Makale

İSLAM’DA KADER ANLAYIŞI

İSLAM’DA
KADER
ANLAYIŞI

Dr. Adil ŞAHİN

İslam düşüncesinin temel kaynağı Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i şeriflerdir. Hukuk ve içtimai konularda hüküm verirken genellikle başvurulan kıyas ve icma delilleri de başvurulan temel prensiplerdendir. Bu sebeple kader meselesini incelerken İslâm alimlerinin tek tek fikirlerinden hareketle meseleye bakmayıp; alimlerin ayet ve hadislerden çıkardığı farklı manalardan kaynaklanan mezhepler açısından ele alacağız. Ancak İslâm’ın umumi karakteri ve metodu bakımından şunu söylemek lazımdır ki, dinin özellikle inanç konuları mantıkî açıdan veya naklî delillerle ispata çalışılır fakat bu ispatlar pozitif ilimlerin vardığı kesin sonuçlar gibi herkesi bağlayıcı özellikte olamazlar.
Allah Kur’an-ı Kerim’de görünmeyen şeylere imanı, müttakîliğin şartı sayarak: "O müttakîler (Allah’tan gerçek manada korkanlar) ki, gayba (görünmeyen şeylere) iman ederler..."’11 buyurmaktadır. Kader mevzuu da iman esaslarından birini teşkil etmektedir. Bu sebeple bizim burada yapacağımız iş, nakli ve aklî delillerle meseleyi akıllara yaklaştırmak, meselenin dışına çıkanların düştüğü çıkmazı ve sebeplerini dile getirmektir.
Kader, lugatta “kadr" madde-i asliyesin- den gelmekte, “ölçme, ölçerek takdir ederek tayin etme" manalarını taşımaktadır. Kelamda ise kader: “Olacak şeylerin zaman ve mekanını, vasıflarını hususiyetlerini ve diğer tafsilatlarını Allah’ın ezelde bilip takdir ve tahdit etmesidir.”1* Allah’ın ilim ve irade sıfatına tabidir.
Özellikle kader mevzuunun anlaşılamaz nitelikte olması, zaman ve mekandan münezzeh ezeli bir varlığın ilim ve iradesini, zaman ve mekanla kayıtlı olarak düşünebilen akılla ihata edemeyişimizden kaynaklanmaktadır. Bu sebepledir ki kader mevzuunda fazlaca düşünmeyi Peygamberimiz hoş karşılamamıştır.
İslâm’ın sunduğu hayat anlayışı çerçevesinde ve modern ilmin ulaştığı en son verilerden de yararlanarak meseleye bakmamız gerekmektedir. Bu tarz bir yaklaşımın da meseleye açıklık getireceğine inanmaktayım lâm şemsiyesi altında mütaala edilen ve der mevzuunda şekillenmiş görüşlere olan üç ana grup (mezhep) gözümüze çarpmaktadır:
1- CEBRİYE
İnsanın, hareketlerinde cebir altında olduğunu kabul ettiklerinden, bu görüş mensuplarına Cebriye denilmiştir. Kurucusu Cehm bin Safvan’dır. (ö - 746)
Bunlara göre: Bütün fiillerin, insanın fiillerinin hâliki Allah’tır. İnsanın hiçbir fiilinde iradesi ve seçme hakkı yoktur. İnsanın hareketleri cansızların hareketleri mesabesindedir. İnsanın kendi iradesiyle bir iş yapması onun yaratıcı olmasını gerektirir. Yaratmak ise Allah’a mahsustur.’3’
Görüldüğü gibi insanlar da kendi iradeleriyle bir şeyler yapabilir dersek, irade ve yaratma noktasında Allah’a ortak koşmuş oluruz diyerek insanların iradesini inkar etmişler-, bu görüşleriyle güya Allah’ı acziyetten tenzih ederken, iradesiz insanları bir takım vazifelerle sorumlu tutması bakımından Allah’a zulüm isnad ettiklerinin farkına varamamışlardır. Bu görüşlerine delil olarak gösterdikleri ayet ve hadisler vardır. Fakat bu ayet ve hadisleri yanlış anlamışlardır. Mesela bir ayet-i kerimede kafirler hakkında: “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde de perde vardır."14’ buyurulmuştur. Onların bu ayetten anladığı mana: insanların kalplerini Allah mühürlediği içindir ki kafir olmaktadırlar. Halbuki yine kendilerine delil gösterdikleri benzer bir ayette Allah: “Hayır, Allah küfürlerinden dolayı onların kalplerini mühür- lemiştir.’"5’ buyurmaktadır. Demek ki ayetten kesinlikle anlaşıldığına göre insanlar, Allah kalplerini mühürlediği için küfretmiyorlar bilakis kafir olmayı tercih ettiklerinden Allah kalplerini mühürlemiştir. Görüldüğü gibi kendilerine delil gösterdikleri ayet-i kerime kendilerini tekzip etmektedir. Örnek gösterilebilecek daha başka ayetler de mevcuttur. Ancak konunun derinliklerine inmemiz bu makale kapsamında mümkün değildir.
