Makale

ORUÇ VE RAMAZAN

ORUÇ VE RAMAZAN

Yusuf ZİYAEDDÎN ERSAL

İnsan:

Allahu Teâlâ ezelde vardı başka hiçbirşey yoktu. Resûlu’llah salla’llahu aleyhi ve sellem, hadîs-i şerifinde[1] buyurmuştur.-İnsanı, lâyezalde yaratmayı murâd etti. Hadıs-i Kudsî olmak üzere mervîdir.[2] İleride yaratacak olduğu insanın maslahatları için evvelâ gökleri, yeri yarattı, Sonra vakti geldi, inşam yarattı. Göklerde, yerde ne varsa cümlesini insana teshir[3] etti, Allahu Teâlâ Kitâb-ı Keriminde: buyurmuştur. Yerine nâib olarak yeryüzüne yerleştirdi. İnsan bu suretle Allahu Teâlâ5nın sırr-ı hilkati ve gâye-i tekvini oldu.

İnsan, ruh ve cesedden mürekkebdir. İnsanın rûhu, hadd-i zâtında ve hakîkat-ı mutlakası i’tibâriyle cesedine muhtaç değildir. Lâkin leh ve aley­hinde büluğu mukadder gayeleri, muktazı makâmâtı vardır. Onun için hikmet-i İlâhiyye muktezâsı olarak ruhâniyyet âleminden inmiş, bedenine teallûk etmiş, maddî ve cism-i tabiî hâlini almıştır. Bu ikinci neş’etinde ta­biatı ile ya hak i’tikadlar edinecek, ahlâk-ı fâdıla iktisâb edecek, mele-i a’lâya yükselecek, yâhut bâtıl meyillere kapılarak şekâvete dûçâr olacaktır.

Hasılı: İnsanın rûhu, bedenine teallûkunda heyûlâîdir. Ancak cese­dini, âlât-ı cismâniyyesini keyfiyet-i istimâline göre alacağı akıbetini muntazırdır.

Rûhun, eesâm âlemine tenezzülüne müterettib hikem ve masâlihden bir kısmı da nev-i beşerîye mahsûs ilim ve fenlerle arzda maâdin, nebâtât ve hayvanâta tasarrufu, Hâlik-ı Müteâlin bedr sun’una vuküfu, esmâ ve sıfât-ı İlahiyyenin tecellisidir.

Allahu Teâlâ Hazretlerinin, insana rahmeti, ihsâm pây ansızdır; tevzi’ etmiş olduğu fıtrî yüksek kabiliyeti, cisminin i’tidâli, sonra din ile hidâyeti lütuf ve ihsânının en esaslı eserleridir.

Din:

Dîn, insanın lâzım-ı gayr-i müfârikıdır. Son zamanlarda medeniyet âleminde cereyan eden dînî bahis ve mukayeseler, bu babda birçok haki­katler keşfetmiştir. Bu hakikatlerden birincisi ve en mühimmi, insanlarda tedeyyünün eski olduğu ve insanların cümlesinin, dindar olarak yaşadığıdır. Târihde büsbütün dinsiz bir millete tesadüf edilmemektedir. Hattâ târihin tedvininden evvel yaşayan kabilelerin bile dindar oldukları sâbit olmuştur. Büyük Alman feylesofu “Max Müller”in “Dînin Aslı ve Terakkisi” adlı kitabında dediği gibi insanın ilk ma’bûdu, Hâlik-ı Müteâl Allâhu zü’l-Celâl’dir. Somaları îcâd edilen putlar, mücessem ilâhlar mahz-ı hayaldir. Max Müller’in bu keşfi, akıl ve naklin ayni ifâdesidir. Kur’ân-ı Kerîm bunu kavl-i - şerifi ile daha çok zaman evvel haber vermiştir.

