Makale

OSMANLI'NIN KURULUŞ YILLARINDA ANADOLU’NUN TASAVVUFİ DURUMU

OSMANLI’NIN KURULUŞ YILLARINDA ANADOLU’NUN
TASAVVUFİ DURUMU

Dr. Reşat ÖNGÖREN
TDV İslâm Araştırmaları Merkezi

Kuruluş sırasında Osmanlılar’ a önemli yardımları dokunan tasavvuf erbâbının sonraki yıllarda devlet tarafından himâye edilip geniş imkanlara kavuşturdukları bilinmektedir. Bu yazıda Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında Anadolu’daki tasavvufî durum ortaya konmak sûretiyle, bir ölçüde devletle sûffler arasında teessüs edip devam etmiş olan dayanışmanın temellerine işâret edilmiş olacaktır.
Bilindiği gibi Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması Selçuklular devrinde başlamış, Osmanlılar devrinde kemâle ermiştir. Türk- ler’in Anadolu’ya yoğun bir şekilde yerleşmeye başlaması, 1071 Malazgirt savaşının akabinde meydana gelmiştir. Bu tarihten XIV. yüzyıla kadar devam eden Türk göçleri büyük çoğunlukla Mâverâünnehir, Harezm, Horasan ve Erran dolaylarından olmuştur. Bu bölgelerden Anadolu’ya yapılan göçlerin başlıca şu iki safhada gerçekleştiği görülür: I. XIII. asrın başlarında Karahıtaylılar’la Harezmli’ler arasındaki mücadeleler sebebiyle Fergana’daki şehirlerin harap olup yaşanır olmaktan çıkması ve hemen hemen aynı dönemde Büyük Selçuklu İmparatorluğumun Harezmli’ler tarafından yıkılması üzerine bu mıntıkadaki halkın büyük çoğunluğunun Anadolu’ya gelmesi, II. Moğol istîlası sebebiyle Cengiz’in orduları önünden kaçan Türkler’in Anadolu’ya sığınması. İşte özellikle bu iki safhadan sonra pek çok şeyh ve dervişin göç ettiği Anadolu’da tasavvufun temelleri atılmıştır.
Mutasavvıflara ve ulemâya karşı eskiden beri büyük bir hürmet ve iltifat gösteren Selçuklu hükümdarları, aynı şekilde, Anadolu’ya gelen bu dervişlere de sahip çıktılar. Osmanlının kuruluşu öncesinde Anadolu’da faaliyet gösteren mutasavvıflar arasında, Konya’da vahdet-i vücud düşüncesini sistemleştiren Muhyiddin b. Arabî (ö. 638/1241), onun görüşlerini geniş çevreye yayan talebesi Sadreddin Konevî (ö. 673/1274), Füsusü’l-hi- kem’in ilk şârihi Müeyyidüddin Cendî (ö. 691/1292[?]>, vahdet-i vücud düşüncesinin önemli temsilcilerinden Saîdüddin Fergânî (ö. 699/1300), Mevleviyye’nin pîri Mevlânâ Celâ- leddin Rûmî (ö. 672/1273) Sühreverdiyye’den Evhadüddin kirmanı (ö. 634/1237) gibi önemli şahsiyetler, Kayseri ve Sivas’ta Kiibre- viyye ricâlinden Mirsâdü’l-ibâd sâhibi Şeyh Necmeddin Dâye (ö. 654/1256), Tokat’ta Le- meât sâhibi Fahreddin Irâkî (ö. 688 veya 709/1309-10), Kırşehir ve dolaylarında Hacı Bektaş-ı Velî ve Yûnus Emre gibi önemli ze- vât bulunmaktaydı.
