Makale

Kırmızıda geçtiğimiz sadece ışık mı?

Dr. Ahmet Çekin
DİB İrşat Hizmetleri Şb. Müdürü

Kırmızıda
Geçtiğimiz
Sadece ışık mı?

5494 insanın ölmüş yakınlarının sigortadan emeklilik maaşını senelerce almasını nasıl açıklayabiliriz? Kanunun suç saydığı bir eylemi yapan kişiyi ilgili mercilere bildirenleri ispiyonculukla damgalayanları? Evine ayakkabı ile insan kabul etmeyen ev hanımının evin çöpünü sokağa atmasını? Bir ilçedeki evlerin pek çoğunda kaçak elektrik kullanılmasını? Bu ülkede hatırı sayılır derecede para kazanıp devlete vergi vermemek için her türlü çareye başvuranları? Trafikte kuralları ihlâl edip veya teknik olarak yetersiz araçla trafiğe çıkıp yakalandığında rüşvet vererek işini halledenleri? Kırmızı ışığı gördüğü halde durmayanları?
Ülkemizde her gün şahit olduğumuz yukarıdaki sorulara ait açıklamalar hemen bir çırpıda verilen hızlı kabullere dayanır ki; bunlar dilimizde ifade edebildiğimiz en kötü sıfatlardan, işini bilen uyanık kategorilerine kadar çeşitlilik gösterir. Bu tür değerlendirmeler olaya sonundan bakar ve toplumumuzun yoğun olarak yaşadığı karmaşayı, huzursuzluğu açıklamaya yetmez. Biz olaya baştan bakmalı ve ilk önce şu soruyu sormalıyız: Sıradan bir insanın ve müslümanın yapmaması gereken bu davranışlar nasıl bu kadar rahat ve normal olarak yapılabilmektedir? Eğitim noksanlığı tek başına bu konuyu açıklamak için yeterlimidir? Bu konular dinî kurumların ve din görevlilerinin öncelikleri arasında yer alıyor mu?
Bu tür alternatif yorumlar mensupları yargılamaz ve failleri sorumlu tutmaz. Daha çok bu fiilleri işleyen insanların ortak noktalarını bulmaya çalışır. Bu insanların davranışlarına sebep olan aykırı ama güçlü yatkınlıklarına kendimizin de meylettiğini düşünürsek, bunlardan kendimizi korumak için imkanlar arayabiliriz.
Ülkemizde kamu kaynakları ve alanlarına yönelik suç işleyen insanların tek tip insanlar olmadıkları aşikardır. Yukarıda sayılan hususların bazıları aynı zamanda yürürlükteki kanunlara göre suçtur. Görülen o ki; kanunlar tek başına düzeni sağlamaya kafi gelmemektedir. Bazen en yetkili yerde olup kanunun suç saydığı fiili yapması düşünülemeyen bazı makam sahiplerinin de suç işlemesi günlük hadiselerden olmuştur. Bunun yanında toplumun en alt tabakalarını oluşturan bir kısım insanlar da bu tür fiilleri işlemeye son derece meyyaldirler. Son yıllarda artan kapkaç olaylarının failleri bunlara örnek olarak zikredilebilir.
