Makale

HİCRETİN PSİKOLOJİK AMİLLERİ

HİCRETİN PSİKOLOJİK AMİLLERİ

Dr. Hayrani ALTINTAŞ

Ruh ile aklın İmtizaç ve izdivacının şahikasını temsil eden İslam, müntesipleriyle birlikte, tebliğcisinin Mekke’den Medine’­ye hicretinin 1401 inci yılını yaşamaktadır. Yepyeni bir ufuk ve hayatın başlangıcı olan bu göçün psikolojik amillerini tespit ede­bilmek için H

z. Peygamberin içinde yaşadığı ortamı ve bu orta­mı meydana getiren cemiyeti çok iyi tanımak gerekir. Bu top­lumun imanı ve ahlaki değerleri nelerdir, yaşayış şekli nasıldır, çeşitli hâdiseler karşısında tutum ve davranışları ne gibi bir çeh­re arz etmektedir? Önce bu tür sorulara cevap vermek lâzımdır. Çünkü hicretin gerçekleşmesinde bu şekildeki psiko-sosyolojik amillerin büyük rolü vardır.

Önce Hz. Peygamber’in içinde yaşadığı cemiyetin İslamiyet’ten önceki ve onun ortaya çıkışı anındaki durumunu kısaca ha­tırlamak lüzumu vardır. Öz olarak söylemek gerekirse, İslamiyet’ten önce Araplar, bir şeyhin veya emirin idaresi altında yaşı­yorlardı; ancak onların bütün isteği, hareket ve yaşayışlarında serbest olmak idi. İnanış yönünden ise politeizm (çoktanrıcılık) veya totemizm (puta tapıcılık) hâkim vaziyettedir; her ne kadar Hz. İsmail’den beri devam eden ve ancak «Hanif» denilen bir kaç kişi tarafından temsil edilen tek tanrı inancı mevcutsa da puta tapıcılık bütün Arabistan’ı kaplamıştır.(1)

Bununla birlikte, onlar da Hz. İbrahim’in dininin kalıntıları olarak görülen bazı kutsal görevler (Kâbe ile ilgili) mevcuttur. (2)

(1) Krş. Kur’an-ı Kerim, Müminun, 85; Ankebut, 61.

(2) Arapların İslâmiyet’ten önceki hayatlarıyla alakalı umumi malumat için bk. Çağatay (Neşet), İslâm’dan önce Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, 2. baskı, Ankara 1963, s. 75 vd.

109

İçtimai vaziyet de şöyle özetlenebilir: Cemiyet hayatı bozuk, ahlâkî bağlar yok olmuş, fazilet nizamları bozulmuş ve toplum kaideleri uygulanamaz olmuştur. Cahiliye çağı Arapları kahramanlıklarıyla, şiir­lerinin belâğatlarıyla, zenginlikleriyle ve nüfuzlarıyla övünürlerdi. Toplum, içtimai yönden hürler, esirler ve mevâli olarak sı- nıflanmıştı. Cemiyette kadının hiç bir rolü ve önemi yoktu. Kız çocuğu sahibi olmak aşağılanan bir durum idi. Bazı kumar çe­şitleri de revaçta idi. Huzur ve sükûn yok, sefahat korkunç dere­cededir. Hak, kuvvete mahkûm, merhamet kalplerden silinmiş­tir. Pek çok batıl inanış hayatlarını yönlendirir, bunlara dikkat­le uyarlardı. Sıkı sıkıya bağlı oldukları «takınç» derecesindeki bütün bu inanışları sebebiyledir ki, Hz. Peygamber’e zulmetmiş­ler, hicretin vuku bulmasına sebep olmuşlardır. Zenginlerde, emir ve şeyhlerde üstünlük hissi, esir ve mevâlîlerde ise aksine aşağı­lık hissi vardır.

