Makale

Türkiye'de Yaşayan İslam mezhepleri

Türkiye’de Yaşayan İslâm
Mezhepleri

Prof. Dr.
SABRI HİZMETLİ
Ankara Üniv. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

Türkiye’de itikadi İslam mezheplerinin bugünkü durumunu daha iyi değerlendirebilmek için İslâm tarihinde mezheplerin ortaya çıkışını kısaca sunmamız yararlı olacaktır.
Hz. Peygamber (S.A.S.)’in vefatından sonra İslam tarihinde birtakım itikadi ve siyasi görüş ayrılıkları oldu ise de bunların birçoğu geçici nitelikte olduğundan, Müslüman toplum üzerinde olumsuz etkide bulunmadı. Ancak sosyal ve politik karakterli fikir ayrılıkları bir yandan bazı bölünmelere sebep olurken diğer yandan da bir takım siyasi, dini ve sosyal fırkaların teşekkülüne yol açtı; Haricîlik, Şiîlik, Cebriye ve Mutezile böylelikle ortaya çıkan fırkalar oldu.
O günden bugüne kadar bu ayrılıklar devam etti. Bir takım sun’i sınırlar içerisinde Müslü- manlar irili-ufaklı bir çok devletlere bölündüler. Siyasi görüşlerin zorunlu olarak dini niteliğe büründürülmesi, siyasi inançların "dini-itikadi" fırka karakteri kazanmasını sağladı.
İslam düşünce tarihinde mezheplerin ortaya çıkış sebeplerini şöyle özetleyebiliriz.
1. Halife Hz. Osman’ın 36/556 yılında asilerce öldürülmesi Müslüman toplumda ciddi ihtilaflara yol açtı. Bu ihtilaflar halife Hz. Ali zamanında Cemel, Sıffin, Harûre ve Nehrevân savaşlarının patlak vermesine sebep olduğu gibi, birçok kelamî-fıkhî soruyu da beraberinde getirdi. Medine- liler, Kufeliler, Basralılar, Şamlılar, Mekkeliler şeklindeki mahallî karakterli bölünmeler ile Ha- ricîlik, Şiîlik, Kaderîlik, Cebrîlik vb. isimler altındaki hizipleşmeler, Ali yanlıları (Şiatu Ali), Osman yanlıları ve Muaviye yanlıları tarzındaki zümreleşmeler yine Hz. Osman’ın öldürülmesi olayının ürünleridir.
2. Değişik kültür ve inanç değerleri ile karşılaşma, farklı din ve âdetlere sahip toplumlarla tanışma: Suriye, Iran, Irak, Filistin, Mısır, Afrika, İspanya, Horasan, Maveraünnehir yönlerindeki büyük fetihler Müslüman Arapların dünyaya açılmasına; Hıristiyanlık, Yahudilik, Mecusilik, Sabîilik, Zerdüştlük, Mazdeklik inançlarına mensup insanlarla karşılaşmalarına vesile oldu. Bu durum Müslümanların düşüncesine yeni unsurların girmesine, yeni değer ölçüleri ve anlayış tarzları ile tanışmalarına yol açtı.
3. Tercüme faaliyetleri: Özellikle Abbasiler zamanında, Müslümanlar, Hıristiyanlarla geniş kapsamlı ilişkiler içerisinde oldular; Nusaybin, Antakya, Harran ve İskenderiye Hıristiyan felsefe okulları ile irtibat kurdular. Süryanice ve Yunanca birçok eseri Arapçaya tercüme ettiler ve bu yolla birçok yabancı kökenli fikri naklettiler; Böylece Yunan teolojisi ve düşüncesine ait pek- çok unsur İslam kültürüne geçti.
4. İslâmî diğer dinlere ve fikrî akımlara karşı müdafaa etme gayreti: Yeni durumlar ve fikirler karşısında bir kısım Müslüman alim, Islamın inanç, ibadet ve ahlâk esaslarını, uygun metodlarla açıklarken, Islama aykırı buldukları fikirleri reddettiler. Mu’tezilenin ortaya çıkışı bunun açık örneğidir.