2- MUTEZİLE (KADERİYE)
Mutezile mezhebi kader konusunda inkarcı olduğundan, Cebriye’nin tam aksine ilahi iradeyle sınırsız bir insan iradesinin varlığına inanmışlar ve insanı fiillerinin haliki (yaratıcısı) saymışlardır. Kader konusundaki bu çarpıtıcı görüşlerinden dolayı “Kaderiye" diye de anılmışlardır. Aşağıda izah edeceğimiz gibi Allah her şeyi yaratandır. Hayrı da şerri de o yaratır. İnsanlarda şerri yaratmış olmasını Allah’a uygun görmediklerinden, hayır da şer de işleyebilen insanı iradi fiillerinin haliki (yaratıcısı) sayarak yaratma açısından insanı Allah’a eş koşmuşlardır. Halbuki Allah bir ayette: "Gerçekten biz her şeyi bir kaderle yaratmışızdır’ buyurmaktadır. Bir başka ayette de: “Halbuki sizi de yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır buyurulmuştur.
Görüldüğü gibi gerek Cebriye gerekse Kaderiye birbirinin tam aksine ifrad görüşlere sahip olmuşlar ve İlâhi iradeyle insan iradesi arasındaki nazik noktayı kavrayamamış; yağmurdan kaçarken doluya tutulma misali her iki grup da bir hatadan kaçarken farkında olarak veya olmayarak başka hataların içine düşmüşlerdir. İtikadi konu olan kader hakkındaki düşülen bu hataları, Peygamberin dosdoğru yolundan giden ehli sünnet topluluğu affetmemiş ve bu mezhepleri sapık mezhepler grubuna dahil etmişlerdir. Söz konusu mezhepler kader meselelerini bütüncü görüşten ve terkip metodundan yoksun olarak ele aldıklarından bu çıkmazların içine düşmüşlerdir. Düşülen bütün bu hataları inceleyen ve sebeplerini tesbit eden ehli sünnet mezhebi alimleri, izah ettiğimiz mezheplerin iyi yönlerini de ele alarak, onların düştüğü ifrat ve tefrite düşmeden bütüncül görüş ve terkip metoduyla kader mevzuunu incelemiş, mutedil (orta yolu) benimseyerek en isabetli sonuçlara varmışlardır.