Hz. Peygamber Muhammed Mustafa (S.A.S.), Hicaz Araplarının önemli kabilelerinden olan Kureyş’e mensuptur. Fakat babasının ölümüyle fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Babasını kaybetmekle önce öksüz, daha sonra da altı yaşında an­nesinin ahiret hayatına intikaliyle yetim kalır. Zenginlik ve asalete düşkün cemiyet, O’nu daha bebek iken âdeta yalnızlığa itmiş­tir. Öksüz olduğu için sütanneleri bile O’nu almak istemezler, ök­süz ve yetim olarak dedesinin ve amcalarının yanında yetişen Hz. Muhammed (S.A.S.) çocukluğunda ve hatta gençliğinde daima bir hamiye muhtaçtır. Baba sevgisi, anne şefkati göreme­yen Hz. Peygamber, amcası Ebu Talip’in yanında bu hissi biraz olsun unutmuş görünürse de hakikatte bu yokluğu daima his­setmiştir. Bu şekilde dede ve amcasının himayesine giren Pey­gamber, gençliğinden itibaren gerçek manada Allah’ın (C.C.) himayesine girecektir; yani kendisinin O’nun tarafından hima­ye edildiğini hissedecektir.

Çocukluğunda diğer çocuklarda görülmeyen bir temizlik ve masumiyet taşıyan Hz. Peygamber, gençliğinde de aynı temizlik, doğruluk ve saffet içindedir. Herkes O’na itimat eder ve anlaşıl­mayan meselelerde hakem o’dur. Bunun içindir ki, içinde yaşadığı ce­miyet o’na, «Muhammed el-Emin» lakabını vermiştir. (3)

(3) Hz. Peygamberin çocukluğu ve gençliği için bk. Berki (A. Himmet ve Keskioğlu (Osman), Hazreti Muhammed ve Hayatı, Ankara 1960, s. 34 vd.; Hamidullah (Prof. Dr. Muhammed), İslâm Peygamberi, Çev. M, Said Mutlu, İstanbul 1966. s. 39 vd. ve diğer eserler.

110

İşte bu ‘Emin’ insan, beraber yaşadığı toplumun fertlerini hak yol İslâm’a, haksızlıktan adalete, sefaletten izzete, kötülük­ten doğruluğa, putperestlikten tevhit inancına davet ettiği gün; kendisine bu sıfatı veren insanları, karşısında kendine zulmedenler olarak buldu. O’nun söylediklerine önceleri aldırış etmeyip, tebliğ ettiği hususları hezeyan olarak tavsif eden Mekke uluları daha sonraları, meselâ doğrudan kendilerini ilgilendirince şiddet ve zulme başladılar. Böylece, mevcut itimat hissi daha sonra şüphe, kin ve tecavüze dönüşmüştür.

Önceleri şiddet ve zulümler ilk Müslümanlara, özellikle Bilâl-i Habeşî gibi köle, Ammar b. Yasir gibi fakir ve Suheyb-i Rûmî gibi ihtida etmiş yalnız kimselere yöneltilmişti. Bununla kendisine ilk iman edenleri caydırmak ve yeni iman edecek olan­lara gözdağı vererek engel olmak suretiyle Hz. Peygamber’i yal­nız bırakmak gayesini güdüyorlardı. Pek tabiî olarak bunlar Hz. Peygamber’i üzüyor, hareket yönünden de kısıtlıyordu. Öl­dürmeye kadar varan zulüm ve şiddet (4) olayları, Hz. Peygamber’i sıkıntıya sokuyorsa da ümitsizliğe düşürmüyordu; çünkü Allah (C.C.) her zaman rasûlünü koruyor ve yardımını bildiriyordu:

“(Ey Muhammed!) Artık sana buyrulanı açıkça ortaya koy, puta tapanlara aldırış etme. Allah ile beraber başka bir tanrının bulunduğunu kabul eden alaycılara karşı şüphesiz biz sana kâ­fiyiz. Yakında ne olduğunu göreceklerdir. Andolsun ki, söyledik­leri şeylerden senin gönlünün daraldığını biliyoruz. Rabbini hamd ile an, secde edenlerden ol ve yakın (olan ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et.” (5)