Kamusal kargaşanın arka planı
Kamusal kaynakları çalmaya ve ortak kullanım alanlarına zarar vermeye, oluşturulmaya çalışılan düzeni bozmaya yönelik davranışlar üzerinde düşünürken, karşımıza ülkemizin son yıllarda yaşadığı yoğun şehirleşme olgusu çıkmaktadır. Şehirleşmenin sonucu olarak halkımızın eskiye ait değerlerini muhafaza etmede ve şehir hayatının ihtiyaç duyduğu yeni değerler üretmede çaresiz kaldığı söylenebilir. Şehirleşme orada bir apartman dairesi satın alıp taşınmaktan çok daha öte bir durumdur. Şehirleşme, belirli kaide ve kurallara uymak, hayata ve düzene müdahil olmak, apartmana girip çıkmaktan, alış-verişe kadar pek çok konuda belirli şartlara göre hayatı tanzim etmek demektir. Şehirleşme öncesi yaşam tarzının hayat alanı olan köy, komünal karakterini, köye ait çayırlar, harman yeri, su kaynakları ve özellikle de otlaklar gibi ortak kullanım yerlerinden alıyordu. Köyün arazisini ve tarlalarını başkalarına özellikle de çobanlara karşı korumak gerektiğinde köy halkı kolektif eylem içine girerdi. Meranın korunması da köyün ortak sorumluluğuydu ve bu komşu köylerle zaman zaman "otlak kavgalarına yol açardı. Köy hayatının "iyi hayat" ve "yaşanmaya değer" olarak kabul ettiği yaşam biçimi daha çok kadercilik, kanaatkarlık, tanımadıklarına karşı güvensizlik, sınırlı rekabet, zamanlama ve planlama endişesinden uzak, basit bir üretim biçimine yönelmekle tanımlanabilen bir görünüm arz etmekteydi. (Tesev; Üniversite Gençliği Değerler Araştırması s 16) Geleneksel toplumda evi, işi ve çevresi ile kendi kuralları içinde uyumlu bir hayat yaşayan, bütün suç ve günahı bir başka bireyin malına, maneviyatına veya namusuna zarar vermekte gören, hayatı tarlası, ba- ğı-bahçesi ve evi ile yukarıda sayılan kamusal alanlara sahip köyü arasında geçen insanların sosyal sorumluluk duyguları da içinde bulundukları köy şartları gereği oluşmaktaydı. Büyüklere saygı, köyün geleneklerine bağlılık, geleceğe yönelik mütevazi beklentiler ve ibadete dayalı dindarlık bireylere güvenli bir ortam sağlıyordu.
Ancak bu insanlar, göç ettikleri fakat kendisi ile bütünleşemedikleri şehir hayatında ortak oldukları kamu malları ve kamusal hizmet alanlarını usulüne uygun olarak kullanma ve onları koruma, kamu düzenini bozan birey ve gruplara karşı tavır alma, şehirli bir birey olarak yaşadığı şehre ve mahalleye karşı sosyal bir sorumluluk duyma gibi konularda büyük bir şaşkınlık ve ne yapacağını bilememe durumu ile karşı karşıya kalmışlardır. Burada belli şartlar altında oluşmuş kurallara göre hayatını tanzim eden bireyin, tamamen farklı hayat şartlarının gerektirdiği kurallara göre hayatını yeniden tanzim etmesi/edememesi sözkonusudur. Böylece toplumun manevi değerlerinin önemli bir kısmını kaybetmesi bile kuvvetle muhtemeldir.
Diğer taraftan şehir hayatı ile beraber modern topluma geçiş, bir toplumsal hareketlilik, seferberlik yaratır. Ekonomik gelişmenin sağladığı işbölümü ve ihtisaslaşma toplumsal hareketliliğin temelini oluşturur. Sosyal hareketlilik kavramından üretim ilişkilerindeki değişiklikler, köyden şehre ve bölgelerarası göçlerle meydana gelen değişiklikler, meslek değişiklikleri, kurumlardaki, rollerdeki, davranışlardaki, ihtiyaçlardaki ve geleneklerdeki değişiklikler anlaşılmaktadır. Modern toplumda değişimin büyük kısmı teknolojik kökenlidir. Modern toplumda teknolojiye olan bağımlılık nedeniyle, değişimin sonuçları ancak daha sonraları görülebilmektedir.(Robert Frager; Yabancılaşma ve Anomi, içinde:Habitat II Kent Zirvesi İstanbul 96 . İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları C. 2 S:51 -52 Istanbul.1997)
