Bismillahirrahmanirrahim
İctihad ve Modern Zamandaki (Çağdaki) Rolü
GİRİŞ
İslâm dininin birinci asli kaynağı kitap yani Rasûlüllah’a indirilen Kur’an-ı Kerim’dir. Hz. Peygamber (s.a.s.)’ in hadisleri, Kitabullah’ın bir tefsiri mahiyetinde olduğundan ve vahye dayandığından, Sünnet-i Rasûlüllah da dinî hükümlerin ikinci büyük kaynağı olmuştur.
Kitap ve Sünnette tespit olunan dinî hükümler, her devirde geçerli olup karşılaşılan yeni cüz’î meselelerin hâllinde ilk ana kaynaklardır. Ancak bu hükümler, şümul bakımından her şeyi içine alan ve her meselenin hâlline ışık tutan genel kaideler ise de miktar bakımından sınırsız değildir. Hâlbuki tâ Rasûlüllah zamanından itibaren olup biten hâdiseler, karşılaşılan şartlar ve durumlar zaman içinde sınırsız hâle geldi. Bu durum her zaman ve asırda da devam etmektedir. Mensubu bulunduğumuz İslâm ise beşerin her asırda karşılaşacağı problemleri hâlletmeye ve cevaplandırmaya yeterli olan üniversal bir ilâhî dindir. İslâm böyle olduğu gibi, getirdiği hükümler de böyledir. Ancak bu sınırsız cüz’i, fer’î meselelere ve karşılaşılan yeni hâdiselere, aslı iki kaynakta mevcut olan hükümlerle cevap vermek her zaman mümkün olmaz. İş bu gerçeği gören ve sezen Hz. Peygamber ve Ashabı, o iki ilâhî kaynağın ışığında ve istikâmetinde yeni dinî kaynakların varlığını kabul eylemişler ve karşılaşılan meseleleri onlarla hâlle çalışmışlardır.
233
Muaz b. Cebel hadisi bunun ilk ve açık örneğidir. Rasûlüllah, onu Yemen’e vali gönderirken ne ile hükmedeceğini sormuş, o da önce Allah’ın Kitabı ile onda bir hüküm bulamazsa Rasûlüllah’ın sünnetiyle onda da bir hüküm bulamadığında kendi rey ve ictihadıyle amel edeceğini belirtmiştir. Rasûlüllah da Hz. Muaz’ın bu cevabını olumlu karşılamış, böyle bir cevaptan ötürü Allah’a hamdü senalarda bulunmuştur. (1) Hz. Ömer ve Hz. Ali’ye kadılıkta bulunan Şureyh’e de Halife Hz. Ömer şöyle bir mektup göndermiştir: “Allah’ın Kitabı ile karar ver, onda bir hüküm bulamazsan Rasûlüllah’ın sünnetiyle hükmet, onda da bir hüküm bulamazsan kendi reyinle ictihadda bulun.” (2)
Şu duruma göre ictihad, İslâm dininin ve hukukunun ‘EDİLLE-İ ERBAA’ (dört delil) sından dördüncüsüne, ‘KIYAS-I FUKAHÂ’ içerisine girmektedir.
İCTİHADIN TARİFİ VE İZAHI
İctihad kelimesi, cühd kelimesinden alınmıştır. Lügatte; normal işlerden daha fazla bir gayreti gerektiren işte sarfedilen gayret, tahammülü güç durum, olanca takatin harcanması gibi mânâlara gelir.
Hukuk dilinde ise; delillerden fer’î, hukukî hükümler çıkarmada fakih müctehidin olanca gayretini sarfetmesidir.
Bu tariften ehemmiyeti anlaşılan ictihad işi, rastgele bir kişi tarafından değil, ileride ictihadın şartlarından da anlaşılacağı üzere, ancak fakih müctehidlerce yapılabilir. Fakih müctehid olmayan birilerinin yaptığı iş, hüküm çıkarma ictihad sayılamaz. Müctehid kişinin bütün ilmî gücünü sarfettiği, hâlle çalıştığı iş hukuk sahasında olmalıdır. Fakih birisinin hukuk dışında yaptığı, hâllettiği bir iş ve mesele ictihad sayılamıyacağı gibi, fakih ve müctehid olmayan bir kimsenin hukuk sahasında, her türlü ilmî gücünü harcayarak hâllettiği bir mesele ve yaptığı iş de ictihad sayılamaz. (3)
1- El-Buharî, Sulh 5, Şurut 9; Tirmizî, Ahkâm 3.
2- Serahsî, el-Usul, c. 2/115, Kahire.
3- Kemal b. Humam, et-Tahrir, c. 3/291, Mısır Bolok 1316, İbnu Âbidin, Hâşiyetü Diirrü’l-Muhtar, c. 1/57, Mısır 1307. Muhammed Musa Tuvane, el-İctihad, s. 98, Kahire - 1973.