Osmanlı’nın kuruluşu öncesinde Anadolu’da tasavvuf tarihi açısından önemli bir gelişme, tasavvufî düşüncenin artık sistemleşip tarî- katlaşmaya başlamasıydı. Anadolu’ya Mâverâ- ünnehr’in, Harezm’in, Horasan ve diğer bölgelerin gelişmiş kültür çevrelerinden gelen şeyh ve dervişler içinde Yeseviyye mensubu kimseler bulunmakla birlikte, çoğunluğu vahdet-i viicûd mektebi ile Siihreverdiyye ve Kiibreviyye tarikatlarına mensup sûfîlerden meydana geliyordu. Gerçi Kiibreviyye ve Siihreverdiyye mensupları o zaman tarikatlarını Anadolu’da mües- seseleştirip yaygınlaştıramamışlardı; ancak Siihreverdiyye daha sonra XV. asrın ilk yarısında kurulan Zeyniyye kolu vasıtasıyla, Kiibreviyye de Yıldırım Bâyezîd’in dâmâdı Buhâralı Emir Sultan (Şemseddin Muhammed, ö. $33/1429) ve halîfeleri vâsıtasıyla Anadolu’da yayılmıştı.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşu dönemlerinde Anadolu şehirlerinde en mühim tarikatlar Mevle- viyye ve Rifâiyye idi.
Mevlânâ Celâleddin Rûmî’ye nisbet edilen Mevlevîlik, Anadolu’da geniş muhite yayılmış ve günümüze kadar gelebilmiş tarikatlardandır. Rifâîlik de XIV. asrın ilk senelerinde Anadolu’da; İzmir, Bergama, Amasya dolaylarında ve diğer bölgelerde yayılmış ve Mevlevîlik gibi günümüze kadar gelmiştir. Fuat Köprülü Osmanlı’nın kuruluşu yıllarında Halvetiyye’nin de Anadolu’da mühim bir mevkiye sahip olduğunu belirtiyor. Ancak tarikatın 6sas Anadolu’da geniş kitlelerce benimsenmesi, XV. asrın sonlarından itibaren Yahya Şirvânî’nin halifeleri eliyle olmuştur.
Yine bu dönemde Anadolu’da Kâzerûniyye tarikatı mensuplarına da rastlanmaktadır. Meşhur îranlı mutasavvıf Ebû İshak Kâzerûnî’ye (ö. 426/1034) nisbetle Kâzerûniyye veya İshâkiyye gibi isimlerle anıldığı gibi, Mürşidiyye diye de bilinen bu tarikatın XIV. ve XV. asırlarda da devam ettiği anlaşılmakla birlikte daha sonra Anadolu’da etkisini yitirdiği gözlenmektedir. Yukarıda zikredilen tarikatların yanısıra Anadolu’da İbn Arabi’nin sistemleştirip geliştirdiği vahdet-i vücûd anlayışı veya Ekberiyye mektebi de önemli şahsiyetler vasıtasıyla devam edip günümüze kadar ulaşmıştır. XIII. asrın ikinci yansında Dânişmend ülkesinin hâkimi Pervâne Muînüddin Süleyman (ö. 676/1278) uzun süre İbn Arabi’nin halîfesi Sadreddin Ko- nevî’ye talebe olmuş ve böylece fikirlerinden etkilendiği Ekberiyye mektebini himâye etmiştir. Sadreddin Kone- vî’nin talebelerinden yukarıda isimleri kaydedilen Müeyyidüddin Cendî, Saîdüddin Fer- gânî ve Fahreddin Irâkî, Pervâne Süleyman’ın Tokat’da adlarına yaptırdığı medrese ve tekke vesilesiyle bu şehre yerleşmişlerdir.
Ekberiyye mektebinin fikir hareketi daha sonra Fusûsii’l-hikem şârihlerinden Dâvûd-i Kayseri (ö. 751/1350) vasıtasıyla Osmanlı devletinde sürmüştür. OsmanlI medreselerinin ilk müderrisi olduğu bilinen Dâvûd-i Kayseri, bu mektebe mensup mühim şahsiyetlerden biridir. Sadreddin Kone- vî’nin talebesi Abdurrezzâk Kâşânî’nin yanında yetişmiştir. Dâvûd-i Kayseri’den sonra Osmanlı’da bu ekol, ilk Osmanlı şeyhülislâmı olarak bilinen Molla Fenârî (ö. 834/1430), onun talebesi Kutbuddin İznikî (ö.855/1450), Muham- mediyye isimli meşhur eserin müellifi Yazıcızâ- de Muhammed Efendi (ö. 855/1450), Çelebi Halîfe diye bilinen Cemâl Halveti (ö.899/1493-94) dirâyetli şeyhülislâmlardan
İbn Kemal (Ö.940/1534) gibi ileri gelen âlim- mutasavvıflar eliyle devam etmiştir.