3- EHL-İ SÜNNET
Hz. Muhammed ve onun arkadaşlarının akaid (inanç) sahasında izledikleri yolu takip edenler manasına bu topluluğa Ehl-i Sünnet denilmiştir. Müslümanların ekseriyetle tabi olduğu ve takip ettiği yol bu yoldur. Yukarıda görüşlerini izah ettiğimiz ve etmediğimiz bir çok sapık mezheplerle mücadele edip onların yanlış mütalaalarından İslâm’ı kurtararak, İslâm’ın sağlam inançlarını doğru olarak açıklamaya uğraştıklarından bunlar da mezhep katagorisi içinde mütalâa edilmiştir. Bu görüşü şekillendiren belli şahıslar değil, her devirde diğer mezheplerle mücadele eden geniş Müslüman alimler ve cemaatler topluluğudur. Bu topluluğun H. 300 (ki Gaza- li’nin zuhuru)’e kadar yaşayanlarına Müta- kaddimin (önce gelenler), bundan sonraki alimlere de Mütaahhirin (sonra gelenler) adı verilmiştir. Önce gelen alimler Kur’an’daki müteşabih (manaları kapalı) ayetlerin teviline gitmemiş, üzerinde yorum yapmamışlardır. Ancak bilahare bu ayetlerin gelişigüzel yorumlanıp Müslümanların manaları açık ayetlere dayanan inançlarını sarsmaya başlayan mezhepler türeyince, sonraki alimler manaları kapalı ayetlerin (müteşabih) Kur’an’ın kati hükümlerine uygun tarzda yorumlarını yapmak mecburiyetinde kalmışlardır. Sonraki alimlerden görüşleri belli şekil kazanmış iki alim Ebul Haşan el-Eş’ari ve Ebu Mansur Muhammed Maturidi’dir. Aralarında çok tali mevzularda farklılık bulunan bu iki alim, Ehl-i Sünnet inancını temellendiren Eş’ariye ve Maturidiye mezheplerini kurmuşlardır.18’
İslâm’ın kader anlayışı konusunda üç ana mezhebi konu ettiğimiz için Ehl-i Sünnet’in de Cebriye ve Kaderiye karşısında aldığı tavrı ve temel görüşlerini ortaya koymamız gerekmektedir. Bu açıklamalarımız aynı zamanda İslâm’ın genel kabul görmüş görüşleri olacaktır.
Mevzumuzun başında kaderi tarif ederken Allah’ın, olacak bütün hadiseleri ezelde görüp bilmesi, zaman ve mekana göre tayin ve tesbit ederek takdir etmiş olmasıdır demiştik. Allah’ın ilim ve irade sıfatına tabi olduğunu da ifade etmiştik. Bu tarife göre Allah’ın ilim ve iradesinin zamana sebkat ederek (öne geçerek) zaman içinde olacak şeyleri tesbiti söz konusudur. Yani Allah’ın ilmi ve ona göre takdiri önce, hadiselerin zuhuru ve ona göre yaratılması -kadere göre yaratılması- sonra cereyan etmektedir.
Kainatta sürüp giden ahengi, uygunluğu ve akıllara hayret veren nizamı gözleyen insan aklı, bu nizamın bir nizamlayıcısı (programlayıcısı)nın olmasını zaruri görmektedir. Hele tevhid prensibinden hareket eden akıl sahipleri, kainatı bunsuz düşünmemektedirler. Yani biz günlük işlerimizi programsız yapamazken, koskoca kainat nasıl programsız olabilir. İşte kader bu programın kendisidir.
Bu programı Allah, ezel ve ebedi kuşatan zamansız ilmiyle hadiseleri kuşatarak yapmıştır. Olacak şeylerin onun ilmi dışında cereyan etmesi mümkün değildir. Eğer mümkün olsaydı Allah’ın ilmi bu takdirde cehalet olurdu. Cehalet ise Allah’ın şanına uygun değildir. İşte Allah bu ilmiyle bildiği şeyleri ezelde takdir etmiş ve yazmıştır. Olacak şeyler bu takdirin dışına çıkamaz.
Buraya kadarki izahlarda hemen hemen itiraz vaki olmamıştır. Ancak bu izahlar açısından Allah’ın insanlara bir takım emirler vererek onları sorumlu tutması, emir ve yasaklara uymayanları cehennemle tehdit etmesi söz konusu olunca, itirazlar vaki olmuş ve kader münakaşaları zuhur etmiştir.
Ehl-i Sünnet bu meseleyi şöyle ele almıştır: İnsanda zuhur eden fiiller iki çeşittir.