Hâsılı: Dîn, insanlıkla beraber doğmuş ve yaşamıştır. Bu hakikati bu gün medeniyyet âleminin yüksek tabakası takdir etmiştir. Bunu, yüksek içtimâî bir âlimden dinlemek lâzımsa, “Henry Berenger” den dinleyelim: Henry Berenger, Fransa’nın, “Mecelleler Mecellesi” adındaki meşhur mecellesinin 24 ncü cildinde yazılıdır ki, şöyle diyor: “Nakd-i târihî, bütün dinlerin taşlaşmış heykellerini yıkmış olduğu halde dînî garîzeye dokuna­mamıştır. Bilâkis bu garîzenin devam edeceğine ve her devirde yayılacağına şehâdet etmiştir.

O başka başka ma’bûdlar, delâlet ediyor ki, insan, ister istemez Allah’a îman edecek, Allah’ın emrine teslim olacaktır. Bu, insanda bir garîzedir. Bu netîce (psikoloji) ilminin şirâzesidir. Edyânı tedkik ve mukayese, insanın böyle olduğunu, geçen asırların küllerinden bulmuş çıkarmıştır. Mümkün değil söndürülemiyecek; bilâkis ileriye doğru daha çok yayılacaktır.

İbâdet, Oruç :

İbâdet, ma’bûdun azametini kalben istiş’âr etmekten doğan hadd-i nihâyeye baliğ bir nevi’ hudû’dur. Bütün kâinât, zerrâtı ile azamet-i îlâhiyyeye karşı tekvînî bir sûrette teslîmiyyettedir. Allâhu Teâlâ Kitâb-ı Kerîminde ( j of¿i j) buyurmuştur. İnsan, bunu bilerek nefsinde kavli ve fili ile tahakkuk ettirmekle mükellefdir. Her peygamber Allâhu Teâlâ’dan ibâdet emri ile gelmiş ve her ümmet ibâdet etmiştir. Nitekim Allâhu Teâlâ: buyurmuştur.

İbâdetin envâı vardır, cümlesinden maksat, rûhu terbiye, nefsi tezkiye, ahlâkı tehzîb ve tasfiyedir.

Allâhu Teâlâ mü’min kullarına, Ramazan ayında oruç tutmalarını emir buyurmuştur. Bu emir de şâir emirleri gibi mü’min kullarının mes‘ûdiyyeti içindir. Biz, bu kabil emirlere teklif diyoruz, lâkin bu emirler, gaye i’tibâriyle teklif olmaktan ziyâde tekrîm ve taltiftir.

Allâhu Teâlâ’mn Ramazan ayında oruç tutmakla emri, şu âyetlerledir:

Âyet-i kerîmeler Medenîdir; Resûlu’llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem, Medîne-i Münevvere’ye hicret ettikten sonra nâzil olmuştur. Dînin, ahkâ­mında olduğu gibi, teşrîî keyfiyyetinde de hikmeti vardır. Oruç, İslâm farz­larının en ağırları olduğu için Şâri-i Müteâl, emrini te’hir etmiş, evvelâ en hafifi olan namazı sonra nisbeten hafif olan zekâtı emir buyurmuş bu sûretle orucu sonraya bırakmıştır.

Âyet-i Kerîmelerin icmâlen meâli:

“Ey îmân edenler, Oruç, sizden evvel geçenler üzerine yazıldığı gibi sizin üze­rinize de yazıldı. Tâ ki korunasınız. Sayılı bir kaç gündedir. Sizden kim, hasta yâhud sefer üzerinde bulunur da tutmazsa, tutmadığı günün sayısı kadar başka günler­den tutması vâcibdir. Kim, gönlü isteği ile bir hayır yaparsa, onun için hayırlıdır. Oruç tutmanız, bilseniz, sizin için hayırlıdır.