5. Gayrimüslimlerin Islâmın yayılışını engelleme, İslam devletini zayıflatma ve Müslüman- lardan intikam alma faaliyetleri: İslam’ın gelmesiyle din ve medeniyetleri sarsıntı geçiren, devletleri ve milletleri tarihe karışan birçok Yahudi, Hıristiyan ve Mecusî, Müslüman kisvesi altında İslam’dan ve Müslümanlardan intikam alma yoluna gittiler. Velayet, vesayet, masumiyet, ric’at ve teşeyyu’ inançları gibi birtakım yabancı inanç değerlerini İslam düşüncesine sokarak, Müslümanların inançlarını bozup, birlik ve bütünlüklerini parçalamak istediler. Yahudi asıllı Abdullah bin Sebe’nin faaliyetlerini buna örnek gösterebiliriz.
6. İslam toplumunda sosyal yapılanmadaki değişimler ve ekonomik problemler: İslam fetihleri beraberinde birçok ekonomik problem getirdi. Sosyal sınıflar türedi ve bunlar arasında sosyal ve ekonomik karakterli çatışmalar oldu. İdareden hoşnut olanlar ile hoşnut olmayanlar da ayrı kamplarda yer aldılar.
7. İlmi çalışmalarda ifrat metodunun kullanılması: Birtakım alimler risale ya da kitap yazarken veya bir görüşü savunurken veyahut herhangi bir düşünceyi reddederken ayet ve hadislerden yalnızca kendi görüşlerine uygun düşenleri ve kendi görüşlerine destek verenleri alarak diğer nasları dikkate almadılar. Nasların ve delillerin sadece belli bir yönde olanlarını kullanarak görüş ortaya koydular. Bu tür metoda ifrat (ayrım, tikel, soyutlama) metodu denilmektedir. Kader ve cebir konuları böyle bir metodla ele alınmış, Kaderiye ve Cebriye bunun sonucunda ortaya çıkmıştır.
8. Siyasi ve idari faktörler: Siyasi ve idari sistemlerde aşırı ırkçılık ve milliyetçilik esasına dayanan yönetim tarzları beraberinde adaletsizliği, baskı ve zulmü getirmiştir. Emeviler ve Abbasiler dönemlerinde önemli bir güç olan Şu’ubiye ve Mevali hareketleri böyle bir sistemin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Emevilerin Arapçılık politikası halkın, Araplar ve Arap olmayanlar şeklinde etnik kökenlerine göre bölünmesine sebep olmuştur.
9. Politik ve sosyal karakterli konuların dinîleştirilmesi: Birtakım emel ve ihtiraslar ile yapılan bazı uygulamalar, belli çevrelerin politik ve sosyal olaylara dinî boyutlar kazandırmasına yol açmıştır. Amel-iman ayırımı, devlet başkanına mutlak itaat düşüncesi buna açık örnek oluşturmaktadır. Fatalist ve determinist görüşler de bundan kaynaklanmaktadır. Hariciliğin ortaya çıkışı ile Emevi yöneticilerin bazı uygulamaları politik ve sosyal olayların dinîleştirilmesine en açık örnektir.
10. İslam’ın ve Kur’an’ın tabiatından kaynaklanan faktörler: Kur’an’ı Kerim’in merkezinde insan vardır. Kur’an insana düşünmeyi, araştırmayı ve öğrenmeyi öğütler. Ayetleri okuyup anlamakta ve açıklamakta, herkese tam bir fikir ve vicdan hürriyeti tanır. Ancak bütün insanların akıl, bilgi, kültür ve idrak düzeyleri bir olmadığı gibi, Kur’an ayetlerinin bir bölümü muhkem, bir bölümü de müteşabihtir. Dolayısıyla çıkarılacak hükümler ve görüşler akıl, bilgi, kültür ve idrak durumuna göre alimler arasında farklı olacaktır ki, bu da bir takım mezheplerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Müşebbihe, Mücessime, Muattıla vb. fırkalar buna örnek oluşturmaktadır.