234
İctihadda bulunacak kişi ile ictihadın hangi sahada yapılabileceği bu şekilde sınırlandırıldığı gibi, tarif üzerinde duranlar hukukun her sahasında, her şer’î delilin bulunduğu yerde ictihadın da söz konusu olabileceğini belirtmişlerdir, işi bu yönden de bir sınırlandırmaya tabi tutmuşlardır. Şöyle ki; kat’î, açık nasların bulunduğu yerde ictihada müsaade yoktur. (4) Aklî ve herkesçe bilinip kavranabilen meselelerde herkes birleşir ama hata edenler günahkârdır. Fakat hukukta mevcut zannî, ihtimâlî meselelerde ictihadda bulunur fakat işbu ictihad sonucu kişi isabet ederse iki sevaba, hata ederse bir sevaba ulaşacağı hadislerde belirtilmiştir. (5) Hata hâli günah bir iş sayılmamıştır. Kısacası zannî hususlarda açık bir delilin, nassın bulunmadığı yerlerde müctehid kişinin ictihadda bulunması, halkın sorularını cevaplandırması teşvik edilmiştir. (6)
Böyle bir ictihad işi ehemmiyetine göre sınıflandırılmıştır. Şöyle ki:
1- Yapılması zarurî (Farz-ı ayn) ictihad: Sorulan meselenin şayet âniden gelip geçmesinden korkulursa, o zamaıı yapılması gereken ictihad. Böyle bir soru kendisine sorulan kişi üzerine cevabını vermek farzdır. Zira ilim erbabının aslî görevi bu nevi meseleleri hâlletmektir.
2- Farz-ı kifâye ictihad: Sorulan meselenin derhal gelip geçişinden endişe edilmezse, o zaman soru sorulan kişinin cevap vermesi Farz-ı kifâyedir. Soru sorulan kişi tek değil de birden fazla ise o zaman her birisinin üzerine düşen, gerekli cevabı araştırmasıdır. Ama bu araştırma işi kesin bir zaruret taşımaz.
İctihad kudretine sahip kişi bu işten vazgeçer, sorulan hususta ictihadda bulunmazsa günahkâr olur. Ama müctehidlerden biri cevap vermişse, diğerlerinden bu borç, külfet düşer. Bir özrü olmadan ictihadda bulunmayı terkeden müctehid kişi günahkârdır.
4- Bak. Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye, md. 14. “Mevrid-i Nasda ictihada mesağ yoktur.” denilmektedir.
5- Buharî, İ’tisam, 20-21; Müslim, Akdiye, no: 15; Ebu Davud, Akdiye, 2; Neseî, Ahkâm, 2, Kuzzât, 3; İbnu Mace, Ahkâm, 3; Müsnedü Ahmed, c. 4 /168, 204 - 205.
6- et-Tahrir, c. 3/292.
235
3- Mendûb (Güzel karşılanmış) ictihad: Ortalıkta hiçbir sual ve mesele yokken müctehid ictıhadda bulunursa, bu ilim adına bir hizmet olup mendûbdur.
4- Haram (Yasak ictihad): Ortalıkta kesin bir delil varken kişinin ictihadda bulunmasıdır. Zira açık hukukî hükmün bulunduğu yerde ictihada müsaade edilmemiştir, Yakîne sarılmak ve şüpheli şeyi bırakmak İslâm hukukunda umumî bir kaidedir. (7)
Müctehid derecesine ulaşamamış âlim kişinin işi ise; fakih müctehidlerin tercih ve tashih eylediklerini aynen almaktır. Müteaddid fikirlerin bulunduğu yerlerde örf ve âdetin, insanların durumunun, en uygun fikri ve ictihadı almada önemli rolü vardır. (8) Bilgi ile amel, bilgisiz şekk ve tereddüdden her zaman önde gelir. (9)
İctihadın hukukî esasları üzerinde durulmayacak, biraz sonra şartları ve rükünleri belirtilecektir. İctihadın, fikir beyanının önemi konusunda Ömer bin Abdülaziz şöyle dermiş:
“Hz. Muhammed’in ashabının bir hususta ihtilâf etmemeleri beni memnun eylemez. Çünkü onlar bir hususta ihtilâf eylemese, o zaman ruhsat diye bir şey söz konusu olmazdı.” (10)
İCTİHADIN ŞART VE RÜKÜNLERİ
İctihadın tarifinden de anlaşılacağı gibi, rükünleri kısaca şöyle sıralanabilir:
1- Büyük bir gayretin sarfedilmesi, (Buna arapçada cühd denilir.)
2- Müctehid: İctihadın fakih bir müctehid tarafından yapılması icap eder. Rastgele birisinin yaptığı iş ya ictihad değildir yahutta daha önce verilmiş bir ictihadı araştırmadan ibarettir.
7- a.e. c. 3/292; el-Usul, c. 2/116.
8- Hâşiyetü Dürer, c. 1/57.
9- el-Usul, c. 2/293.
- a.e. 1/52. İctihadın değişik tarif ve açıklamaları için bak; el-İctihad, s. 98, v.d. el-Amidi, el-Ahkâm fî usuli‘l-Ahkâm c. 3/140, Kahire 1968; el-Gazalî, el-Mustasfa c. 2/354, Mısır Bolak 1324.
236
3- Zannî fer’î bir hukukî meselenin olmasıdır. Hukukun dışında bir ilimde yapılan araştırma, ictihad değildir.
