Makale

MÜSLÜMAN’IN VAKİT BİLİNCİ VE RAMAZAN

Doç. Dr. Ali YILMAZ
A.Ü. İlahiyat Fakültesi öğretim Üyesi

MÜSLÜMAN’IN VAKİT BİLİNCİ VE RAMAZAN

Müslüman, sürekli vakit bilinci ile yaşar. O, her vakti izlemekle meşguldür. "Gün olmuş, akşam olmuş, gün geçmiş, hafta, ay, yıl geçmiş, umurumda değil." gibi bir anlayış Müslüman’ın anlayışı değildir. Günlerin, haftaların, ayların geçip gitmesine umursamamak bir yana, en kısa bir zaman biriminin bile bilinçsizce geçip gitmesi Müslüman’a göre bir iş değildir. Cenâb-ı Allah, Kur’an’da insanın, yaptığı "zerre mikdarı iyiliği de, zerre mikdan kötülüğü de göreceğini" bildiriyor1. Bunun bir anlamı da, iyi bir amel işleyebileceği halde bilinçsizce geçirdiği bir vakti niye boşa geçirdiğini "göreceği"dir. Bu yüzden Müslüman, gelecek olan her vakti izlemek, ona göre hazırlıklı olmak zorundadır. Geçen vaktin nasıl geçtiğinin muhasebesini yaparken gelecek vaktin ne olduğunu bilir. Çünkü onun vakte bağlanmış birtakım yükümlülükleri vardır.
Müslüman, gününe, müezzinlerin seherlerde okuduğu o güzelim ezanların tatlı nağmeleriyle uyanarak başlar. Bir "vakit" gelmiştir. Bu, "Sabah namazı vakti"dir. Müslüman o vaktin gereğini yerine getirmek durumundadır. Onun arkasından öğle, ikindi, akşam ve yatsı vakitleri gelecek. O, hakkını vermek, gereğini yerine getirmek bilinci ile, bu vakitlerin gelişini de izler. Bu vakitlerin birisi, bilinçsizce, Müslüman’ın gününden geçip gidemez. O, onu daima yakalar. Bir vaktin geldiğinin işareti olan ezan sesleriyle başlayan günü, o vakitleri izlemekle biter; ertesi sabah yine aynı şekilde başlar ve biter. Bu, Müslüman’ın ömrünün her gününde tekrar edilen, değişmez bir akıştır.
Müslüman’ın gününün diğer vakitleri de onun izlemesinden uzak bilinçsizce, boşu boşuna geçip gitmez. İslâm’ın temel şartlarından biri olan kelime-i şehâdet için bir vakit tayin edilmemiştir. Her vakit kelime-i şehâdetin vaktidir; zikir vaktidir. "Ayakta dururken, otururken, yanlan üzere yatarken Allah’ı anarlar... "Rabbini, içinden yalvararak ve O’ndan korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah ve akşam an, zikret Gafillerden olma."
Mutasavvıflar bunu şöyle formüle etmişlerdir : "Sâliklere vakt-i müstekreh ve mahall-i müstehcen i’tibârı müsavidir. Gerek yatur, gerek oturur, gerek gezer, gerek durur; abdestli vü ab-destsiz, cünüb ü tâhir, hammâm ü âbhâne, cümlesinde zikr-i kalbe devam ve iştigâl, ehem ve elzemdir."4
Diğer işlerinde de bir aksama olmadan, vakitleri izleyerek gününü geçiren müslüman, diğer vakitlerini, her halde ve her vakitte Allah’ı anarak, yani daima Allah’ın murakabesi altında olduğunu bilerek geçirirken, haftayı da izler ve cuma vaktini, "cuma günü namaz için çağrılma" vaktini bekler, o vakit gelince, "Allah’ın zikrine koşar."5
Müslüman’ın ayları, yılları da ondan habersiz geçip gitmez. O, yılın aylarını da izleyerek yaşar. Aylar boyunca bir vakit bekler ve onbir ay geçtikten sonra yeni bir ay başlayacaktır. Başlangıcını kaçırmamak için on bir ay onu izler. Nihayet on birinci ayın son gününde oni-kinci ayı yakalar. Onu yakalamak zorundadır. Çünkü on ikinci ayın hilâlini görünce oruç tutmakla mükelleftir. "... Sizden kim hilâli görürse oruç tutsun... "ö buyuruyor Yüce Allah. İnsan, yıllık işlerinden tarlasındaki ekini birkaç gün önce veya sonra biçebilir, satın alacağı bir şeyi bir dahaki aya bırakabilir, yapacağı bir seyahati bir ay öne veya sona alabilir. Fakat "hilâli görünce oruç tutmayı" erteleyemez. Onun için yılın aylarını izleyerek, gelecek olan, "on bir ayın sultanı" Ramazan’ı kaçırmama gayreti içindedir.