Ramazan ayıdır ki, onda insanlar için hidâyet ve hak ile bâtılı ayırt edici âyet­lerin açık delilleri olarak Kur’ân-ı Kerîm inmiştir. Kim o ayda hâzır olursa onda oruç tutsun. Kim hasta yâhud yol üzerinde bulunur da tutmazsa tutmadığı günün sayısı kadar başka günlerden tutması vâcibdir. Allah, sizin için kolaylık murâd ediyor, güç­lük murâd etmiyor. Bu ruhsatlar, sayıyı ikmâl etmeniz’, Allahı, size hidâyeti üzerine tekbîr eylemeniz içindir. Umulur ki, şükredersiniz

Tefsiri:

Allâhu Teâlâ tarafından mü’minlere nidâdır. Bu şekil nidâ, işfak ve terahhum içindir. Allâhu Teâlâ, bilhassa mü’min kullarına bu lâfızlarla, esirgeyici sıfatıyla nidâ etmektedir. Ma’nâsı: “Ey benim şefkat ve merhametime mazhar olan sevgili mü’min kullarım” demektir. Allâhu Teâlâ’nın mü’min kullarına bu yolda nidâ etmesi, arkasın­da gelecek emrinin, esirgeme eseri olacağını iş’âr eder.

“Oruç üzerinize yazıldı”, ta’bîrinde de, dikkat edilirse, orucun mü’minlerin üzerine yazılmasının, îmanları ile mazhar oldukları Allâhu Teâlâ’nın lütuf ve keremi âsârından olduğuna işâret vardır.

“Nitekim evvel geçenlerin üzerine de yazılmıştı”, ta’birinde, taltif ile berâber orucun mü’minlerin üzerine yazılmış oldu­ğunu te’kid ve mü’minleri oruca terğîb ma’nâları vardır.

Bundan başka: Dînin aslında ve maksadında “Vahdet” olduğuna işâreti de mutazammındır. Daha başka olarak i’câz-i İlmî de vardır; çünkü Kur’ân’ın nüzûlünde muhîti halkına, târîh-i âlemden yalnız mücâviri bulundukları milletler ma’lûmdu, başka milletler meçhulleri idi. Sonra, ancak târih isbât etti ki: Kadim Mısırlılar, Çinliler, Hindliler oruç tutar­lardı. Sonra Yunanlılar, Romalılar da tutmuşlardır. Bırahmanlar da tut­maktadırlar.

Tevrat’ta orucun farziyyetine dâir bir şey yoktur. Yalnız medh ü senâsı vardır. Eldeki İncillerde de medh ü senası ile berâber riyâ karıştırılmamasına dâir vasâyâ vardır. Hıristiyanların büyük perhizleri meşhurdur, Hazret-i Mûsâ’dan kalmadır. Hazret-i İsâ da Hazret-i Mûsâ’ya tâbi olarak tut­muştur.

“Takvâya erişmeniz için, yâhud, umulur ki, takvâ eder olursunuz.” Tahkıka göre burada lâfzı i’dâd ve tehyie içindir. Orucun farziyyetinin hikmeti, takvâ olduğunu, orucun, mü’minleri takvâya hazırlar bulunduğunu beyândır.

Takvâ “Vikâye”den alınmadır. Vikaye korunmak ma‘nâsınadır. “korunursunuz” demektir. Korku, korunmaya bâis olduğu için takvâ lâfzı korku ma’nâsına da kullanılmıştır. Allah’dan korkun, demek olmuştur.

Vesenîler de, oruç tutarlardı. Lâkin onlar orucu tutarken nefislerini ta’zîb etmekle âlihelerinin gadabını teskin ve rızâlarını celbetmeği isterler, bu i’tikadda bulunurlardı. Sonra bu bâtıl itikad Kitabîlere de geçmiş ve İslâ­miyet’e kadar yaşamıştı. İslâmiyet gelince, ibâdetlerin, ancak insanları saadete hazırlamak için olduğunu Allâhu Teâlâ’nın insanlara, ibâdetlerine asla ihtiyâcı olmadığını takrîr etti. Bu ma’nâyı tasrih etmektedir.

Orucun Faydaları:

Oruç, müminin nefsini takvâya hazırlar. Çünkü oruç, tutan mü’minde bir sırdır; gizli bir ibâdettir. Mü’minin orucuna Allah’dan başkası muttali’ olmaz.