4- Hukukî bir delilin bulunmasıdır. Müctehid kişinin, tafsilî ve fer’î bir neticeye ulaşması için aynı zamanda icmalî genel kaide ve hükümlere de uyması gerekir. (11)
İctihad gibi önemli bir işte umumî, esaslı ve tamamlayıcı bir kısım şartlar aranır ki, aslında bunların çoğu müctehid kişinin şahsî ve ilmî seviyesi ile yakından ilgilidir. Onun için burada sıralanacak şartlar hem ictihad işlemi ve hem de müctehid kişide aranılan şartlardır.
A- UMUMİ ŞARTLAR:
1- BÜLUĞ: Gayrı bâliğ birisi böyle bir işle mükellef tutulmadığı gibi, kendisinde kâmil bir akıl gücü de yoktur, gelişmemiştir. Bazı kişiler büluğdan önce zekî, keskin görüşlü olabilir ama bu normal bir hadise değil, istisnadır ve aklın tam olgunluğu ancak büluğla mümkündür.
2- AKIL: Her ilim için olduğu gibi ictihad ilmi için de akıl şarttır. Müctehid kişi selim bir akıl sahibi olmalıdır. Akla arız olan bir hastalık bulunmamalıdır.
3- KESKİN GÖRÜŞ: Fakih kişinin bizzat kendisi, sözlerden maksadın ne olduğunu, hükümlerin nelere dayandığını en ince şekilde bilmeli ve sezmelidir.
4- İMAN: İctihadda bulunacak kişi öncelikle ictihatta bulunacağı sahadaki esaslara, hükümlere içten inanmalı ki, yapacağı işin de inanılarak yapıldığı anlaşılsın. Kur’an ve sünnete inanmayan birisinin, oradaki hükümlere dayanarak ictihatta bulunması sıhhatli ve muteber sayılamaz. (12)
B - TEMEL ŞARTLAR:
Belirtilen vasıfları, şartları taşıyan her kişi yine de ictihada tevessül edemez, kalkışamaz. İlim erbabı bu konuda güvenilir bir ictihadın vukuu için çok önemli diğer bir kısım şartlar ileri sürmüşlerdir.
11 - el-İctihad, s. 121-124.
12 - et-İhkâm, c. 3/129; el-Mustasfa, c. 2/51-52; et-Tahrir, c. 3/294; el-İctihad, s. 160-167.
237
Bu şartlar şunlardır:
1- Arap dilini bilmek: Bir hukukta ihtisas ve ictihad erbabından olabilmek için o hukukun dilini bilmek nasıl şart ise, İslâm hukukunun dili, vahiy lisanı Arapçayı bilmek de bir İslâm müctehidi için en önde gelen şarttır. Sarf, Nahiv, Belağat... İlimlerini, kelime ve terkiplerin mânalarını bilmelidir. Hiç şüphesiz o kişinin, Arap dilinde çok yüksek seviyeye çıkmış bir Arap şâiri veya edibi kadar Arapça bilmesi istenilemez, beklenemez.
2- Usulü fıkıh kaidelerini bilmek: Hükümlerin umumî ve hususîlerini, cereyan eden hâdiselere ne şekilde tatbik edileceğini, ne gibi hükümler çıkarılabileceğini, nasların ve kıyâsın vârid olduğu yerleri bilmelidir ki, o kişi hataya düşmesin. Her türlü mantık kurallarını, hüküm çıkarmada uygulanan ve uyulan kıyas metodlarını vesair hususları bilmesi gerekir.
3- Esas itibariyle mübah olan ve olmayan yerleri, sahaları bilmek: Kitap, sünnet ve icma ile ne gibi şeylerin yasaklandığı, nelerin yasaklanmadığı, haram, mübah veya şüpheli olanların neler olduğu ve özellikle mübah veya şüpheli görülenlerin istishap, maslahat yönünden halka fayda ve mahzurlarının neler olduğu veya olacağı bilinmelidir ki, hüküm istinbatında hataya düşülmesin. (13)
C - ANA ŞARTLAR:
Burada söz konusu şartların özelliği; bir kimse daha önce belirtilen şart ve vasıfları taşımasına rağmen aşağıdaki şartları şahsında bulundurmuyorsa, yine müctehid sayılamaz. Bu ana, şartlar şöyle sıralanabilir:
1-Kur’an-ı Kerim’i bilmek: Müctehid kişi, Kur’an’ın lâfızlarını teker teker ve terkip hâlindeki manalarını, hukukî mânalarının neler olduğunu, kanun koyucu (şârii) nun kastını, konulan hükümden sağlanan fayda ve bertaraf edilen kötülüğün neler olduğunu bilmelidir. Nasların; âmm, hâs, mücmel, sarih olanlarını ve benzerlerini, nüzul sebeplerini, nâsih ve mensûhlarını, hükümlerin tearuzu (çatışması) hâlinde tercih kaidelerini müctehid kişi bilmek zorundadır.
13 - el-Mustasfa, c. 2/351; el-Beyzavî, el-Minhac, c. 3/126, Mısır Bolak 1316.
238
Her ne kadar bazı fakihler, müctehid kişinin Kur’an’ın tamamını bilmesini, ezberlemesini şart koşarlarsa da çokları, hukukî hükümlerle ilgili âyetleri bilme ve ezberlemenin yeterli olduğunu belirtirler.