Köyden şehre göç eden insanların burada belirtilen değişim ve hareketliliğe uyum sağlamaları uzun bir zaman gerektirmektedir. Göçün ilk yıllarında nüfusun çok az kısmı şehir hayatının gerektirdiği şekilde kalifiye olabilmekte ve rekabet güçlerini artırabilmektedir. Buna karşın nüfusun büyük kısmı, şehirlerin bazı imkânlarından istifade ederek modern yaşamın gerektirdiği araçlara sahip olabilmekte ancak eğitim, bilinç ve sorumluluk bakımından yetersizlikler trajik sonuçlar ortaya çıkarmaktadır. Konuyu bir örnekle açıklamak gerekirse, otomobil sahibi bir insanın bu arabayı trafikte kullanabilmesi için trafik yasasında öngörülen bilgilere sahip olması, sahip olduğunun bir sınavla belirlenmesi, daha sonra bir beceri sınavını geçmesi gerekir. Bu özelliklere sahip bir insanın araba kullanırken "araba sürmenin bilinci"nde olması da gerekir. Ancak günlük yaşantıyı takip edersek, söz konusu bilince ne kadar sürücünün sahip olduğunu tespit etmekte epey güçlükle karşılaşırız. Artan gelir düzeyi birçok insanın araba sahibi olmasını mümkün kılabilirken, bilinçli sürücü sayısı o derece azalmaktadır. Ülkemizde bir yılda trafik kazalarında ölen insan sayısının tarihimizde herhangi bir savaşta kaybedilen insan sayısından fazla olması bu bilinçsizliğin bir sonucudur.
Bugün şehirler, elde ettikleri gelirleri artarken, para ile her şeyi satın alacağını zanneden, şehirde yaşamanın bedelini ödemeyi reddeden, şehirli olmanın sorumluluğunu taşımayan, şehrin sorunları konusunda kendisinden başka herkesi suçlayan birbirinin sınırlarına saygısı olmayan ayrıcalıklı insanlarla doludur.
Sahipsiz kamu malı
Artan şehirleşme ve devlet imkânlarının gelişmesi sonucu bugün ülkemiz insanlarının tamamı az veya çok kamu imkânlarından istifade edebilmektedir. Kamu kimimize iş vermekte, kimimize emekli, dul ve yetim aylığı ödemekte, kimimizin sağlık giderlerini karşılamakta, bu ülkede yaşayan herkes için yol yapmakta, hastane yapmakta, mahkemeler kurmakta, güvenliği sağlamak için asker ve polis istihdam etmekte hatta din hizmeti sunmaktadır. Kamu birçok işini de özel şirketler vasıtasıyla görmektedir. Bütün bu alanlarda hepimiz kamu malı ve imkânlarıyla karşı karşıya bulunmaktayız, konumuzun bir boyutunu da kamu malı oluşturmaktadır ve giriş kısmında zikrettiğimiz olumsuzlukların hemen hemen tamamı bu kavramla ilişkilidir. O halde kamu malı nedir?
Yasal anlatımıyla kamu malı, kamunun ortak kullanımına ve kamu hizmetinin görülmesine ayrılan yerlerle, devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan her türlü yer, mal ve eşyadır. Bir mal kanunla, tüzük ve yönetmeliklerle yada örf ve âdete dayalı kurallar ile tahsis edilerek kamu malı niteliği kazanabilir.
Kamu ve özel girişim arasındaki fark gerçekte kamunun malının sahipli mal olmayışıdır. İnsanların çoğu diğer insanlara ait para ve eşyayı kendilerine ait olanlardan çok daha müsrifçe harcamaktadırlar. Bu durumda kamu idaresi ihmalkâr ve müsrif olmaktadır. Aynı durum kullanıcılar için de geçerlidir. Kamu malı herkesin kullanımına arz edilen ve herkesin beğenisine sunulan bir mal veya hizmettir. Burada rekabet söz konusu değildir. Bu yüzden kamu malının potansiyel kullanıcıları "bedavacı" olma eğiliminde olup, özel olarak sağlanan kamu malına ödememe veya az ödeme isteğindedirler. Kamuya ait makamların ve maddî kaynakların dağıtımında da aynı eğilim gözlenmektedir.