1- Izdırari Fiiller (Zaruri Fiiller): İnsanın bu fiilleri tamamen iradesinin dışında cereyan eder. Mesela göz kapaklarını oynatması, kalbinin çarpması, uyuması, acıkması vb. Acıkan insanı yemek yememekle mükellef tutmak zulümdür. Çünkü insan yaşamak için onu yapmaya mecburdur. Bu işler iradeyle seçmeyi gerektiren işler değildir. Onun için sorumluluk açısından konu teşkil etmezler.
2- İhtiyari Fiiller (İnsan İradesine Bağlı Fiiller): İnsanın yapmaya muktedir olduğu muhtelif işlerden her hangi birini tercihe müsait fiillerdir. Mesela inanmak veya inanmamak, görebileceğimiz bir şeye bakmak veya bakmamak, başkasının malını gaspetmek veya bundan vazgeçmek vb. insan bu işlerden birini tercih etmek yetkisine ve iradesine sahiptir. İnsanın bu yetkisine Ehl-i Sünnet “cüzi irade” demektedir. İnsan cüz-i iradesine konu teşkil eden hususlarda mesuldur.
Görüldüğü gibi Ehl-i Sünnet insanı, Cebri- ye’nin düşürdüğü mecburiyetten bu izahla kurtarmaktadır. Yani insan cüz-i iradesine konu teşkil eden hususlarda serbestir. Bu serbestlikten dolayı da mesuldur. İnsanın Kur’an ve hadisle belirlenen bütün mükellefiyetleri cüz-i iradesine konu teşkil etmektedir. Bu noktada konuya açıklık getiren birkaç ayet meali vermek faydalı olur. Bir ayette Allah: “Biz ona iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi? Biz ona iki de yol gösterdik”19’buyurmaktadır. Bir başka ayette: "Muhakkak, yüce Allah hiçbir şeyle insanlara zulmetmez. Fakat insanlar kendi nefislerine zulmederler”"01 buyurulmuştur. Birçok ayet-i kerimede Allah insanları cehennemle tehdit ederken: “İşlediklerine ceza olarak”"1 "Kazandıklarına ceza olarak" 3’tabirlerini kullanmıştır. Demek ki insan bir şey işliyor, bir şey kazanıyor, bunun karşılığı olmak üzere de ceza veya mükafat alıyor. İnsan bu işleri yaparken ezeldeki takdirin dışına çıkmıyor, çünkü Allah ezelde takdir ederken insanların cüz-i iradeleriyle yapacağı işleri nazar itibara aldığından, Allah’ın takdiri insanın yapacağından farklı bir şey olmamaktadır. Yani biz bir takım şeyleri Allah takdir ettiği için mecburen yapmıyoruz. Allah bizim nasıl yapacağımızı bildiği için öylece takdir etmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla kaderin dışına çıkmamaktayız. Bunu bir misalle açıklayarak anlamaya çalışalım: Diyelim ki uzay araştırmacıları modern bilimden elde ettikleri verilerle 1996 yılının Haziran ayının 12. günü saat 15’de güneşin tutulacağını hesapladılar ve takvimlere yazdılar. Aynı gün ve saatte de diyelim ki güneş tutuldu -ki bu mümkün olmaktadır- şimdi düşünelim. Güneş onlar tesbit ettiği için mi tutuldu? Yoksa güneş zaten tutulacağı için mi onlar tesbit ettiler? İşte kader de bunun gibidir. Allah’ın ilmi maluma tabidir. Güneşin tutulacağını bilmek ilim, güneşin tutulacağı hadisesi de malumdur. Yani güneş tutulmayacak olsaydı onun tutulacağını bilmek söz konusu olmazdı.’