Müşrikler sadece Müslümanlara değil, bizzat Hz. Peygamber’e de zulmediyorlardı. O’nun yoluna dikenler, çalılar atıyor­lar, namaz kılarken onunla alay ediyorlardı. Hatta bir keresinde Hz. Peygamber namaz kılarken, Ukbe adında biri üzerine deve işkembesi atmış, Mekke uluları da alay ederek gülmüşlerdi. Sa­dece bunlar değildi yapılanlar; bazı kabile reisleri de Hz. Peygamber’i tehdit ediyorlardı. Bunlardan biri olan Sümame bin Üsâl, Mekke’ye seyahatinde bir gün Hz. Peygamber’e, “Daha fazla konuşursan seni öldürürüm.” diyerek tehdit etmişti. (6)

(4) Meselâ Ammar b. Yâsir’in annesini müşrikler şehit ettiler.

(5) Kur’an-ı Kerim, Hıcr, 94-90.

(6) Hamidullah, a.g.e. s. 97.

111

Bütün bu zulüm, eziyet ve işkenceden kur­tulmak ve İslamiyet’i yayabilmek için kuvvetli olmak gereki­yordu. İşte bu sebepledir ki Hz. Peygamber, Kureyş’in iki kuv­vetli adamı yani iki Ömer’den birini İslamiyet’le şereflendirmesi için Cenâb-ı Hakk’a dua etmiştir. Bunlar, Ömer b. Hattab ve Amr b. Hişâm (Ebu Cehil) idiler; birincisi bu dua ile Müslüman olmak saadetine erişmiştir. Tıpkı Hz. Hamza’nın Müslüman oluşu gibi Hz. Ömer’in de saflarına katılışı, Hz. Peygamber’i fazlasıyla sevindirmiş, ruhen tatmin ederken ona yeniden cesaret ve ko­laylık sağlamıştı. Bu ihtida ile kazanılan kuvvete dayanarak ce­maat hâlinde Kâbe’ye gidip namaz kıldılar. Bu hadise davranış yönünden Hz. Peygamber’in içinde bulunduğu psikolojik duru­mu çok iyi açıklar. İslamiyet’in yayılışı yönünden kuvvet ve nü­fuzları kazanmak Hz. Peygamber’e güç, şevk ve iştiyak veriyor, onları kaybetmek ise üzüyordu. Kureyş’in ileri gelenleri, bir gün Ebu Tâlib’e gelip Hz. Peygamber’den usandıklarını, eğer Ebu Tâlib Peygamber’den vazgeçmezse kendilerinin ondan vazgeçeceklerini bildirdiler. Bütün Araplar gibi Ebu Tâlib de soy bağlarını koparmak istemezdi; çünkü bu çok önemli bir husus idi. Soy bağlarını koparmak maddi ve manevi yönden yal­nızlığa itilmekti. Ebu Tâlib durumu Hz. Peygamber’e anlattı; konuşmasından artık onu himaye edemeyeceği anlaşılıyordu. Hz. Peygamber çok mahzun ve mükedder oldu hatta gözlerinden yaş­lar geldi. (7) Bunun üzerine Ebu Tâlib, onu koruma görevini ye­niden üzerine aldı. Böylece Hz. Peygamber kendini daha emin hissediyordu. Bu his daha sonra Hz. Hatice ve Ebu Tâlib’ in ölüm­leriyle âdeta kayboldu. Çünkü Hz. Peygamber en büyük iki yardımcısı ve koruyucusunu kaybetmişti. Ebu Tâlib ve Hz. Hatice öldükten sonra, ona karşı eza ve cefa arttı. Bir gün üstüne başına toprak attılar. Hz. Peygamber temizlenmek için kızı Hz. Fatıma’ya gitti. Babasının hâlini görünce Hz. Fatıma ağ­ladı. Bu tablo, baba Hz. Peygamber’e çok dokundu ve “Ağlama yav­rum, Allah babanı koruyacak. Ebu Tâlib ölünceye kadar Kureyş bana dokunmadı.” dedi. Böylece dünyadaki hamisini kaybettiğini ifade ediyordu. Çok iyi bilinir ki ‘korunmuş olmak’, insana hem emniyet hissi hem de cesaret verir, mücadele ve mücahede kabiliyetini artırır ve hareket alanını genişletir.

(7) Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, İstanbul 1966, c. I, s. 65.