11. Kur’an dilinden kaynaklanan faktörler: Kur’an’ı Kerim’in dili Arapçadır. Arapların ve Arap olmayanların Kur’an’ı anlaması ve ondan yararlanması aynı düzeyde değildir. Yanlış anlamalar, yanlış açıklama ve yorumlara yol açabileceği gibi hatalı yaklaşımlara ve fikirlere de sebep olmaktadır. Böylece birbirine muhalif mezhepler ortaya çıkmaktadır. Birbirine muhalif olan bu mezhepler, aynı ayet ve hadislerden farklı manalar üretmektedirler.
12. Fert ve toplum yapısından kaynaklanan faktörler: Yaşanılan coğrafya itibariyle sahip olunan hususiyetler ve kültürler önemli farklılıklar arzetmektedir. Cehalet, hurafecilik, yabancı unsurlara aşırı temayül gösterme, toplumda farklı zümrelerin oluşmasına sebep olur. Karizmatik insan anlayışı, hulûl ve tenasüh anlayışı işte bu unsurların ürünüdür. Babilik ve Bahâilik ve Kadiyânilik fırkaları da aynı faktörlerden kaynaklanmıştır.
İslam devletleri ve milletlerinin siyasi, sosyal ve ekonomik hayatında mezhepler çoğu durumlarda belirleyici faktörlerin başında yer almıştır. Hz. Ali (R.A.) dönemindeki kanlı olaylar ve kardeş kavgalarından tutunda Emevilerin yıkılmasına, Abbasi- lerin yönetime gelmesine etki eden etkenlerden biri de mezheplerdi. Bu gruplar esas itibariyle birer siyasi hiziptirler. Başlangıçta Hz. Osman (R.A.)’ın yönetimden uzaklaştırılması hareketine katılmışlar, daha sonra da Hz. Ali (R.A.) zamanında siyasi iktidarı ele geçirmek, en azından iktidara ortak olmak için çalışmalarda bulunmuşlardır. Bunlar ve benzeri mezhepler Emeviler ve Abbasiler dönemlerinde de aynı faaliyetleri sürdürmüşlerdir.
İtikadi ve fıkhi konulardaki görüşlerinde "Siyaset öncelikli" bir tutum sergileyen mezhepler, mevcut siyasi iktidarların koruma ve yardımları sayesinde varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Siyasi ve sosyal destekten mahrum olan yeni yöneticiler ve halk tarafından hüsnü kabul görmeyen mezhepler kısa zamanda tarihe karışmışlar ve yok olmuşlardır. Mesela Abbasi hükümdarı Me’mun ve Mu’tasım, Mutezile mezhebine resmi mezhep muamelesi yapmışlar, adeta iktidarlarına ortak ederek, diğer mezhepleri ve taraftarlarını cezalandırmışlardır. Selçuklu sultanları ise devlet ve millet varlığı için tehlike saydıkları Karmatîlik, Kerramîlik, Ismailîlik ve Batınîlik gibi mezheplerle mücadele etmişlerdir. Bunun yınında Selçuklular ve onların devamı olan Osmanlılar Maturidî ve Eş’ârî mezheplerinin varlıklarını sürdürmelerine ve güçlenmelerine önemli katkıda bulunmuşlardır.
Görülmektedir ki, ortaya çıktıkları günden itibaren itikadî mezhepler birer siyasi parti durumuna gelmişler veya çabuk politize olmuşlardır.