İnsanın cüz-i iradesiyle mesul olduğunu ve kaderin icbarı altında olmadığını Ehl-i Sünnetin görüşleri doğrultusunda izah ettikten sonra, insanın cüz-i iradesiyle işlediği işleri kendisinin mi yoksa Allah’ın mı yarattığı problemine gelelim. Yukarıda izah ettiğimiz gibi Kaderiye ve benzeri görüşler insanın kendi fiillerinin yaratıcısı olduğu iddiasındadırlar. Ehl-i Sünnetin bunları reddedişini şöylece izah etmemiz mümkündün Allah (c.c.) bir ayette "Allah her şeyin yaratıcısıdır”"14 buyurmaktadır. Buna benzer ayetler Kur’an’da sayılamayacak kadar çoktur. Yukarıda tercümesini verdiğimiz ayeti yeri geldiği için burada da zikrediyorum. “Allah sizi de yaptıklarınızı da yaratmıştır.""15 Demek ki her şeyi yaratan Allah bizim yaptıklarımızı da yaratmaktadır. Biz ise iyi işler yapabildiğimiz gibi kötü işler de yaparız. 0 halde hayrı (iyiyi) de şerri (kötüyü) de Allah yaratır. Kaderiye şerri yaratmasını Allah’ın şanına uygun görmediklerinden insanı kendi fiilinin yaratıcısı kabul etmişlerdir. Halbuki hal böyle olursa Allah’ın şerleri yaratmamasından dolayı O’nun yaratma sıfatı mahdut ve fenalıklar onun iradesi dışında bulunurdu. O takdirde haşa aciz olurdu. Bu sebepledir ki Ehli Sünnet Allah’ın şerri de yarattığını kabul etmiş, ancak şerre rızasının olmadığını, insanların şerri istediklerinden Allah’ın da yarattığını kabul etmişlerdir. İnsanın cüz-i iradesine konu teşkil eden şeyleri de Allah yarattığına göre insanın sorumluluğu nerede kaldı? diye soru akla gelebilir. Buna verilecek cevap şudur. Bir şeyi yaratmak demek onun her türlü inceliklerine vakıf olarak onu yoktan var etmek demektir. İnsan ise bundan acizdir. Mesela insan ruhuna görme kabiliyeti veren, ruh ile göz arasındaki münasebeti kuran ve göz fabrikasına ışığın bir hammadde gibi girerek görmeyi neticelendirmesini takdir eden Allah’tır. Bu fiillerde insan irade ve kudretinin hiçbir tesiri yoktur. O halde görme fiilini yaratan ancak Allah’tır."61 Fakat Allah bazı şeylere bakmasını insana helal, bazılarını da haram kılmıştır. Helal olan şeye bakarsa iyi iş işlemiş olur, haram olan şeye bakarsa kötü iş işlemiş olur. Sonuçta her ikisini de Allah yaratır ancak insan iyi veya kötü cihetlerinden birini kazanmış olur. İşte Ehl-i Sünnet, insanın iradi fiilleriyle işlediği o fiili kendi hesabına kesbettiğini (kazandığını) ancak yaratmadığını böylece ortaya koymuştur. İnsanın iradi bir fiili kendisinin istememesi durumunda, hele hele ucunda sorumluluk da varsa Allah’ın yaratmayacağı açıktır.
Bütün bu izahlardan sonra Ehl-i Sünnetin vardığı sonuçları ve kader konusundaki inanç esaslarını özetlersek şöyle diyebiliriz: Allah her şeyi yarattığı gibi bunun içinde kü- für-iman, günah-sevap cinsinden olan insan fiillerinin tümünü yaratır. Kul kesbeder (kazanır). Kainatta olup biten herşey Allah’ın takdiriyledir. Ancak insanlar zorlama altında değildir. İnsanlar irade fillerini Allah takdir ettiği için yapmaz, ancak Allah insanların yapacağı işleri önceden bildiği için bildiği gibi takdir etmiştir. Bu inanç esaslarına inanmak imanın gereğidir.