112

Bundan yoksun in­sanlar, içtimaî ve ruhî yönden kendilerini sinirli hissederler, bu da onları atılımdan alıkoyar. Sevdiği bir insanı kaybetmek, terkedilmiş yalnız bırakılmış olmak, elem duygusunu hissettir­ir ve uzun zaman bu his içinde yaşadığı bir gerçektir. Bu his­sin onu fazlasıyla üzdüğü sözlerinden anlaşılmaktadır. İnsan böyle bir durumda değerinin azaldığı hissindedir. Böyle bir kişi güçsüzlük hâli içindedir. Psikoterapinin müşahede ettiği bu hu­zursuzluk hâline az da olsa duçar olmuştur; çünkü o da bir beşer­dir. Hissi bir dayanak ve tutunma ihtiyacı bütün insanlar için çok önemli bir husustur. Bu dayanak zaman zaman maddi ve manevi; ideolojik - psikolojik; içtimaî - ekonomik olabilir. Bir insan ola­rak Hz. Peygamber için de aynı durumlar söz konusudur. O da kendisine bir hami, sığınak, varlığından gayesi için istifade edilebilecek bir melce aramaktadır. Ancak bu şekilde İslamiyet’i kolayca yayabilecektir. Bunu temin için Mekke’ye iki saat mesafedeki Taife gitmeye karar verir. Ancak burada da konuşa­bilmek, İslamiyet’i yayarak taraftar bulmak için bir reisin hima­ye ve müsaadesine ihtiyaç vardır. Müracaatında buradaki reisle­rin üçü de ona ret cevabı verdiler ve alay ettiler; bununla da kalmayarak çoluk çocuğu peşine takarak taş­lattılar. Hz. Peygamber kan revan içinde kaldı ve ancak Allah’ın yardımıyla kurtuldu. Gene her zamanki gibi yegâne kurtarıcı ve gerçek melce olan Allah’a yöneldi ve şöyle bir dua ile arz-ı şekva etti: “İlâhî! Kuvvetimin zaafa uğradığını, çaresiz kaldığımı, halk nazarında hor görüldüğümü ancak Sana arz ede­rim, ancak Sana şikâyet ederim. Ey merhametlilerin en merhamet­lisi, herkesin hor görüp te dalına bindiği biçarelerin Rabbi Sensin! İlâhî! Gazabına uğramayayım da çektiğim mihnetlere, belâlara aldırmam. Fakat Sen’in affın ve sıyanetin bana bunları da göstermeyecek kadar geniştir. İlâhî! Gazabına uğramaktan, rızasızlığa duçar olmaktan, Senin o karanlıkları parlatan dünya ve ahirete ait iş­lerin medâr-ı sabahı olan yüzünün nuruna sığınırım. İlâhî! Sen razı olasıya kadar işte affını diliyorum. Her kuvvet, her kudret Sen’inle kâimdir.” (8)

(8) Berki - Keskioğlu, a.g.e. s. 140.

113

Cenâb-ı Hak, Rasûlünün hâlini bilmekte, takdir etmekte­dir ve ona şöyle seslenir:

“Kalbin daralır ve belki de sana vahyolunanın bir kısmını terk edecek olursun. Sen ancak bir uyarıcısın, Allah her şeye vekil’dir.” (9)

Kureyş niçin Hz. Peygamber’e bu kadar zulüm ve işkence yapıyordu? Muhakkak ki bunların bir sebebi vardı. Bu konuda bir açıklamaya gitmeden önce diyebiliriz ki, bu tür insanlık dışı davranışlara yönelen Kureyş’ in bu tutumunun sebepleri siyasi, içtimaî, ruhî ve fikrî cepheler arz etmektedir. Şimdi bunları çok kısa bir şekilde açıklamaya çalışalım:

a) Her şeyden önce, Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği ve Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği ayetler, eski Kureyş inancını kötülüyor, bunun yanlış olup gerçek Allah inanışının dışında olduğunu ve terkedilmesi lâzım geldiğini söylüyordu. Kureyş uluları, içtimaî yönden aşağı gördükleri Hz. Muhammed (s.a.s.)’ in (10) Allah katından getirdikleriyle de aşağılanmış ve kötülenmiş olmayı ka­bul edemiyorlar, bir savunma mekanizması geliştiriyorlardı. Ge­len ayetleri inkâr ederek hem kendilerini hem de inanışlarını yü­celtmek istiyorlar, böylece yeni dinin fikirlerinin üstüne çık­mak, hiç olmazsa ona eşit seviyeye gelmek gayesini güdüyorlardı. Kureyş’ in Hz. Peygamber’e cephe almasında onların kendi ilâh ve mevkilerini kaybetmek korkusu ve buna bağlı olarak kendile­rinden üstün bir şekilde itibar kazanan Hz. Peygamber’i kıskan­mak duygusu bulunmaktadır. Tıpkı ayet-i kerimede belirtildiği gibi, nasıl olur da ulular yerine peygamberlik, Hz. Muhammed (s.a.s.)’ e gelirdi? İşte bu his onları yiyip bitiriyordu. Çünkü kıs­kançlık, sahip olunan nesneyi kaybetme ve duygusal güveni yitirme korkusudur. Bu kıskançlık saldırganlığı ortaya çıkarmaktadır. Kıskanç olanlar da bütün kurnazlıkla­rıyla kaybolacağına inandıkları mutsuzlukları için delil ve sebep ortaya koyarlar ve aklî delilleri anlamazlar.

b) Hz. Peygamber, yeni bir dinin kurucusu ve tebliğcisi olarak ortaya çıkınca, Mekke uluları kendi mevki ve nüfuzlarının kaybolacağını düşünmüşler; bu endişe ve telaş içinde, Peygam­beri ve Müslümanları alt etmek için onlara saldırmışlardır.

(9) Hud, 12; ayrıca bk. Nahl, 94 - 95.

(10) “Bu Kur’an iki şehrin birinden, bir büyük adama indirilmeli değil miy­di?” dediler. (Zuhrûf, 3l).

114

Çok iyi bilinir ki, insan beşeri varlık olarak bencil (egoist) bir tiptir. Dışarıdan gelen hücumlar doğrudan doğruya insanın kendisine tevcih edilmişse ve bununla kaybedeceği çok şey varsa, onun sal­dırganlığı daha kuvvetli olur. Nitekim Kureyş de aynı reaksiyonu göstermiştir. Kendi reisliklerini bırakıp Hz. Peygamber’in ümme­ti olmak onlara çok zor gelmiştir. Tanrılarına ve çıkarlarına hücum edilmiş Mekke ulularının saldırgan olmaları elbette olağandır. Psikolojik bir reaksiyon göstererek işte bunun için Mekke müşrikleri Hz. Peygamber’e saldırıyorlardı.

c) Mevki ve nüfuzlarının yanında Müslüman olarak kendi­lerini terk eden çocuklarını kaybetmek de Kureyş’e dokunmuş­tur. Aynı zamanda reisliklerini de kaybedecekleri ve böylece im­kânlarını elden çıkaracakları için hırslanmışlardı. (11) Bu duygu­sal güvensizlik hissinden kaynaklı ve bunları muhafaza için Hz. Peygamber’e hücum etmişlerdir. Her sebep onların kinlerini ar­tırmış, bunun sonucunda ise tecavüzleri daha da çoğalmıştır.

d) Yukarıda söylediklerimizin psiko-sosyal bir sonucu olarak Hz. Peygamber’in yeni bir önder olmasını çekemiyorlar ve kıskanıyorlardı. Bu duygu, kin ve zulme dönüşüyor; eza-cefa gören ve şehit olan Müslümanlarda şekilleniyordu.

e) Belli bir kabileden gelme, herkesçe bilinen soydan ol­maya büyük değer veren ve bununla övünen Araplar arasında, bu açıdan bir rekabet de vardı. Hz. Peygamber, Allah’ın rasulü olarak görevlendirilince bu rekabet daha ziyade Emevi-Haşimi çekişmesi hâlinde ortaya çıktı. Emeviler, Haşim’i olması sebebiy­le Hz. Peygamber’i çekemiyor, hazmedemiyorlar, bu yüzden de ona zulmediyorlardı. Kıskançlık hissi bir başka şekilde kendini gösteriyordu. .

f) Müşrikler inanç yönünden eskiye çok bağlı ve fanatikti­ler. Yüzyılların birikimi, onlarda fikrisabit derecesinde bir inanç meydana getirmişti.