Mü’min, orucu Rabbinin emrine itaat ederek, dîninin irşadına uyarak tutar, oruca münâfî olan şehvet ve lezzetlerini, Rabbinin ıttılâını düşünerek bırakır. Bu sûretle oruca bir müddet devamından, Rabbini mürâkaba, Rabbinden hayâ melekeleri hâsıl olur. Bu murâkaba îmânın kendisidir, Allahı ta’zîm ve iclâlden doğar.

Oruç’dan hâsıl olan mürâkaba melekesi, âhiret saadetine medar oldu­ğu gibi dünyâ saadetine de medardır. Çünkü bu murakabe sahibi, kimsenin canına, malına, ırz ve şerefine dokunamaz. Elini, dilini kötülüğe uzatamaz. Kulağını yaramaza veremez. Çünkü bu murâkaba sahibi, Allah’dan gaflet etmez. Şayet gaflet ettiği ve bir mekruh veya münkere düştüğü olursa derhal kendine gelir, tevbe ve istiğfar eder. Oruç işte bu sûretle sahibinin irâdesini terbiye eder.

İnsan, ihtiyârî fiillerinde hürdür, irâdesini sarfetmekte serbesttir, mu­hitinin te’sîri hürriyetine mâni değildir. İnsamn irâdesi, garîzı bir kuvvet­tir; bütün harekâtının bâisidir. Bütün ef’âlinin kaynağıdır.

İnsanın bütün kuvvetleri, uykudadır. Uyanmak için irâdesini bekler. İlim, fen, san’at irâdesiz hiçtir. İrâde, amele çevirinceye kadar boştur.

İrâdedir ki, insanı, hem yapmağa sevkeder hem de yapmaktan alıkoyar. Her iki nevi’ irâde, şerrin, hayrın âmilidir. Dcjğruluk, yiğitlik, nâmus ve şeref irâdeden olduğu gibi; korkakhk, yalancılık, her türlü alçaklık da irâdenin eseridir.

İrâde hayatta muvaffakiyetin sırrıdır. Büyük adamların, büyük başa­rıları, kuvvetli irâdeleri iledir. Napolyon Bonapart, meşhurdur ki: Bilmem diyene, “Bil öğren”; yapamam, diyene: “Çalış yap” derdi. Bir gün ona: Alp dağları geçit vermez, demişler. O: “Alp yoktur” demiş. Ve fi’lvâkı geçit bulmuş ve geçmişti “Topraktan değerli kumandan yaparım” derdi. “Rûhumun kuvveti te’sîriyle himmet ve azimetimi veririm” demek isterdi.

Hâsılı: İrâdenin kıymet ve ehemmiyeti takdirin fevkındadır. Onun için meşhur büyük feylesof (Kant) da Ahlâk Risâlesine irâde ile başlamış ve iradeyi şöyle vasfetmiştir: “Dünyânın ne dâhilinde ve ne de hâricinde irâde gibi bilâ-kayd ü şart kıymetli bir şey yoktur. Mal, câh ve sıhhat hüsn-i isti’mâli şartiyle kıymetlidir. İrâde ise, mutlak olarak, kıymetlidir.

Şu halde irâdeyi terbiye, mühim ve gayet kıymetli bir ameliyedir. Mademki bu ameliye orucdan ibârettir; oruç, onun için teşri buyurulmuştur. Orucun şeref ve kıymetini ona göre takdir etmelidir.

“Üzerinize yazılan oruç, sayılı bir kaç gündedir.” Bu ibâredeki taltîf-i Rabbânî, ta’rife muhtâc olmayacak derecede açıktır. Sonra: “Öyle olunca, sizden kim hasta olur yâhud sefer üzerinde bulunur da oruç tutmazsa, tutmadığı gün kadar diğer günlerden tutması vâcibdir.”

“Kendisinde hastalık, ihtiyarlık ve hiçbir arıza olmamakla, oruç tutmağa gücü yetenlere, her gün bir yoksulun doyumu, yemek vâcibdir.”