SONUÇ
Kader mevzuunu, kafalardaki tüm istifhamları silip atabilecek bir derinlikte ele alabilmemiz, bu makalenin kapsamı bakımından mümkün değildir. Okuyucuların tatmin olmamaları halinde bu konuda yazılmış geniş hacimli eserlere başvurmaları gerekmektedir. Yapmış olduğumuz bu izahlar her ne kadar ispat niteliğinde gözükse de tümüyle kavramak muhakememizin sınırını aşmasından dolayı mümkün değildir. Bu sebeple yapabileceğimiz en uygun şey, kavrayamadığımız mevzuları Allah’ın hikmetine (ilmine) havale edip itimad ederek inanmaktır. İnanmayanlara ise inkarları bir fayda vermeyeceğinden devamlı ızdırap içinde kıvranırlar. Aleyhlerine tecelli eden kaderin çilesine tahammül edemezler. Her şeyin bu dünyada olup bittiğine inananların hali pek zordur, çünkü her arzularının yerine gelmesi mümkün değildir. Ancak inanan bilir ki kaderin sıkıntılarına tahammül eden ergeç bu dünyada veya ahirette mükafaatını görür.
Kaderin toplumlar üzerindeki etki tepki ilişkilerine değinmek gerekirse kısaca şunları ifade edebiliriz: Toplumlarda meydana gelen ani değişikliklerde (ihtilal, darbe vs.) çoğu kez kaderlerinin değiştiğini söyleriz. Mesela "Memleketin kaderi değişti. Kendi kaderlerini kendileri tayin etti.” gibi sözler bunlardandır. Mevcut durumun şekil değiştirmesini mecazi olarak ifade etmek için bu sözleri dile getiriyorsak belki uygun olabilir. Ancak bu sözlerden kastımız: “Allah kaderlerini şöyle tayin etmişti fakat onlar buna direnerek şu yöne çevirdiler.” gibi manalarsa bu kaderi inkardır. Toplumdaki değişiklikler kaderin değişikliği değil, hadiselerin değişikliğidir. Allah toplumların kaderini bütün hadiseleri ve değişecek şekilleriyle birlikte takdir etmiştir.
Kaderin bir başka sosyal boyutu da toplumdaki intiharlardır. İntiharların ekseriyeti inançsız kişilerde görülmektedir. Özellikle kadere inanmayanlar kaderin menfi tecellilerine tahammül edemeyip kurtuluşu intiharda bulurlar. Bazı kadere inanmış gibi gözüken insanlar da hayatta elde ettikleri başarıları kendi hanelerine yazarken, başarısızlıklarını da kadere yüklerler. Halbuki imanın gereği olan, başarılarımızı Allah’tan, başarısızlıklarımızı da kendi nefsimizden bilmektir. Zira Allah: “Size bir iyilik isabet ederse bilin ki Allah’tandır. Bir kötülük isabet ederse bilin ki nefsinizdendir’”’7’ şeklinde buyurmaktadır. Nefsimizin hiçbir dahli olmadığı halde de bir takım musibetlerle karşılaşabiliriz. Ancak bunların mutlak anlamdaki musibet olması, yine insan iradesine bağlıdır.
O halde Allah’tan gelecek her türlü imtihana hazır durumda olmalıyız. Olumsuzlukları irademizle olumluya çevirmeliyiz. Her halükârda kadere itimat etmeliyiz. Tevfik Allah’tandır.


1- Bakara, 2.
2- Ömer Nasuhi Bilmen, Muvazzah ilmi Kelam, İstanbul,
1972, s. 213.
3- Bilmen, Muvazzah İlmi Kelam, s. 298.
4- Bakara, 7.
5- Nisa, 155.
6- Kamer, 49.
7- Saffat, 96.
8- Bekir Topaloğlu , Kelam ilmi, İstanbul, 1981, s. 109,
121-138.
9- Beled, 8-10.
10-Yunus, 44.
11-Secde, 17.
12- Tevbe, 95.
13- Mehmet Kırkıncı, Kader Nedir? İstanbul, 1983, s. 44.
14- Zümer, 62.
15- Saffat, 96.
16- Kırkıncı, age, s. 54.
17- Nisa, 7.