(11) Aynı yer.

115

Kendilerine musallat olmuş bu inanışın yok edilmesine asla rıza göstermeyeceklerdi. Atalarının dinlerinden vazgeçmemekte ısrarlı idiler. (12) Bu inancın meyveleri putlarda inançlarıyla birlikte yok olacaktı. Her an beraber ya­şadıkları en kutsal varlıklarını kaybetmek çok zordu. Onlar ken­dilerine intikal eden bir mirastı. (13) Kıskançlık ve dinî taassup özünde zorunlu olarak daima insanlık dışı davranış ve gaddarlık taşır. Kureyş bu tavrı, Mekke’nin fethine kadar gösteregelmiştir.

g) Nihayet, Kur’an-ı Kerim’de haber verilen, kötülük yapanların bir gün muhakkak cezalarını bulacakları ve cehenneme gönderile­cekleri hükmü ile onlarda beliren korku, kendilerini dehşete dü­şürüyor, İslâm’ı inkâr etmekle bu azaptan kurtulacaklarına ina­nıyorlardı. Bunun için var güçleriyle onu yenme yolunda, her çareye başvuruyorlardı.

Kureyş, en çok bağlandığı ve en çok sevdiği değerlere karşı duyduğu sadakat hissini, bu değerleri ortadan kaldırmayı gaye edinen yeni inanca tecavüzle korumaya ve yüceltmeye çalışıyor­du.

Eğer bir şey gerçekten sevilirse; ona kavuşmaya, sahip olma­ya mâni olan ve onun kaybına sebep olan her şeye düşman olu­nur. Böylece yukarıda kaydettiğimiz birbirine zıt iki psikolojik hâl ortaya çıkar.

Şu hususu da bunlara eklemek yerinde olur ki, İslâm’ın ge­tirdiği, özellikle inanç konusundaki emirler, her yönden üstün, güzel ve inandırıcı idi. Kureyş batıl inanışlar olmaktan öte geç­meyen ilkel fikirleriyle bu gerçek ve ulvî tebliğler karşısında kü­çülüyor; bunun sonucunda da aşağılık duygusuna düşüyordu. Bu duygu, süjeyi daima üstün olanlara karşı kindar ve tecavüzkâr kılar. Süje devamlı şekilde kendisini yücelterek üstün olanın se­viyesine çıkmak isterken, diğer taraftan da onu aşağılayıp saldı­rarak geçmeye çalışır. Kureyş davranışlarında bu duygu içinde idi. Hz. Peygamberin her türlü uzlaşma tutumlarına karşı; Mekkelilerde bir uzlaşmazlık, bir tür negatif tutum görülüyordu.

(12) “Hayır, doğrusu biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izinden gitmekteyiz.” derler. “Ey Muhammed! Senden önce herhangi bir kasabaya gönderdiğimiz uyarıcıya, o kasabanın şımarık varlıkları sâdece; ‘Doğrusu babalarımızı bir din üzerine bulduk, biz de onların izlerini takip etmek­teyiz’ derlerdi. Gönderilen uyarıcı: ‘Eğer size, babalarınızın üzerinde bu­lunduğu dinden daha doğrusunu getirmiş isem de mi bana uymazsınız?’ der­di. Onlar da: ‘Doğrusu sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz’ derlerdi.” (Zuhrûf, 22 - 24).

(13) bk. Bakara, 170.

116

Hz. Peygamberi hicrete mecbur eden sebeplerden belki de en önemlisi Kureyş’ in onu öldürmeyle teşebbüs etmesidir. Kureyş tarafından öldürüleceği Rukiye binti Ebî Seyfî Bin Ha­şim tarafından kendisine bildirilmişti. (14) Hicret konusunda fiziki ve ahlâkî çevrenin Hz. Peygamber’in duru­muna tesir ettiği açıktır. Dış şartlar kendisine tesir ederek büyük öl­çüde davranışlarını belirliyorlardı.