Bu hüküm dikkat edilmelidir ki: Ramazan orucunun farziyyeti ipti­dasında idi;" İslâmiyyetin, teşrîâtında ta’kib ettiği yüksek hikmet üzere gelmiş idi. Mükellefine ağır gelecek hususlarda hemen birden teklif edilmezdi. Tedricen alıştırılarak nesh ile maksada vardırdı. Netekim şarabın tahrîminde de böyle olmuştu. Burada orucu teşri’de de bidâyette gücü yetenlere, oruçla fidye arasında muhayyer olmak üzere ruhsat verilmişti. Lâkin sonra bu ruhsat cümle-i Celîlesinin umûmu ile neshedilerek kaldırılmış, gücü yetenlere orucun farziyyeti kat’iyyetîe takarrür et­miştir. Maamâfîh âyet-i kerîmenin nesha muhtaç olmayan diğer halli vecihleri de vardır.

Hâsılı: Mü’minler, Ramazan orucunda üç sınıftır:

Birinci sınıf, mukim, sahîh ve oruca zararsız gücü yetenlerdir ki, bunlara Ramazan günlerinde oruç tutmak farzdır.

İkinci sınıf, hasta yâhud sefer üzerinde olanlardır ki, bunlara sonra kazâ etmek üzere tutmamalarına ruhsat vardır.

Üçüncü sınıf, oruca gücü yetmeyecek derecede ihtiyar ve müzmin hasta olanlardır ki, bunlar tutmazlar, fidye verirler; her gün bir yoksul doyururlar. Hâmile ve emziklilere, sonra kazâ etmek üzere, tutmamalarına ruhsat, Sünnetle sâbittir.

Kavli Şerifi nafile oruç hakkındadır. “Mücerred gönlünün arzusu ile, ibâdet olarak, şâir günlerde oruç tutmak da hayırlıdır” demektir.

Mutlak olarak orucun hayırlı olduğuna dâirdir. Çünkü cesedin ve nefsin riyâzetidir.

“Oruç tutmanız, biliyorsanız sizin için hayırlıdır.” demektir.

“O sayılı günlerde, bütün insanlara, hidâyet ve hidâyetinde hak ile bâtılı biribirinden ayırmakta açık olan âyetlerden ibâret bulunan Kur’ân inmiştir.” Bu cümle-i Celîle, orucun farziyyetinin Ramazan ayına tahsisinin hikmetim beyân etmektedir. Hidâyet-i beşerin düstûru olan Kur’ân-ı Kerîm’in Ra­mazan ayında İnmiş olmasıdır. Bilcümle İlâhî kitablar, hidâyettir. Lâkin hiçbirisi, beyânı keyfiyyetinde Kur’ân-ı Kerîm’e çıkamaz: Meselâ Dâniyâl Nebî’nin kitabı İlâhî bir kitab olmakla berâber âdetâ rumuz ve elğazdır. Tevrat Kitabı’mn da nûr ve hüdâ olmakla mevsûf olmasına rağmen, birçok ğavâmız ve müşkilâtı vardır. Şu ellerdeki İncilleri tedkıkden anlaşılıyor ki, Havâriyyûn bile Hazret-i İsâ’nın tebliğ ettiği mevâiz ve ahkâmı lâyıkı ile anlıyamıyordu. Lâkin, Âyât-ı Kur’âniyye’den hiçbir âyetin ma’nâ ve hükmünü, Ashâb-ı Kiram’ın anlayamadıkları menkul değildir.

Kur’ân-ı Kerîm, yakınen ma’lûmdur ki, mecmû-ı âyât-ı birden inzal buyurulmuş değil, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in bi’seti senelerinde sûre sûre, kıt‘a kıt‘a, âyet âyet olarak inzal buyurulmuştur. İbtidâ-yı nüzulü, Ramazan’da, Kadir Gecesinde idi.

“Öyle olunca, sizden kim Ramazan ayında hazır olursa, o ayda oruç tutsun.”