2- Sünneti bilmek: Dinin ve hukukun kaynağı olan sünneti bilmekte bir müctehid için şarttır. Tedvinden önce râvilerden öğrenmek, tedvinden sonra da hadis kitaplarından sünnetleri öğrenmek mümkündür. Kur’an’ı bilmekteki şartlar burada da aynen geçerlidir. Müctehid kişi ahkâmla ilgili sünnetlerin neler olduğunu, yerini bilmeli mümkün olduğu nispette ezberlemelidir. Ahkâm hadisleri hakkında muhaddis ve fakihler neler söylemiştir, bütün bunlar üzerinde durulmalıdır.
3- Şeriatın maksatlarını anlamak: Allah ve Rasûlünün koymuş oldukları umumî ve hususî hükümlerden maksat nedir? Niçin o tarzda bir hüküm konulmuştur? Ona olan ihtiyaç, duyulan zaruret, varılan iyi sonuçlar nelerdir? Mevcut umumî veya hususî hükme göre amel ve hareketin sonucu ortaya çıkacak hususlar ile şeriatın maksatları arasında uyuşma ve zıddiyet nelerdir? Bütün bunları anlamak ve bilmek şarttır.
4- Küllî kaideleri bilmek: Buradaki küllî kaidelerden maksat; fıkhın ve usulü fıkhın temel küllî kaide ve esaslarını bilmektir. Ancak bu şartın gerçekleşmesiyledir ki, kanun koyucunun maksadı anlaşılır, hüküm çıkarmak kolaylaşır. Fakat işbu küllî kaideler biraz izafî olup mezhepten mezhebe göre değiştiği gibi müctehidlerin değerlendirmeleri ne göre de değişir. (14)
Âlimlerin beyanına göre, müctehid kişi yukarıdaki ilimlerin hemen her birini vasati bir şekilde bilmelidir. Subkî ve Begavî şöyle derler: “Eğer bir kimse Kitabı, Sünneti, Selef ulemasının ittifak ve ihtilâf eyledikleri yerleri, Arap dilini, Kıyas ilmini tafsilâtı ile bilirse, o, müctehid mertebesine ulaşmış kişidir. Yoksa bütün ilimleri, her şeyi bilmesi şart değildir.” (15)
14- el-Mustasfa, c. 2/350-353; Şerhu’l-Mesnevî li’l-Minhac, c. 3/200, Mısır, Bolak 1317. Şâtıbî, el-Muvafakat, c. 3/351-352, 4/105-106, Mısır? el-Buhârî, Müsellemü’s-Sübût, c. 2/383, Bolak 1322; el-İctihad, s. 179-183.
15- es-Subkî, Cemu’l-Cevâmî, c. 2/383, Mısır? Daha fazla bilgi için bak; el-İctihad, s. 194-199.
239
D - TAMAMLAYICI ŞARTLAR:
Burada belirtilecek şartlar; ictihad kudret ve kabiliyeti ile doğrudan ilgili olmayan bir kısım şartlardır. Ancak müctehidlik mertebesine ulaşmış kişinin ictihadda bulunurken riâyeti faydalı, bir noktada gerekli şartlardır. Bunlar da;
1- İctihad yapılacak konu ve olaya dair kat’î bir delil bulunmamalıdır.
2- İhtilaflı yerleri bilmek: Böylece boş yere vakit harcamayacağı gibi mevcut nasları, hükümleri ve icmaı da ihlâl etmemiş olur. Aksine ihtilaflı yeri bilmekle zaman kaybetmeden ictihad işine girişir.
3- Müctehid kişinin doğruluğu ve takvası: İctihad için şart değilse de ictihadın, fetvanın kabulü, güvenilirliği için şarttır. Fâsık birisi de aynı neticeye ulaşabilir. Ama dürüst takva sahibi birisinin vardığı netice, dininin ve dünyasının gereğidir. Diğeri ise sırf nefis ve dünyasının gereğidir. Müctehid kişi hevâ ve hevesin tesirinden, bid’atlardan kaçınmalıdır. İşte bu şart sonucudur ki, hevâ ve bid’at ehlinin mezhebinin bâtıllığına inanılmıştır. Müslüman kişi mümkün oldukça bu kaideye uymalıdır. (16)
İşte bütün bu umumî ve hususî, temel veya tamamlayıcı şartların bulunmasından sonradır ki bir kimse, ilmî seviyesine göre ya mutlak ya da meselede müctehid olabilir. Ama bu şartları taşımayanlar ve Kapitalizm, Komünizm gibi bugün yeryüzünde mevcut, İslâmî olmayan sistemlere bağlı ve hayran Müslüman kişiler, dinî ve millî şahsiyetlerinden uzaklaşarak din işlerini hafife almak, İslâmî hükümlerde güya ictihadda bulunmak suretiyle öbür sistemlerden birine yaklaştırmak gayretine girişmektedirler. İslâm’ı öyle göstermeye çalışmaktadırlar. Onların bu hareketi, tamamen hissi ve körün fili tarifine benzemektedir. İslâm’ı tam anlamayan, bilmeyen bir müctehid de onu tamamen başka bir şekilde tarif etmekte, anlamakta ve anlatmaktadır. (17)
16 - et-Tahrir, c. 3/292-293, 294-296, 298-300, 301-304; el-Mesnevî, c. 3/314-315; el-Muvafakat, c. 4/105-107.