Osmanlı’nın kuruluş yıllarındaki tasavvuf! durum ortaya konurken, tarikatler ve tasavvufi ekollerin yanısıra, burada dînî-tasavvufî cemaatlere de yer vermek gerekir. İlk olarak târihçi Aşıkpaşazâde’nin dört ana grupta toplayarak kaydettiği bu cemaatler Ahîyân-ı Rûm, Gâzi- yân-ı Rum, Baciyan-ı Rûm ve Abdalârı-ı Rûm, diye isimlendirilmektedir. Anadolu Ahileri anlamına gelen Ahîyân-ı Rûm, meslekî-tasavvufî bir zümreyi ifâde etmektedir. XIII. asrın ikinci yarısından XIV. asra kadar Anadolu’da bir takım büyük devlet ricâlinin, kadıların, müderrislerin, büyük tâcirlerin, muhtelif tarîkatlere mensup şeyhlerin bir Ahî kuruluşu olan Fütüvvet teşkilâtına girdikleri görülmektedir. Ahilerin ileri gelenleri arasında Osman Gâzî’nin kayınpederi olan OsmanlI’nın ilk kadısı Şeh Edebâ- lî’nin (Ö.726/1326) de olduğu bildirilmektedir. O dönemde bu teşkilatın ne derece yaygın olduğu, İbn Batûta’nın “Ahîler, bilâd-ı Rum’da sâ- kin Türkmen akvâmının her vilâyet, belde ve karyesinde mevcuttur” ifâdesinden açıkça anlaşılmaktadır.
Fütüvvet kurallarının birçok bakımdan Şihâ- büddin Sühreverdî’nin Avârifü’l-maârif indeki tasavvufî prensip ve kurallarla hemen hemen aynı olduğu görülen Ahîlik, usûl, âdâb ve erkânlarında dış görünüş itibariyle Rifâîler’den pek çok iktibaslarda bulunduğu gibi, muhtelif noktalardan Mevlevîlik, Bektâşîlik, Halvetîlik gibi tarikatlarla da alâkadar olduğu anlaşılmaktadır.
Dînî-tasavvufî gruplardan Anadolu Gâzîleri demek olan Gâziyân-ı Rûm, bâzı tarih kaynaklarında “Alpler”, “Alperenler” diye de anılmaktadır. Gölpmarlı’nın tesbit- lerine göre bu teşkilat fütüvvetin seyfî kolunu temsil etmektedir. Bu teşkilâta mensup Turgut Alp, Akça Koca, Konur Alp gibi mücâhidler, etrafındaki pek çok miiridle- riyle birlikte, bir yandan orduların savaş rûhunu hızlandırırken, bir yandan da mânevî yönleri sâyesinde ictimâî nizâmı düzenlemeye çalışmışlardır.
Bir diğer cemaat Bacıyan-ı Rûm’un (Anadolu Bacıları) ise, fütüvvet teşkilâtının kadınlar kolunu temsil ettiği, Mikâil Bayram tarafından yapılan bir araştırmayla ortaya konmuştur. Buna göre Anadolu Ahiliğinin kurucusu olarak bilinen Ahi Evren Şeyh Nasîrüddin Mahmud’un zevcesi Fatma Bacı, Bâciyân-ı Rum’un lideri ve mürşidesi durumunda bulunuyordu. Bu teşkilâta bağlı bacılar, dînî ve kültürel faâliyetlerini bir tarikat disiplini ve metodu içinde sürdürmekteydiler.
Dînî-tasavvufî cemaatlerin dördüncüsü olan Abda- lârı-ı Rûm ise, Türkmen kabileleri arasında faâliyet gösteren dervişlerin oluşturduğu bir teşkilattır. Baba İlyas’a nisbetle Babâîler adıyla meşhur olmuştur. “Abdal” ve “Baba” ismini taşıyan bu dervişlere Horasan Erenleri de denilmektedir. Bu zümre daha sonra XIII. asrın ikinci yarısında vefat etmiş olan Hacı Bektâş-ı Velî’ye nisbet edilir olmuştur. Kaynaklara göre Bursa fethine katılan Abdal Mûsâ, Geyikli Baba ve Abdal Murad gibi sûfîlere Orhan Beğ, Uludağ yamaçlarında birer zâviye yaptırmış ve vakıflarını da tayin etmiştir ki, bunların hepsi de XVII. asırda bile faâliyetlerini sürdürmekteydiler.