Kısaca belirttiğimiz bu amiller neticesinde ruhen buna­lan (15) Hz. Peygamber, gitmelerine izin verdiği ümmetinden sonra o da hicret edecekti. Hicret edilecek yeni yer, hem İslamiyet’in kolayca tebliğ edilmesini temin edecek hem de yayılıp genişlemeyi gerçekleştirecekti. Hz. Peygamber bu arzusunu daha önce bazılarına tebliğde bulunurken şöyle dile getiriyordu: “İçinizden bir kimse yok mu ki, beni kavmine götürsün? Çünkü Kureyş beni Rabbimin kelâmını tebliğden men etti.” (16)

Artık hicrete izin verilmişti: “Mekke’den çıkmak ve Medi­ne’ye hicret için Allah bana izin verdi.” (17) Ayetler hicret eden­leri taltif ediyor; kendilerine hem Medine’de hem de Allah yo­lunda sevgi gösterileceğini bildiriyordu. (18) Muhakkak ki Al­lah onları mükâfatlandıracaktı. (19)

Çok iyi bilinir ki Araplar için soy ve kabile en önemli bir sosyo-psikolojik dayanaktır. Çiftçi için toprak ne ise Arap için de soy ve kabile öyledir; kabile âdeta kimlik kartıdır. Hicretle Hz. Peygamber bu dayanağı iman uğrunda terk ederek bir fedakâr­lık yapmıştır. Bahis mevzu olan imandır, İslâm’dır. Onun için her şey feda olsun.

(14) “İnkâr edenler seni bağlayıp bir yere kapamak veya öldürmek ya da sürmek için düzen kuruyorlardı.” (Enfâl, 30)

(15) Bk. Hûd, 12.

(16) İbn Hişâm, 11/129.

(17) M. Kâmil Hatte, Muhammed Aleyhisselamın Peygamberliği, Çev. İ. Ezherli - A. Koksal, Ankara 1967, s. 19.

(18) “Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine iman yer­leştirilmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler.” (Haşr, 9)

(19) Bk. Nahl, 41; Hac, 38; Enfâl, 72 - 75; Tevbe, 20, 101; Haşr, 8-9.

117

Kutsal şehir Mekke’yi çok sevmektedir; hicret ederken ona bakarak Allah Rasulü şöyle demişti: “Vallahi benim için yeryü­zünde en sevgili yer sensin. Allah indinde de yeryüzünün en mu­kaddes olanı sensin. Eğer halkın beni çıkarmamış olsaydı, senin sinenden ayrılmazdım.” (20) Fedakârlığını kendisi böylece dile getirir.

Hicret esnasında öyle sıkıntılı anlar olur ki, Hz. Ebu Bekir endişelenir fakat Hz. Peygamber onu teselli eder: “Üzülme, Al­lah bizimledir.” (21) der. Bu söz korku, telaş ve endişe anında bir ümit kapısının açıklığına ve inancına işaret eder. O anda Hz. Ra- sul’ün tek yardımcısı Allah’tır.

Bu bilgiler ışığında Hz. Peygamber’in hicretinin psikolojik amillerini üç ana çizgide özetleyebiliriz:

1 - Sosyolojik (içtimaî) amiller: Kureyş ve onun davranışlarıdır.

2 - Psikolojik amiller: Hz. Peygamber’in kendisine ve Müslümanlara yapılan eza, cefa, kin ve garazın, kendisinde meydana getir­diği ve ayetlerle de tespit edilen hâlet-i ruhiye.

3 - Psiko-ideolojik (ruhî-fikrî) amiller: Yapılan bütün işken­celerin sonucunda, İslamiyet’e yeni giren ve girecek olanların du­rumları ve dini kolayca yayabilme; böylece verilen vazifeyi tam manasıyla yapabilme düşüncesi ve öldürülme duygusu.

(20) Hatte, a.g.e. s. 22.

(21) Tevbe, 40.

118