Bu genel girişten sonra Türk tarihinde din ve mezhep faktörüne biraz daha yakından bakabiliriz. Yukarıda değindiğimiz gibi, Selçuklu ve Osmanlı devletleri yönetimlerinde halkın din ve mezhep anlayışlarını göz önünde bulundurmuşlardır. Bu iki devlet İslâmî kuralları yönetimlerinde esas almışlar, din bilginlerine ve görevlilerine saygı göstermişlerdir. Islâmın Hanefîlik-Maturidîlik ve Şafiîlik-Eş’arîlik mezhepleri yorumlarının dünyada yayılması için maddi ve manevi güçlerini seferber ederken diğer inanç ve mezhep sahiplerine de müsamaha göstermişlerdir.
Cumhuriyet dönemi Türk siyasi hayatında da din ve mezhep faktörleri varlıklarını sürdürmüşlerdir. Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kabul ettiği bir kanun ile meclisin görevi "şeriat esaslarını savunmak ve icra etmek" olarak belirlenmiş, 1924 anayasasında ise "devletin dini İslamdır" maddesine yer verilmiştir.
Ne var ki, bu dönemde uygulanan politikaların, söz konusu kanun maddelerinin öngördüğü hedeflerle uygunluk arzettiğini söylemek güçtür. Bu dönemde, yeni ve modern bir cumhuriyet kurmak batılılaşma ile aynîleştiğinden "red-i miras-ı Osmanî" (Osmanlı Devleti mirasını reddetme) ön plana çıkarılmıştır. Eskinin bakiyesi ve geri kalmanın simgesi olarak değerlendirilen Osmanlı kurumlan kaldırılırken din ve mezhep faktörleri de siyasi hayatın dışında bırakılmıştır.
1937-1950 yılları arasında iktidarda olan siyasi irade devletin karakterini daha da modernleştirme ve dünyevileştirme mülahazaları ile anayasının "devletin dini islamdır" maddesini kaldırıp yerine laiklik esasını getirmiştir. Yine bu dönemde ülke hayatına parti zihniyeti hakim olmuş, dini konulardaki bazı uygulamaları halkın dinî hissiyatını incitmiştir. Ancak bu uygulamalar 1950’lerde çok partili demokratik hayata geçilmesi ile yumuşatılmış ve halkın hissiyatı bir dereceye kadar tatmin edilmiştir.
Birinci döneme tekrar dönecek olursak; hakim olan kanaate göre, yeni Türkiye Cumhuriyeti, çağdaş, uygar ve kalkınmış bir devlet olmak istiyor idiyse engel olarak görülen din ve mezhep faktörlerinin belirleyici gücünü bir şekilde bertaraf etmeliydi. Bunu başarmanın yolu da din ve mezhep temellerine dayanan ilkeler yerine, bilime ve akla dayanan çağdaş medeni kanunlar koymaktan geçiyordu. Aynı anlayışa göre Osmanlı devletinin geri kalmasına ve sonra da yıkılmasına neden olan faktörlerin başında din ve mezhep olgusu geliyordu. Siyasî, askerî, İdarî, ekonomik ve kültür politikalarını Batı’ya göre düzenleyen ve bu yönde bir toplum hedefleyen Türkiye Cumhuriyeti’nde geleneksel zihniyetin muhafazakar din anlayışının ve mezhep bağlılığının yeri olamazdı.
Bu dönemde laik eğitim- öğretim politikası benimsendi. 3 Mart 1924 tarihli "Tevhid-i Tedrisat" kanunu ile geleneksel eğitim-öğretim kurumlarına son verildi. Yeni eğitim kurumlarında yetişen aydınlarla halk arasında istenilen seviyede bir bütünleşme sağlanamadı. Böylece millet ile aydınlar arasındaki diyalog koptu. Halk onları yabancı gördü, güven duymadı. Düşünce ve hayat tarzları halkınkinden çok uzaktı.