“Kim hasta olur yâhud sefer üzerinde bulunur da oruç tutmazsa, tutmadığı gün kadar başka günlerden tutması vâcibdir”. Bu cümle, yukarıda zikri geçen hükmü te’kid içindir; yerindedir. Çünkü oruç hakkında geçen taltifler ve ruhsatlardan, hastanın, müsâfirin orucunun müsamaha mahalli olması tevahhum edilebilir.

“Allah sizin için kolaylığı murâd ediyor, güçlüğü murâd etmiyor.” Bu ta’birde, oruç tutmak güç olmadığı vakit, tutmanın, efdal olduğuna işâret vardır. Güç olursa iftar efdaldir. Çünkü Allâhu Teâlâ ahkâmı ile mü’minleri zorlamayı, güçlüğe koşmayı murâd etmiyor. Kolaylıkla faydalarına ermelerini murâd ediyor. Güçlüğün kolay­lığı celbeder olması dinde bir asıl, bir kaidedir. Burada iki cümle, bu kaideyi vaz’ ve te’kid etmektedir.

“Sayıyı ikmâl etme­niz, Allâhı, sizi muvaffak buyurduğu şeyden dolayı büyük tanımanız için­dir, umulur ki, şükredersiniz.”

Allâhu Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’in inzal buyurulduğu zamânı, Duhân Sûresinin başında:

âyet-i kerîmeleri ile, Kadir Sûresinin başında: âyet-i kerîmeleri ile vasıf buyuruyor. Bu âyet-i kerîmeler ile sâbittir ki, Kur’ân-ı Kerîm, gündüz değil gece inmiştir. İndiği gece, kadri büyük, takdîrin fevkmda şerefli ve mübârek bir gecedir.

Duhan âyetlerinde, Zâtını münzir olmakla vasıf buyuruyor. Yâni: “İnsanı, fıtratı ile şâir hayvanlardan ayrı, tabiatı ile mümtaz, ta’lim ve irşâda muhtâc olarak yarattım; onun için Resullerim vâsıtasıyle inzârını üzerime aldım; Kur’ân’ı indirdim, insanların amellerinin cezâsını iktisâb, ettikleri sevab ve ikâbı, bu hayattan sonra diğer bir hayâtta karşılayacaklarını ihtar ettim.” buyuruyor.

Kavl-i şerifi ile Allâhu Teâlâ’nın, o gece indinden, emri ile her hükmün hikmetli olarak hal ve faslolunduğunu, ah­kâmının takrir buyurulduğunu haber veriyor. Daha sonra: buyuruyor. Zâtının Erhamü’r-Râhimîn, Ahkemü’l-Hâkimîn olduğunun, bütün teşrîâtının insanlara rahmetinden lütuf ve ihsânı bulunduğunun beyânı ile mevzûa son veriyor.

Hakka: Allâhu Teâlâ, Rahîm ve Hakim’dir. Bütün halkım, hikmeti ile tedbîr etmektedir. İnsana, fıtratı ile müstaid kıldığı kemâlâtına yetişmesi için hidâyet vermiş, Kitab indirmiş, Resûl göndermiştir. Aklın muktezâsı İtaattir; oruç farizası itaatin en müessir âmilidir.

Nihayet, Müslüman kardeşlerime inâyet-i Hak’la, refah ve râhat içinde karşıladığımız Ramazân-ı şerifini tebrik eder, oruçlarını kabul buyurmasını Allâhu Teâlâ’dan dilerim.



[1] Buhârî, Sahihinde İmrân bin Husayn tarîkiyle, merfûan rivâyet etmiştir,

[2] Bu rivayet senedi itibariyle sahih değil ise de manası sahihtir, şahidi: ayet-i kerimesidir. Tefsirinde ibn-i AbbasIn demiş olduğu mervidir. Diğer şahidleri de vardır.

[3] Teshir, tezlil ma’nâsınadır. Şeyi maksada mülayim yapmak, hazırlamak demektir.