Onun arkasından da kurban ayı olan zilhicceyi ve imkânı varsa, ömründe en az bir kere, bir "hac Vakti”nde haccetmeyi bekler.
İşte on bir ay sonra Ramazan yine geldi. Manevî bir iklimin hâkim olduğu Ramazan Müslüman’ın vakit bilincinin en yoğun hale geldiği, vakitleri birbirinden ayıran hatların en belirgin çizgilerle kesiştiği bir zaman dilimidir. Müslüman, gecenin bir saatinde, belki de uykusunun en tatlı bir anında kalkacak; kurulacak sofraya oturup, akşama kadar hiç yememek-içmemek üzere, Allah’ın verdiği nimetlerden yiyecek içecek. Sonra öyle bir vakit gelecek ki, istediği kadar yiyebildiklerinden, o andan itibaren zerre kadar bile yiyemiyecek. İki vakit arasındaki çizgi, ancak bu kadar keskin olabilir. Gecenin bir saatinde tatlı uykudan uyanıp, önündekilerden istediği kadar yerken, bir vakit gelince de bırakmak, ancak bir vakit bilinci ile başarılabilir. İşte böyle başlayan bir Ramazan gününün sonunda da aynı durum söz konusu.
Bir ev düşünün : Güneş batmak üzere, sofra kurulmuş, Allah’ın verdiği güzelim nimetlerle yapılmış olan nefis yemekler sofraya konmuş. Buram buram kokuyor. Dede, nine, anne, baba, çocuklar, evdeki herkes sofranın başına toplanmışlar. O günün gecesinin bir vaktinde yenilenlerden midede bir şey kalmamış. Acıkmanın ve susamanın en son haddine varılmış. "Haydi niye duruyorsun? Kaşığı daldırsana o nefis kokulu çorbaya..." Ama hayır. Bu an, vakit bilincinin en zirve noktaya çıktığı bir andır Bu bir sabır şâhikasıdır. Bu bir imt" ? dır. Bir vakit bekleniyor. O vakit geldi*". ı ı hepsi serbest, fakat o ana kadar hiç bir şeyi yemek içmek mümkün değil. Güneş tamamen batıp akşam vaktinin ezanı okunduğu an artık sabır imtihanının sonu başarıyla gelmiştir. Arkasından teravih vakti ve gecenin bir saatinde ertesi günün başlangıcı.
Ramazan, aylardan bir aydır. Ancak onun diğer aylardan farkı vardır. Yukarda da geçtiği üzere, Ramazan ayının hilâli görüldüğü (veya başkalarından duyulduğu, ya da görüleceği an kesin hesaplarla bilindiği) akşamı izleyen gecenin seherinden başlamak üzere sonuna kadar oruç tutulur. Ramazan ayının en büyük özelliğini Kur’ân-ı Kerim bize şöyle bil-diriyor : "Ramazan ayı, kendisinde, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın delili olarak Kuranın indirildiği aydır..."7
Oruç ayı Rai (azan, manevî iklimin her tarafı kapladığı, bir rahmet ve mağfiret ayıdır. O, diğer ibadetlerin de yoğunluk kazandığı bir zaman dilimi, mübarek bir vakittir. Kur’an en çok bu ayda okunuyor, namaz en çok bu ayda kılınıyor, dua en çok bu ayda ediliyor. Ramazanın öbür ibadetleri çağıran, toplayan ve sunan bir yanı var. Mü’minler bu ayda, orucun yanında diğer ibadetlerine de düşkündürler. Hatta başka zaman namaz vakitlerini "bilinçsizce" geçirenler bile, bu ayda namazlarını bırakmazlar. Camiler özellikle teravih vaktinde dolar taşar.
Ramazan bir bereket ayıdır. Ramazanda sofralarımız bir farklı olur. Eşe dosta iftar ziyafetleri verilir. Fakir ve muhtaçlara yardım edilir, iftar ikram-larıyla onlar da sevindirilir.
Zekâtın Ramazan ayı içinde verilme şartı yoktur, ancak birçok müslüman eğer zekât verebilecek durumda ise bunu Ramazan ayında verir. Ramazanda bol bol sadaka dağıtılır.
Ramazan ayı klasik edebiyatımızın da konularından birini teşkil eder. Divan şairleri Ramazan ayının gelişini tebrik için şiirler yazmışlar ve devlet büyüklerine sunmuşlardır. Onların bu şiirlerine "Ramazâniye" denmiştir. Enderunlu Vâsıfın bir Ramazâniye’sinin başlangıcı şöyledir :
