüz yüze, Olma-Hedeften Uzakta Olma: Tebliğcinin, tebliğine hedef olan kişi ile yüz yüze olması etkinin şiddetini artırmakta­dır.(26) Araya başka vasıtaların (ki­tap, broşür, radyo, televizyon vs.) girmesi, böylece tebliğci ile dinleyici­nin ayrı düşmesi etkinin gücünü azal­tır. Şahsî tesirin çok daha müessir ol­ması, yüz yüze ikna etmenin çok da­ha esnek olmasından ileri gelmekte­dir. Kitle haberleşme araçlarının ki­şilere etkide bulunması, ancak mev­cut inanç, görüş ve tutumlarla uy­gunluk hâlinde olmasına bağlıdır. Yâ­ni bu vasıtalar, farklı inanç ve tutum sahibi insanları değil, aynı doğrultuda­ki kişilerin inanç ve tutumlarını pe­kiştirmeye ve yönlendirmeye hizmet ederler.

(1) R. ALAYLIOĞLU - A.F. OĞUZKAN, Ansiklopedik Eğitim Sözlüğü, s. 101.

(2) E. KRETSCHMER, Psychologie Medicale, s. 189.

(3) G. LE BON. Les Opinions et les Croyances, s 135.

(4) M. OSMAN, Tababet-i Rûhiye, c. I., s. 80.

(5) KRECH - CRUTCHFIELD - BALLACHEY, Cemiyet içinde Fert (Çev. M. Turhan), c. I. s. 365.

(6) A.e., s. 368.

(7) Paul GUÎLLAUME, Psikoloji (Çev. Refia Şemin), s. 221.

(8) Bkz. Zümer: 8, 49: Hacc: 11-13; Lok­man; 32; Yunus: 22-23; Fussilet: 51; Fecr: 5-6.

(9) Bkz. Bakara; 6; Yasin: 10; Bakara: 155; En’am: 109; Yunus : 33; Hud: 17; Fussilet: 44.

(10) KRECH ve dig., a.g.e., c. X. s. 76

(11) S.S: SARGENT - R.C. WILLIAM­SON, Social Psychology, s. 807

(12) Bkz. Ebu Davud, Salat 25.

(13) KREGH ve dig., a.g.e.. c. I., s. 368.

(14) Bkz. Buhârî, Hayz 6, İlim 32; Ebû Davud; Salât 246.

(15) KRECH - CRUTGHFİELD, Sosyal Psikoloji (Çev. Erol Güngör), c. I, s. 130.

(16) İBN RÜŞD, Faslu’l-Makal (Çev. S. Uludağ), Hareket D., Yıl: 1980, sayı: 13, b. 3-4.

(17) W.D. GRUHEN, La Psychologie Différentielle de le Religion (A. GODİN, Recherches et Reflexions içinde) s. 57.

(18) Çigdem KAGlTÇIBASI, İnsan ve İn­sanlar, s. 170 - 171 (3. bas.)

(19) Paul GUlLLAUME, Psikoloji (Çev. Refia Şemin) s. 276.

(20) KRECH ve diğ. Cemiyet içinde Fert, c. I., s, 396; KAGlTÇIBAŞl, s. 174-­179.

(21) LE BON, Les Opinicons et les Creyances, s. 140.

(22) GUİLLAUME, Psikoloji, a. 276.

(23) KRECH ve diğ, a.g.e., c. I., s. 402 - 405; KAĞITÇIBAŞI, s. 183.

(24) KAĞITÇIBAŞI, a.g.e. s. 186; KRECH.., c. I., s. 377.

(25) KRETSCHMER, Psychologie Medíca­le. S. 189.

(26) KRECH ve diğ., a.g.e., c. I., s. 385-387.

KAYNAKLAR

K. KERİM ve KÜTÜB-I SÎTTE

ALAYLIOĞLU, Ruşen - OĞUZKAN, A. Ferhan: Ansiklopedik Eği­tim Sözlüğü, İst. 1968.

BOUDIN, Charles; Telkin Nedir? (çev. H. Baha Pars) İst. 1938.

BROWN, J.A.C.; Beyin Yıkama ve İkna Metotları (çev. Behzat Tanç) 3. bas. İst. 1976.

GRUHEN, W.D.; “La Psychologie Differentielle de la Religion” (A. GODÎN. Recherches et Reflexions içinde) Bruxelles 1965.

GUILLAUME, Paul; Psikoloji (çev. Refia Şemin) İst. 1970.

HOFFER, Eric; Kesin İnançlılar (çev. Erkıl Günur) 3. bas, İst. 1980.

ÎBN RÜŞD; Faslu’l-Makâl (çev. S. Uludağ-), Hareket D. Mart 1980 Sayı: 13.

KAĞITÇIBAŞI, Çiğdem; İnsan ve İnsanlar, 3. bas, İst, 1975.

KRECH - CRUTCHFIELD - BALLACHEY ; Cemiyet içinde Fert (çev. M. Turhan) c. I, İst 1970.

KRECH - CRUTCHFIELD: Sosyal Psikoloji (çev. Erol Güngör) c. I, İst. 1970.

KRETSCHMER, E.; Psychologie Medicale, Paris 1956.

LE BON, Gustave; Les Opinions et Jes Croyances, Paris 1913.

Mazhar OSMAN; Tababet-i Rûhiye, c. I 2. bas., İst. 1926.

SARGENT - WILLIAMSON; Social Psychology, sec. edt., New York 1958.

SİLLAMY, Norbert; Dictionnaire de la Psychologie, Paris 1967.

Watt, W. M.; Modern Dünyada İslâm Vahyi (çev. Mehmet Aydın) Ank. 1982.