17- el-İctihad, s. 201-205.
240
MODERN ZAMANDA İCTİHADIN ROLÜ VE ÖNEMİ:
İslâm’ın doğuşundan itibaren, her zaman ve asırda, belirtilen şartlar ışığında ve altında Müslümanların karşılaştıkları pek çok meseleler, ictihad yolu ile çözülmüştür. Müctehid kişiler hizmetten geri durmamış, İslâm hukukunun tedvin ve gelişmesine yardım etmişler, hizmette bulunmuşlardır. Müctehidlerin ilmî faaliyetleri, içinde bulundukları siyasî, coğrafî ve kültürel şartlara göre kuvvetli veya zayıf olmuştur, Müslümanların son asırlarda, ilmin her dalında olduğu gibi ictihad sahasında da bir gerilemeye doğru gittikleri görülür. Aslında yeni birçok hâdiselere İslâm hukukunda cevaplar bulmak, ancak ictihad ve benzeri yollarla mümkün idi. Müctehidlerin azaldığı, yetişmediği modern çağda meselelerin artışı, çözüm tarzı bekleyişi ictihada eskisinden daha çok lüzum hissettirmektedir. Böylece öteden beri hayata ışık tutan ve tatbik edilegelen İslâm fıkhı, modern çağın hukukî meselelerine de cevap vermekten geri durmamış olacaktır.
Ama eskisi gibi ciddî bir şekilde ulemâ ve hukukçuların yetişmediği ve yetiştirilmediği bu çağda ictihadda bulunmak, acaba nasıl mümkün olacaktır?
Müslüman ferde ve topluluğa düşen görev; maddî hayatı, manevî, ruhanî renklerle renklendirmeleri, dünyayı âhirete bir köprü yapmalarıdır. Hâlbuki günümüz Müslüman âlimleri arasında öyleleri vardır ki; isteyerek veya zorla asrî hayatı bırakırlar. Onlar, Hıristiyan batıdan veya Komünist doğudan gelen her şeyi kötü karşılarlar, reddederler. Bir kısmı da vardır ki; bunların tam aksine bu dünyada tereddütsüz, ihtiyatsız yaşarlar, dinî meseleleri ve esasları umursamazlar. Son bir grupta, tedbirli bir şekilde eski ile yeni arasında orta bir yolu tercih ederler, İlk iki grubun tutumu birbirine tamamı ile zıd bir durum arz eder, uyuşur ve uzlaşır yönleri bulunmaz.
Hâlbuki her üç grupta şunu bilir ve kabul eder ki; İslâm her zaman için uygundur ve her yeniliğe bünyesi içerisinde cevap verebilir hükümler taşır. İslâm, ümmetini şahsiyeti ile birleştirici ve koruyucudur. İyi niyetli kişiler böyle düşünürken ictihad kapısının da açık olduğuna tereddütsüz inanırlar.
İyi niyet eseri taşımayan düşüncelere göre ise; din artık yaşanmış gelip geçmiştir. Hayat mücadelesinde müstemleke altındaki Müslüman devletler, ileri devletlerin beşeri kanunlarından faydalanmalıdır.
241
Bu da ancak ictihad kapısının açık olması ile mümkündür. Onlar bu yolla Müslüman cemiyete hâkim İslâm fıkhı yerine, başka hukuk sistemini daveti düşünürler.
Görülüyor ki her iki grupta, fikrini savunmada ictihad kapısının açık olduğu fikrine dayanmaktadır. Ancak iyi niyet taşıyan görüş sahiplerine göre; geçmiş ümmetler ve âlimler, ilmî seviye bakımından günümüz Müslümanlarından daha yüksek seviyede idiler ve onlar her hâdise hakkında hükümler bulup koymuşlardır. İctihad noktasından şimdi onların seviyelerine ulaşmak bile mümkün değildir. Onun için ancak o şartları taşıyan kişilere ictihad kapısı açıktır. Aksi görüşü savunanlar ise bugünkü kültür ve medeniyet havasından, eski ictihadların yetersiz olduğunu, asrımıza uymadığını belirtir, her an yeniliğe ictihad yolu ile ihtiyaç vardır derler.
Bir kısa açıklamalardan anlaşılacağı üzere, bir zaman ve mekân kaydı (sınırlaması) olmaksızın, her asırda ve mekânda Müslümanlar, ictihada muhtaçtırlar. Özellikle yenilenen ve değişen şu asırda daha çok ihtiyaç vardır. Fakat duyulan bu ihtiyaç, nasıl karşılanacaktır?
Bu sorunun cevabında, önce İslâm hukukçularının bugünkü durumuna temas gerekir. Geçmişte olduğu gibi zamanımızda da ulemanın teşrik-i mesâi içerisinde çalışması, birbirleri ile yardımlaşmaları gerekir. Ancak bu yolladır ki gelişen zamanda yeniliklere ve gelişmelere cevaplar bulunabilir. Baş tarafta belirtilen şartları birtek kişinin şahsında toplaması, eskiye nispetle hem güç, hem kolaydır. Güçtür; çünkü problemler eskiye nispetle çok daha fazla ve çok yönlüdür. Bunları bilip üzerinde düşünmek, naslara göre değerlendirmeye tâbi tutmak, bir tek kişinin imkânı dışındadır. Kolaydır; çünkü şartların bir kısmını havi eserler, fıkıh, usulü fıkıh ve ahkâm sahasında yazılmış kaidelerin kolayca bulunabilmesi imkânları hazırlanmıştır.