Her gün kullandığımız yollar, bize sunulan eğitim, sağlık, güvenlik, haberleşme hizmetleri, kamusal kaynakların paylaşımı konularında yapılacak bir kısa araştırma yukarıdaki tespitlerin ülkemiz için ne kadar geçerli olduğunu gösterecektir. Devletin malı deniz mantığı, objektif kriterler yerine sübjektiflik, adam kayırma, ihtikar, rüşvet vb gibi hayatımızı kökten etkileyen unsurlar günümüzde normal hadiseler olarak algılanabilmektedir.
Bugünün toplumsal ahlâkını gözden geçirdiğimizde kamu malının korunması hususunda pek iç açıcı bir durumda olmadığımızı görürüz. Ülkemiz, kamu kaynaklarının rasyonel ve hakkaniyet ölçülerine uymayan tarzda dağıtılmasının, insanların refahı ve mutluluğu için konulan kurallara uyulmamasının sonucu derin acılar ve büyük zararlarla yıllardan beri uğraşmaktadır. Aslında bu sorunların içinden nasıl çıkılacağı bilinmektedir, eksik olan bunu yapmak ya da yapmayı dert edinmektir. insanların kendi mallarını korurken gösterdikleri özeni burada göstermeleri bu sorunların aşılmasında önemli bir unsurdur. Ancak bu konuda büyük bir sorunla karşı karşıya olduğumuz aşikârdır.
Ne yapmalıyız?
Yaşama tarzı ve kendisini kuşatan hayat şartları değişen insanlar yeni duruma uygun değerler üretme, çevreye uyum sağlama, yeni düzlem içinde kendini ifade etmede büyük güçlüklerle karşılaşırlar. Bu güçlerle başa çıkabilmek için yeni bilgi ve beceriler edinebilme, değişik bağlantılar ve ittifaklar kurabilecek bir esnekliğe sahip olmak gerekiyor. Ancak bu esneklik geliştirilirken, bağlanma kabiliyetimizi yitirme riskiyle karşılaşırız. Devamlı değişen bir dünyada sadece geçici bağlanmalara girmek çok kolaylaşmaktadır. Çevremizde toplum sürekli değişirken ayaklarımızı basacağımız kalıcı bir zemin inşa etmeyi öğrenmeliyiz. Bu zeminde derin manevî ihtiyacımız ve dinî inancımız bulunmalıdır. Burası, ilelebed dayanabileceğimiz tek dayanak noktası olan ezeli değerlerin yeridir. (Frager, a.g.e s 52-53)
Türkiyedeki toplumsal yapıya ait istatistikler ülke nüfusunun önemli bir kısmının şehirlere taşındığını ve artık bir daha geri köy hayatına dönmeyeceğini gösteriyor. Bunun yanında iletişim ve diğer kültürlerle karşılaşma yoğunluğunun artması toplumda daha önce yaşanmamış bir güvensizlik ortamında yeni ve acı bir sürecin varlığını göstermektedir. Kaldı ki bu günün köyleri de eğitim, iletişim, sağlık, ulaşım gibi konularda bundan 15-20 yıl öncesinin şehirlerinden daha fazla imkanlara kavuşmuş durumdadır. Ekber Ahmed’in dediği gibi birinci dünya savaşından sonra atalarımızın modernizmin etkisinden kurtulmak için sığındığı ne çöllerde vaha kaldı ne de dağ başı.
Gerçekten de din modern çağlarda kendine ait değerleri, normları nasıl muhafaza edecek ve gelecek nesillere aktaracaktır? Hayatımızı kökten değiştiren bu toplumsal savrulmalara karşı dinî kurumların önceliklerinde ne gibi değişiklikler olmalıdır? Günlük hayatta, tüketimde, hayat felsefesinde yaşanan toptan değişimin getirdiği yeni ve yabancı değerler dinî olarak nasıl değerlendirilmelidir? Dinî kurumların bu değerler hakkında acelecilikten uzak, tutarlı, makul, açıklayıcı, ikna edici bir tutum almaları gerekmez mi? Yoksa klasik fetva kitaplarından yapacağımız kıyaslarla teknik olarak yetersiz bir araçla trafiğe çıkıp kaza yapan ve ölüme sebebiyet veren bir adamın sorumluluğunu açıklayabilir ve ona ait bir yargı da bulunabilir miyiz? Bu konulara, olayların ahlâkî, manevî, fıkhî ve insani boyutlarını göz önüne alan toplumsal bir ilgi gerekmez mi ve eğer gerekiyorsa bu nasıl sağlanabilir?