Oysa kalkınma ve medenileşme öncelikle "millet-devlet" diyaloğuna bağlıdır. Milleti ile bütünleşemeyen devletler kalkınamazlar, daha tehlikelisi uzun ömürlü olamazlar. Tarihte bunun örnekleri çoktur. Başta Batı olmak üzere, gelişmiş ülkelere baktığımızda, halk ile devlet arasında bir ahengin olduğu görülür. Devlet, halkın inançlarına, millî ve manevî değerlerine saygı gösterir.
Laikliğin, yeni Türkiye Devletinin resmi ideolojisinin temel unsurlarından biri olması ile din ve vicdan özgürlüğünde arzu edilen rahatlığı sağlayacağı umuluyordu. Ancak bu alandaki yorum ve uygulamalar da halkın beklentilerine cevap vermedi. Hatta bazı durumlarda laikliğin, din ve vicdan özgürlüğünü kısıtlamada bir vasıta olarak kullanılması güçlü bir muhalefet veya tepki toplumunun oluşumuna yol açtı.
"Dinin siyasete alet edilmemesi," "din istismarcılığı yapılmaması" ve "mezhep taassubu gösterilmemesi" şiarları dini baskı vasıtaları olarak kullanıldığı sürece Türkiye’de "mezhep- leşme" ve "cemaatleşme" hızlanmıştır. İktidara talip olanların veya iktidara gelenlerin programlarında veya zihniyetlerinde kendilerine yer bulmakta güçlük çeken zümreler, çeşitli adlar altında cemaatleşerek veya var olan çeşitli mezhep ve cemaatler bünyesinde kümeleşerek, kimliklerini koruma yolları aramışlardır. Esas itibariyle siyasi bir hareket olan Alevîliğin kendisini bir mezhep görünümüne sokma ve yapılanma faaliyetleri de bu dönemde başlamıştır.
Burada yeri gelmişken "din ve mezhep istismarcılığı" üzerinde durmak istiyoruz, istismar, bir şeyi kötüye kullanmak, şahsi çıkarlara alet etmek anlamına gelir. Din ve mezhebin sosyal, politik veya ekonomik menfaatler sağlamak için kullanılmasına ise "din ve mezhep istismarı" (sömürüsü) denir, insanlık tarihinin her döneminde din ve mezhep istismarı yapılagelmiştir. Dinine ve mezhebine ihlasla inanan ve bağlananların yanında, onları rı- zık ve ticaret metaı, siyaset ve iktidar merdiveni, makam ve mansıp aracı yapanlar da olagelmiştir. Bunların örneklerini insanlık tarihinde bulmak zor değildir. Söz gelimi Hıristiyan din adamlar afaroz (dinden dışarı atma), günah çıkarma, bağışlama, vaftiz vb. uygulamaları ile din ve mezhep istismarı yaparak, Ortaçağın "karanlık ve cehalet çağı" olarak anılmasına sebep olmuşlardır. Avrupa milletler ve devletler tarihinde, kilise babaları, hükümetleri ve bürokratları baskı altına alabilmek için din ve mezhep istismarını tıpkı "Demoklesin kılıcı" gibi onların ensesinde tutmuşlardır. Batının siyasi, sosyal ve dinî anlayışlarını temelden değiştiren "Rönesans ve Reform" hareketleri ile 1789 Fransız Devrimi ile ön plana çıkan "laiklik ve demokrasi" anlayışı, işte bu din ve mezhep istismarcılığına son vermek, kilisenin iktidarlar üzerindeki baskısını kaldırmak amacına yönelik olarak ortaya çıkmışlar ve kabul görmüşlerdi.
Bu tecrübeden geçen Batıda din ve mezhep istismarcılığı konusunda kamuoyu, siyasiler ve aydınlar çok duyarlı davranmışlardır. Batılı siyasiler ve devlet adamları, halkın milli ve manevi değerlerine ters düşen, din ve mezhep istismarcılığını ihsas edecek siyasetlerden ve söylemlerden mümkün olduğunca kaçınarak toplumun bütün kesimlerinde adeta "konsensüs" haline gelen "manevî değerler saygı" prensibini korumuşlardır. Bu anlamda AvrupalI yöneticiler, gerek halkla olan ilişkilerinde, gerekse özel hayatlarında samimi ve tutarlı bir tutum sergilemekte, inanç ve ibadet hürriyetine saygı göstermektedirler. Bu davranışları ile de kamuoyu tarafından "dürüst ve güvenilir" kabul edilmektedirler.