Her ne kadar neşir organları dünyanın her tarafında olup bitenleri kişinin önüne sermekte; dünyanın her tarafında söylenen ve yazılanlar duyulmakta, okunmakta ise de bunları takip bir veya birkaç kişinin, âlimin takati üstündedir. Hatta bu, bir bakıma büyük müesseselerin, zengin devletlerin işidir. Yeni neslin, ferdî olarak yapabildiği, ancak eserler üzerinde tashih ve tahkiklerden ibarettir.
242
Her fert veya ilim meclisi iş bu araştırma ve tashih işinde bile eskilerin nasları değerlendiriş tarzlarını, ilimle amel yönünden hükümlerden ne gibilerini alıp ne gibilerini bıraktıklarını gözden uzak tutmamalıdır. Onun için günümüz araştırıcıları müctehid imamların, mezhep ve görüşlerinden ayrılamazlar. Eski ile olan bağı koparamazlar.
Nitekim Şah Veliyyullah Dehlevî der ki:
“Bu dört mezhebi kabulde büyük maslahatın bulunduğunu ve dördünden kaçınmada da mefsedetin (kötülüğün) olduğunu herkes bilmelidir.” O, bu fikrini aşağıdaki faraziyelere dayandırır:
1- İslâm ümmetinden, sonrakiler daima öncekilere güvenmiş ve dayanmışlardır. Her Müslüman nesil öncekilerin de ilim ve amellerini alıp öğrenmişlerdir. Bu durum rivâyet suretiyle olduğu gibi, eserlerin aktarılması suretiyle de olmuştur. Ortalıkta her ne kadar rivayet yoksa ve bu yol bırakılmışsa da öncekilerin eserlerine itimad lâzım ve hatta zarurîdir.
2- Bu mezheplerin mensupları, Müslümanların kâhir bir çoğunluğudur. Hadiste de bu konuya temas edilmiştir. (18)
3- Biz heva ve hevesine tâbi müftilerle zulüm ve kötülükten hoşlanan hâkimlerin çok olduğu bir zamanda yaşıyoruz. (19)
Onun için geçen devirler uleması ve eserleri, bizim için ihmal edilemeyecek derecede önemlidir. Zamanımız insanı da takva sahibi âlimlerin fetvaları ile amel etmek zorundadır. O kişiler, başkalarının delilini daha güçlü bulduklarından zayıf görüşü bırakır, kuvvetli görüşe yönelirler. Yine müctehid âlim kişiler, Kitap ve Sünnetteki hükümleri te’vile kalkmayacağı gibi, sarih veya zımnî icma ile sabit hükümleri de ret ve inkâr edemezler.
Geçmişte İslâm ümmetinin uleması ve fukahası şeriatın dilini, inceliklerini öğrenmede büyük titizlik gösterirler, hakka boyun eğerler ve Allah yolundan ayrılmazlardı.
18- İbnu Mace, Fiten, 8; Müsnedü Ahmed, c. 4/278, 357, 383.
19 - el-İmam Şah Veliyyullah b. Abdurrahman ed-Dihlevî, İkdü’l-Cîd fî ahkâmi’l-İctihad ve’t-Taklid, s. 28-29, Kahire?
243
Şimdi ise İslâmî ilimlere alâkanın azaldığı bir zamanda ve özellikle fıkıh tahsilinin zayıfladığı bu modern çağda, ictihada lüzum vardır diyerek eski ictihadları ihmal ve yeniye sarılma, akıl alır bir iş değildir. Âlimlerimizin birçoğu manevî liderliklerini bırakmışlar ve maddiyat bayrağı altında toplanmışlardır. Allah’ın gayrısından korkup çekinmelerine rağmen, Allah’tan çekinmedikleri, korkmadıkları görülür. Hâlbuki Allah, konuyla ilgili olarak Kur’an’da, En’am Sûresi’nde uyarıda bulunmaktadır. (20) İşte bu beşerî zaaf ve gerileme yüzündendir ki, modern zamanda kendisine son derecede ihtiyaç duyulan ictihad işini yürüten şahıs veya meclisler hâlen yoktur ve yetişememektedir. Bir kısım kişilerin ictihad mahiyetinde ileri sürdükleri fikirler de yukarıdaki sebeplerden dolayı kabul görmemektedir. Aslında İslâm fıkhı hiçbir zaman donuk hâle gelmemiştir. Onda her sahada pek çok hayırlar vardır. Ancak araştırma ve incelemelerde bulunulmadığı içindir ki, hakkında yersiz tereddütler duyulmuş, güçlüklerin var olduğu belirtilmiştir.