Ülkemizdeki dinî kurumlar ile ilahiyat camiasının bu tür sorunların üzerinde önemle durmalı ve toplumu yönlendirici bir rol oynamalıdır. Öyle görünüyor ki, modernlik sürecinde ortaya çıkan problemleri dinî bir yaklaşım içinde değerlendirme çabaları çok kere modernliği üretenler çözsün anlayışı ile gerekli ilgiyi uyandırmamakta, yaşanılan fiili hayatı, haram-helâl, günah-sevap kategorileri içinde ele alarak insanlara mevcut şartlar içinde ahlâklı ve dindar yaşama konusunda kılavuzluk yapacak dini bir gayret ortaya çıkmamaktadır. Bu alanda İslam fıkhının bilinen enerjisinden de yeteri kadar istifade edilememektedir.
Günümüz medyasının çeşitli amaçlarla geniş halk kitlelerini tüketim ve lüks harcamalar için durmadan tahrik ettiği bir ortamda, talan etmek kas- dıyla saldırılan sahipsiz kamu malına sahip çıkacak, ona karşı işlenen cürümleri mahkum edecek bir mülkiyet düşüncesine ihtiyaç vardır. Burada konu edindiğimiz olumsuzlukların tek bir sebebi yoktur. Olaya tarihi, kültürel, ekonomik ve daha başka açılardan yorumlar ve açıklamalar getirilebilir.
Hemen her gün olumsuz bir örneğini yaşadığımız ve zararını toplum olarak ödediğimiz kamusal kaynakları yağmalamaya ve onun enerjimizi, ümitlerimizi, geleceğimizi, topyekün toplumsal servetimizi yok eden sonuçlarına karşı bir tavır geliştirme zamanı geçmektedir. Bu konuda özellikle din hizmetleri alanında çalışan kurumlara ve bireylere önemli görevler düşmektedir. Günümüz şartlarında dinî kurumların ve din görevlilerinin inandırıcılıkları ve toplumdaki itibarları modernizmin ürettiği hastalıklarla mücadeleleri ile doğru orantılıdır. Bu görevin tarihi önemi vardır. Dini otoritenin belirli bir plan dahilinde, yaşanan toplumsal bellek kaybına ve değer aşınmasına karşı bilinen tavrını daha ön plâna çıkarması ve kamu malına karşı işlenen suçları dinen mahkum etmesi gerekmektedir, insanları şehir ortamında suça iten unsurları ortadan kaldırmak için plânlı, programlı ve özverili çalışmalara yönelmek, geleceğe ümitle bakamayan genç nüfusa, "var olduğunu, saygı gördüğünü, toplum tarafından kendine özen gösterildiğini" hissettirmek için toplumsal dayanışma müesseselerini güçlendirmek, hiçbir art niyet çağrışımına meydan vermeksizin bu faaliyetleri belirli bir düzen ve sistem içinde yapmak, kaçınılmaz bir görev olarak önümüzde durmaktadır.
Günümüz şartlarında yabancılaşmaya karşı biz duygusunu verecek, parçalanmaya karşı bütünlüğü sağlayacak, ayrılmaya karşı katılmayı teşvik edecek, bir toplum vizyonuna ihtiyacımız var. Bünyesinde çalışkanlığı, dürüstlüğü, fedakârlığı, hakkı, adaleti, namus ve iffet duygusunu, meslek ahlâkını barındıran, fertlerine güven ve gurur veren bir sosyal nizamın oluşması ülkemiz ve coğrafyamız açısından hayati önem taşımaktadır. Ülkemizin aralarında yer almak için yoğun çaba harcadığı modern dünyada biz olarak ayakta kalabilmenin en önemli şartı budur.