Bibliyografya:
İbn Batûta Ebû Abdullah Muhammed, Rıhletü İbn Batûta. Beyrut ts., s. 285; Aşıkpaşazâde Derviş Ahmed, Tevârîh-i Âl-i Osmân, İstanbul 1332, s. 386; Câmî, Abdurrahman, Nefehâtü’l-üns min ha- darâti’l-kuds (Tercüme ve şerhi Lâmiî Çelebi), İstanbul 1980, s. 560, Harîrîzâde Kemâleddin, Tibyânü vesâili’l-hakâikfi beyâni se- lâsili’t-tarâik, Süleymâniye Ktp. Fâtih, nr. 430-432, II, 102a; Ahmed Rif’at, Mir’âtü’l-mekâsıd fi defi’l-mefâsid, İstanbul 1293, s. 39; Köprülü, Fuad, Türk-Edebiyâtında İlk Mutasavvıflar (Gerekli sâdeleştirmeler ve bâzı notlara ilâvelerle yayımlayan: Orhan F. Köprülü), Ankara 1981, s. 200 vd.; a.mlf., “Anadolu’da İslâmiyet”, Dârulfünûn Edebiyat Fakültesi Mecmuası, yıl: 2, V (1338/1922), s. 387; a. mlf., Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Ankara 1988, s. 91,9596; Barkan, Ömer Lütfi, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Bir İskan ve Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler: İstîlâ Devrinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler”, Vakıflar Dergisi, II (1942), İstanbul 1974, s. 282; Uzunçarşılı, İsmâil Hakkı, Osmanlı Târihi, Ankara 1988,1, 530-531; Gölpınarlı, Abdülbâkî, “İslâm ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilâtı ve Kaynaklan”, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, I-IV (1949-1950), s. 80; Triming- ham, J. Spencer, The Sufi Orders in Islam, Oxford 1971, s. 40, 61; Ayverdi, Sâmiha, Türk Târihinde Osmanlı Asırları, İstanbul 1977, I. 108; Çağatay, Neşet, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, Ankara 1989, s. 22 vd; Ocak, Ahmet Yaşar, “Zâviyeler”, Vakıflar Dergisi, XII (1978),s. 257; a.mlf., Babâîler İsyânı, İstanbul 1980, s. 35-57; Çetin, Osman, Selçuklu Müesseseleri ve Anadolu’da İslâmiyet’in Yayılışı, İstanbul 1981, s. 137; Halıcı, Feyzi, “Ahîlik ve Mevlevîlik”, Türk Kültürü ve Ahîlik XXI. Ahîlik Bayramı Sempozyumu Tebliğleri (13-15 Eylül 1985), İstanbul 1986, s. 163-169; Mikâil Bayram, Bâciyân-ı Rûm (Anadolu Selçukluları Zamanında Genç Kızlar Teşkilâtı), Konya 1987, s. 19,38,52; a.mlf., “Selçuklular Zamânında Tokat Yöresinde İlmî ve Fikrî Faâliyetler”, Türk Târihinde ve Kültüründe Tokat Sempozyumu (2-6 Temmuz 1986), Ankara 1987, s. 34-35; Kaya, Mahmud, “İbn Kemal’in Düşünce Târihimizdeki Yeri ve Varlık Anlayışı”, Türk Târihinde ve Kültüründe Tokat Sempozyumu (2-6 Temmuz 1986), Ankara 1987, s. 598; Gündüz, İrfan, Osmanlılar’da Devlet-Tekke Münâsebetleri, ts., s. 71-72,90-91; Kara, Mustafa, “Abdüllatîf Kudsî”, DİA, I. 257; a.mlf., Bursa’da Tarikatlar ve Tekkeler, Bursa 1990,1, 14, 16, 22, II. 23-24; Uludağ, Süleyman, “Cendi”, DİA, VII, 361; Bayraktar, Mehmet, “Dâvûd-i Kayseri”, DİA. IX, 32-33; Tahralı, Mustafa, “Muhyiddin İbn Arabî ve Türkiye’ye Tesirleri”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, yıl: 23, I (1994) s. 33.