Son yüzyıldaki siyasi literatürümüzde yer alan söylemlerin başında "din ve mezhep istismarı" geliyor. Bu noktada şu sorular sorulmalı ve cevaplar alınmalıdır. Din ve mezhep istismarı neden Batı siyasi edebiyatında fazla yer işgal etmezken, Müslüman ülkelerin gündeminin önemli maddeleri haline gelmiştir? Gerçekte, günümüz Müslüman ülkelerinde din ve mezhep istismarcılığı var mıdır, varsa bunu kimler yapmaktadır?
Gerçek şu ki, Türkiye’de ve diğer Müslüman ülkelerde din ve mezhep istismarı yapılmaktadır. Hatta denilebilir ki bir asırdan fazla bir süredir başarılı bir şekilde yapılan tek istismar din ve mezhep istismarıdır. Türkiye’nin Müslüman bir ülke olarak, toplum ve ekonomik yapısı ile güçlü bir ülke olmak ve kalkınmak için, belli ölçüler içinde olsa bile, İslam’ın değerlerine saygılı davranışlar sergilemesi ve sürdürmesinde korkan, endişe duyan veya istemeyen bazı çevreler, din ve mezhep istismarı konusu ile gündemi belirlemektedirler.
Ülkemizde din ve mezhep istismarı, hem dine ve mezhebe, hayatında yeterince yer vermeyen kesim, hem de dindarlar ve mezhep taassubu olanlarca yapılmaktadır.
Kanaatimizce, birinci gruptaki kişiler "din ve mezhep istismarı" konusunda çifte standartlı davranış sergilemektedirler. Bir yandan her türlü resmî, siyasî, ticarî ve kültürel alanlarda din ve mezhep faktörünün belirleyici etken olmaması gerektiğini söylerken öte yandan halk ile direkt temaslarında fırsatçı davranmakta onların din ve mezhep duygularına seslenmektedirler. İçinde bulundukları veya muhatap oldukları topluluğun dinî meşrebine göre tavır almaktadırlar. Burada hemen şunu belirtelim ki, bütün devlet adamları veya siyasî kişi ve kuruluşlar din ve mezhep istismarı yapıyor iddiasında da değiliz.
Aşırı mezhep taassubu gösteren bazı vatandaşlarımız da günlük hayatlarında içe kapanmakta, dışarı ile ilişkilerini en asgari düzeye indirmekte, karşı mezhepten olanları sevme ve kucaklama erdemliliğini, onlarla birlikte yaşama iradelerini izhar edememektedirler. Bir mezhep veya meşrep etrafında toplanırken de çevrelerinin din ve mezhep duygularını istismar ederek, bu kapanıklığın devamını sağlamaya çalışmaktadırlar. Bu da bir başka din ve mezhep istismarcılığıdır.
Ülkemizde uzun süredir uygulanmakta olan yanlış demokrasi ve laiklik anlayışları sonunda, vatandaşlarımız arasında "din- dar-dindar olmayan, laik-laik olmayan" ayrımları yapılmıştır. Bu ayrımı, ülkemizin iç barışı ve geleceği açısından mahzurlu görüyoruz. Yurdumuzdaki insanlarımızın % 99’u "Müslüman üst kimliği" ile kendilerini tanımlamaktadırlar. Bunun dışındaki ayrıntılar, bizi birbirimize düşürecek ve hoşgörü ortamı içinde birlikte yaşamımıza engel olacak kadar önemli değildir. Kaldı ki Müslüman, kendi dininden olmayanlara da hoşgörü gösteren makul insandır.