Çağımızda ictihada duyulan ihtiyaç ne kadar fazla ise, ictihad ehli veya ictihad meclisi üyelerinin yapmaları, yerine getirmeleri gereken hususlar da o kadar fazladır. Şöyle ki: Modern çağın problemleri daha çetrefilli, düşman daha güçlüdür. İslâm eğitimi gören müesseseler bile, mensuplarına fıkhın aslî kaynaklarını öğretmeye yeterli değildir. Üniversiteler ancak temel bilgileri öğretmektedir. Bu konuda yapılacak iş; ictihada girişmekten önce; ihlâslı, gayretli ilim erbabını çatısı altında toplayan eski ve yeni neşriyatı kitaplıklarında bulunduran müesseselere ihtiyaç vardır. Tefsir, Hadis ve Fıkha esas itibariyle yer vermenin yanında, mukayeseli hukuk araştırmaları, yeni gelişen bir kısım temel müspet ilimlerin tahsili de sağlanılmalıdır. Bu önemli ilimler ve şartlar yerine getirilmeden, bunlar öğrenilmeden ictihada girişilir ve idarecileri memnun eylemek istenilirse, ilimsiz fetva verilmiş olur. Bu durum, fetva vereni ve dini rencide etmekten, küçük düşürmekten başka bir işe yaramaz. Bu tarzda hareket edenler her geçen gün maalesef artmaktadır.
20- el-En’am, 18.
244
Ama ictihad mertebesine ulaşma yolunda dinî ilimlere son derece ihtimam gösteren ilim ve rüsûh erbabı mufessir, muhaddis, fâkih ve benzerleri yetişirse, sözüne de güvenilir, izinden de gidilir. Hadiste Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyuruyor:
“Ümmetimin durumu yağmur gibidir. Başlangıcı mı daha hayırlı, nihayeti mi daha hayırlıdır, bilinmez.” (21)
Yine bu asrın daha önceki asırlar ve devirlerden farklı bir yönü de şudur: İslâm hukuku mezheplerinden bir tek mezhebin usul ve fürua dair hükümlerine araştırıcı sıkışıp kalmamalı veya mezheplerin tamamını bırakarak Selef-i Sâlihinin yaptığı gibi yeniden bir işe girişmemelidir. Asıllar ve teferruatta o mezheplerin herbirinden önemli ölçüde faydalanılır. İslâm hukukçuları, günümüzde bir kişi ictihad mertebesine yükselse bile, bu mertebe mutlak ve müstakil bir ictihad mertebesi midir, değil midir? Sorusuna farklı cevaplar vermişlerdir. Birçoklarına göre; geçmiş müctehidler hükümlerden çıkarılabilen her hususta görüşlerini açıklamışlardır, ictihadın esas ve usullerini koymuşlar, tespit eylemişlerdir. Öyleki, o esaslara bir kimsenin artık muhalefeti veya yeni bir ictihad metodu koyması da düşünülemez. (22) Binaenaleyh dört mezhep imamının her birisi gibi müstakil müctehidler bulunması mümkün değildir. Fakat bir kimsenin güzel gördüğü bir usulde bir mezhebin esasını, başka bir usulde de bir başka mezhebin o sahadaki kaidelerini alması doğru değildir. Çünkü bu, onu yanlış neticelere götürür.
Bütün bu açıklamalardan sonra asrımızın hukukî ve özellikle iktisadî meselelerini halletmede, cevaplarını bulmada, güvenilir sağlam bir mezhebe dayanmalıdır. Bu konuda mutlak müctehidlere son derece ihtiyaç vardır. İslâm gençliğini yabancı düşüncelerden, iktisat sistemlerinin tesirinden korumak için artık bu kaçınılmaz bir zarurettir. İslâm toplumunda öyle kişiler vardır ki, dinî hükümlerin bir kısmını bilir, bir kısmını bilmez.
21 - Tirmizî, Âdâb, 81; Müsnedü Ahmed, c. 3/130, 143, 4/319; İbnu Kayyım, İ’lamü’l-Muvakkıin, c. 2/358, Mısır 1955.
22- es-Suyutî, Celalüddin, er-Redd alâ men ahlede ile’l-Arz, s. 38 v.d. Kahire?
245
Kitabın bir kısmına inanır, bir kısmını inkâr eder. O hâli ile tamamen cahilliğini veya tam küfrünü ortaya kor. İşte bu ve benzeri hâller, İslâm’a ve insanlığa en büyük zararı verir.
Onun için teşkil olunacak ‘ilim meclisleri’, İslâm hukuk ve iktisadının esas ve teferruatını yeni bir üslupla mukayeseli bir şekilde İslâm toplumuna sunmak zorundadır. Boylece Müslüman yeni nesil dinden uzaklaşmaz, gayrımüslim de kaçmaz, belki daha çok yaklaşır. Zira hakikatte, batının malı imiş gibi görünen yeni bir kısım kaidelerin gerçek yönü ortaya çıkar ve kime ait olduğu daha iyi anlaşılır.