"Sad şükr gelen mâh-ı şerîf-i Ramazândır Hakkın niâm ü rahmeti mebzûl-i cihandır"
(Yüzlerce şükür olsun ki, gelen mübarek Ramazan ayıdır. Onun için Allah’ın nimetleri ve rahmeti bütün cihana yayılmıştır.)
Ramazan manileri de yine edebiyatımızın güzel örneklerindendir. Bu manilerde Ramazan, "canları şâd eden", "mü’minlere safâ veren", "gönüllere nûr dolduran", "evveli rahmet olan", "teşrifi şekerden tatlı", "cennet müjdesiyle gelen", "değeri yüce", "insanın makamını yükselten", "Mevlâ’nın bây ü gedâya (zengin ve fakire) armağanı, ihsanı", "ayların sultânı, serdârı", "saadet kaynağı", "gönül derdi olanların ilâcı" gibi vasıflarla zikredilir8
Ramazan ayında tutulan oruç, İslâm’ın üzerine bina edildiği Hz. Peygamber’in hadisiyle belirtilen9 beş şeyden biri olan bir ibadettir. Kur’ân’da belirtildiği üzere10, bizden öncekilere farz kılındığı gibi bize de farz kılınmıştır. O bakımdan, "Ramazan hilâli görüldüğü an", "sayılı günlerde"11, yani Ramazan ayı boyunca onunla mükellefiz. Bu mükellefiyetimizi Yunus Emre, tatlı diliyle şöyle hatırlatıyor :
"Benden öğüt isterisen eydivirem bildiğümden
Budur Çalab’un buyruğa tutun oruç kılun namaz"12
Oruç, şekil olarak, günün belli saatlerinde yiyip içmemek ve bazı şeylerden fedâkârlık etmektir. Ancak orucu, bu şekilde sadece fizikî bir olay olarak değerlendirmek eksik, hatta yanlış olur. Divan edebiyatımızda, aşığın sevdiğinden ayrı kalması oruç olarak kabul edilir. Bir mutasavvıfımız orucu şöyle tanıtır : "... Sıyâm, sureti aç olmakdır, nesne yememekdir. Amma hakikati Hak’dan gayriden imsak ve Hak’la iftardır..."13 Bunlarda da belirtildiği üzere esas oruç, insanın adeta bir sevgili gibi bağlandığı dünya zevklerin-den kendini bir müddet mahrum bırakması ve her an Allah’la olmasıdır.
Bir sabır imtihanının en üst noktası olan orucun aynı zamanda sosyal yönü de vardır. Oruç, her zaman bulup yiyemeyenlerle, her an tok olabilenlerin aynı anda, aynı halde, aynı duygularla yaşamasıdır. Yoksa ne bileceğiz açların halinden ve nasıl duyacağız onların içlerindeki acıyı? Ayrıca belki bir gün bizim de aynı hale gelebileceğimizi başka zaman aklımıza getirebiliyor muyuz?
Müslüman ömrünün sonunda gelecek bir vakte de hazırlıklı olmak durumundadır. Ne zaman olduğunu ancak Allah’ın bildiği, Kur’an’ın tabiriyle bir "sâat" gelecek, kıyamet kopacak, mahşer kurulacak, insanlar işlediği "zerre mikdârı iyilik" ve "zerre mikdarı kötülük"le yüz yüze gelecek! tşte o vakitte, Ramazan ayında indirilen Kur’ân’ı, "doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın delili" kabul edip dünyada ona göre yaşamış olanlar bunun mükâfatını görecek. Vakitlerini bilinçsizce harcamış olanlar da onun karşılığıyla başbaşa kalacaktır, tşte Müslüman bu vaktin de geleceğinin bilinci içinde ömür geçirir.

1. Zilzâl Suresi, 7,8.
2. Al-i tmran Suresi, 191.
3. A’râf Suresi. 205.
4. Süleyman Şeyhî, Mek-tûbât-ı Erbain, vr. 19a, İst. Süleymaniye Kth. M. Arif-M. Mahmud Bl. 213/1.
5. Cuma Suresi, 9.
6. Bakara Suresi, 185.
7. Bakara Suresi, 185.
8. Bkz. Dr. Amil Çelebioglu, Ramazan-nâme, Tercüman 1001 Temel Eser, 24.
9. Buhâri, Sahih, İman 1,2; Müslim Sahih, İman 19; Tır-nıizi, Sünen, İman 3.
10. Bakara Suresi, 183.
11. Bakara Suresi, 184.
12. Dr. Mustafa Tatçı.Yunus Emre Divanı (tenkidli metin), s. 119.
13. Süleyman Şeyhi, Bah-rü’l-Velâye, vr. 195 a. (Elimizdeki mikrofilm). Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara 1990