Zamanımızda ictihadda bulunmanın geçmişe nispetle belki daha kolay olduğu bazılarınca belirtilirse de bu fikir mensuplarından Seyyit Muhammed B. Hasan el-Hacevî der ki: “Müctehid için temel kitap olarak bugün bir kısım eserler var fakat yine de insanlar eski büyük müctehidlerin mezheplerine bağlanmalıdırlar. Çünkü bu zamanın ilim adamlarında verâ, takva ve ihtiyat çok azdır, Kâdî ve müftilerin durumu da aynıdır.” (23) Bu fikre pek taraftar olmayanlar ise; her ne kadar neşriyatın her taraftan temini mümkünse de bunların takibi ve okunması çok daha fazla zaman ve gayrete ihtiyaç gösterir. Yeni gelişen ilimlerin ortaya koyduğu problemler, insanların dinî ilimlere karşı alâkalarının zayıflığı da buna ilâve edilen engellerdir. Onun için müctehidlik derecesine ulaşmak günümüzde pek kolay olmasa gerek. (24)
Kısacası, her asırda bir kısım müctehidlerin bulunabileceği mümkün ve caiz ise de pratikte bazı asırlarda mutlak veya mezhepte müctehidlerin çıkmaması, yetişmemesi bu düşünceye bir engel sayılamaz.
SONUÇ VE TEKLİFLER:
Buraya kadar anlatılanlardan anlaşılan ve varılan sonuç şudur: İslâm’ın doğuşundan asrımıza kadar yaşayıp tatbik edilen İslâm hukukunun gelişme ve oluşmasında ictihadın pek önemli yeri vardır. Ortaya çıkan birçok meselelere ve akıp giden çağların problemlerine genellikle ictihad yolu ile cevâplar verilmiş ve yeni meseleler hâlledilmiştir. Pek büyük mevkiler kazanmış mezheplerin fıkıh kitapları bütünüyle bu ictihadların mahsulüdür.
23- Seyyid Muhammed b. Hasani’l-Hacevî, el-fikrüssâmi fî tarihi’l-Fıkhi’l-İslâmî, c. 4/469-474, Tunus 1336.
24 - Daha fazla bilgi için bkz. el-İctihad, s. 511-545.
246
Rasûlüllah zamanından itibaren ictihadlardan günlük hayatta faydalanılmıştır. Ancak, böyle bir hukuk müessesesinin insanlarca istismarının, dinî hükümlerin rastgele manalandırılmasının ve te’vile tâbi tutulmasının önüne geçmek için fakihlerce bir kısım şartlar konulmuştur. İctihad veya müctehidde aranılan bu şartlara en az ölçüler dâhilinde bile olsa uyulmadığında verilen fetva, yapılan ictihad geçersiz sayılmıştır.
Hakikatte bu şartları yerine getirmek kolay iken, son asırlarda bazı güçlükler arz etmiştir. Bu güçlük, daha ziyade insanların yaratılışlarının değişmesinden, dinî ilimlere gereğince alâka gösterilmemesinden doğmuştur. İctihad ilmindeki bu ilgisizliğe karşı ictihadla hâlli gerekli meseleler son senelerde artmıştır. Gençlere bu meselelerin İslâmî açıdan çözümü ve değerlendirilmesi sunulmalı iken sunulamamıştır. Kültür emperyalizmi sebebiyle günümüzün güçlü İslâm düşmanları bu fırsattan faydalanarak kendi iktisadî ve hukukî düşünce sistemlerini telkin etmekte ve yalnız onu öğretmektedirler.
Bu itibarladır ki, İslâm toplumlarına ve Müslüman devletlere düşen görev; genç nesillerine temel dinî ilimleri öğretmek, dinî şahsiyetlerini kazandırmak, din ilimlerinde mütehassıslar yetiştiren müesseseler kurmak, bu maksatla her türlü maddî ve manevî imkânları seferber etmektir. İslâm ülkelerine, özellikle varlıklı Müslüman ülkelere düşen bir diğer görev de dinî alanda kültür alış - verişini süratlendirmek, koordineli çalışmaları başlatmak, konferanslar ve devamlı çalışan, tanınmış ilim adamlarından müteşekkil ilim meclisleri kurmaktır. Bu ilim meclisleri her kıtadaki Müslümanlar için ayrı ayrı oluşturulmalı ve bunların senede en az bir defa bir araya gelmeleri sağlanmalıdır.
İlim adamları da kendi benliklerini yenip, his ve hevesten uzak durarak ve ilmî çalışmalarını kendi kendilerine sürdürme yerine, aynı sahadaki meslektaşları ile teşrik-i mesâilerde bulunmalıdırlar. Temel dinî ilimlerin yanında, çağın gelişen teknolojisinden, temel müspet ilimlerden ve prensiplerinden de faydalanmak zorundadırlar. Çalışma ve değerlendirmelerinde tek taraflı değil, mukayeseli çalışmaya ağırlık vermelidirler.
247
Bu suretle genç nesiller dinlerini, hukuk ve iktisatlarını mukayese imkânına kavuşarak gerçekleri öğrenme fırsatını bulurlar, İslâmî şahsiyetlerini güçlendirirler.
Modern çağda ancak böyle bir çalışma sonucu belki ilmî anlamda ictihad zemini hazırlanır ve yeni ictihadlarla çağın problemlerine cevaplar bulunur. Bu çalışma ortamı hazırlanmadan, şartlar yerine getirilmeden, bir ictihad gibi sunulan sathî, basit fikirler, dine ve Müslümanlara zarar vermekten başka bir işe yaramaz. O hâlde, eski âlimlerimizin yolunda yürümek, mezheplerine bağlı kalmak daha iyi olacaktır. Çünkü hissi ve gayrıilmî bir şekilde verilen fetva ve ictihadı almak yerine, histen uzak, takva yolunu ve fikirlerini seçip almak daha iyidir.
248