“Kur’ân-ı gereği gibi düşünmüyorlar mı?”
Yazan: Prof. Ali Abdül-AZÎM Çeviren: Dr. A. Arslan AYDIN
Said İbn-i Cübeyr’den rivayet olunduğuna göre: “Kur’ân’ı okuyup da, onu tefsir etmeyen, kör bir kimse veya bedevi bir Arab gibidir.”
Müslim’in “Mesruk” dan rivâyet ettiğine göre Mesruk: “Abdullah bize bir sûre okur, sonra onun üzerinde konuşur ve bütün gün onu tefsir ederdi. Sahabe, Peygamber (S.A.V.) den 10 âyet öğrendikten sonra, onda amel edilmesi gereken şeyleri anlamadan, yâni, Kur’ân’la beraber amel edilecekleri de öğrenmeden, yeniden Kur’ân âyetleri öğrenmezlerdi.” dedi.
İbn-i Mes’ûd (R.A.): “Bizden biri 10 âyet ezberledikten sonra, mânâsını anlamadan yeni âyetler öğrenmezdi. Hiçbir kitap insanları, Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerifler kadar tefekkür, teemmül ve aklı kullanmaya dâvet etmemiştir.” demiştir.
İmâm Mâlik (R.A.) in rivayet ettiğine göre: Bir cemaat Peygamberimiz (S.Â.V.)’e bir şahsı methettiler. Peygamberimiz: Aklı nasıldır? diye sordu. Onlar, güzel ahlâkından bahsettiler. Peygamberimiz: “Aklı nasıldır?” diye sorusunu tekrarladı. Onlar yine güzel ahlâkından bahsettiler. Peygamberimiz, ilk sualinde ısrar buyurup, üçüncü defa: “Aklı nasıldır?” dediler. Bunun üzerine: “Yâ Resûlallah! Biz onun ibâdetinden ve hayırlı güzel sıfatlarından bahsediyoruz, siz bize aklını soruyorsunuz.” dediler. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz: “İnsanlar, Rab’lerine, ancak akılları derecesinde yaklaşırlar.” buyurdular.
Kur’ân-ı Kerîm bizi, apaçık olan âdetleri üzerinde düşünüp ibret almaya dâvet ettiği gibi, Allah’ın kâinattaki âyetleri üzerinde de düşünerek dersler almağa çağırmış ve demiştir ki:
“Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ve gündüzün farklı olarak gelip gitmesinde, akıl sahipleri için elbet ibret verici deliller vardır. Onlar, (öyle insanlardır) ki, ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken de Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaradılışını düşünürler de: “Ey Rabbimiz! Bunları boşuna yaratmadın; Sen (bundan) münezzehsin. Bizi ateş azabından koru (derler) !”[1]
Bundan sonra göklerin ve yerin melekûtunda da düşünmeye davet etmiş ve:
“Üzerlerindeki göğe hiç bakmıyorlar mı? Onu nasıl (bir kudretle) bina ettik. Onu nasıl donattık? Onun açık, yarık bir gediği de yok. Yere de (bakmıyorlar mı?) Onu (nasıl) döşedik? Ona (nasıl) sabit dağlar koyduk? Onda her sınıftan, içe ferah, sürür verici çiftler bitirdik. (Bütün bunları) taatımıza dönen her kulun kalb gözünü açmak ve ibret vermek için (yaptık)...” [2] buyurmuştur.
Daha sonra, bizi çevreliyen kâinattaki canlı ve cansız varlıklara dikkatle bakarak, düşünüp, teemmül etmeye dâvet etmiş ve:
“Onlar, hâlâ (ibretle) bakmıyorlar mı ki: Deve nasıl yaratılmıştır, gök nasıl kaldırılmış (yükseltilmiş) tir, dağlar nasıl dikilmiştir, yer nasıl yayılıp döşenmiştir?...”[3] buyurmuştur.
Kur’ân-ı Hakîm, Kur’ân’ın âyetleri üzerinde gereği gibi düşünmeyenleri beyinsizlikle itham ettiği gibi, Hak Teâlâ’nm kâinattaki âyetleri üzerinde de düşünerek ibret almayanları aynı şekilde yermiş ve demiştir ki:
“Göklerde ve yei|de nice âyetler, nişaneler vardır ki, ondan yüz çevirerek basıp geçerler.”[4]
“Onlar yeryüzünde hiç mi gezip dolaşmadılar ki, orada olanları akle- decek kalbleri, gerçekleri işitecek kulakları olsun? Ama, (yalnız) gözler kör olmaz. Fakat (asıl) sinelerdeki kalbler kör olur, (da ibret almaz.)”[5]
Biz, Kur’ân-ı Kerîm’in, kâinattaki gerçekleri anlatan İlâhî sözler, kâinatın da, Kur’ân-ı Kerîm’deki gerçeklere delâlet eden bir suret olduğu mütalâasındayız. Bunun içindir ki, Hak Teâlâ her ikisine de, “Âyetullah” (Allah’ın âyetleri) ismini vermiş ve Kur’ân-ı Kerîm’de:
“İşte bunlar, Allah’ın âyetleridir ki, onları sana (birer) gerçek olarak okuyoruz.”[6]
Kâinaittakiler için de;
“Biz, gerek âfakta, (Yer, gök ve her yerde) ve gerek kendi nefislerinde âyetlerimizi (ibret dolu nişanlarımızı) onlara göstereceğiz. Böylece onun (Kur’ân’ın) hak olduğu meydana çıkacaktır.”[7] buyurulmuştur.
Yine aynı sebeple her ikisine de, “Kelimetullah” tesmiye etmiş ve Kur’ân-ı Kerîm’de:
“Rabb’inin kitabından sana ne vahyolunduysa onları oku. Onun sözlerini değiştirebilecek asla yoktur...”[8]
Kâinattaki müşahedât için de;
“Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar birer kalem, deniz de, arkasından yedi deniz daha kendisine yardım ederek, (mürekkep) olsa, (onlar tükenir de), yine Allah’ın kelimeleri tükenmez...”[9]
Her ikisi için de:
“Allah mücrimlerin (suçluların) hoşuna gitmese de, Hakk’ın hak olduğunu kelimeleriyle isbat eder.”[10] buyurmuştur.
Her ikisi de Allah katından indirilmiştir:
Çünkü Kur’ân, sevgili Peygamberimiz’in kalbine indirilmiştir. Nitekim Hak Teâlâ:
“... Sana (bu) Kitabı, herşeyin apaçık bir beyanı, bir hidayet, bir rahmet ve (bilhassa) müslümanlar için bir (saadet) mücdecisi olmak üzere peyderpey indirdik.”[11]
“Muhakkak ki Kur’ân’ı biz indirdik. Onun koruyucuları da mutlak surette biziz.”[12] buyurmuştur.
Kâinattakiler de, Allah katından indirilmiştir. Nitekim Hak Teâlâ:
“(O Allah ki) Gökten bir Ölçü ile bol bol su (yağmur) indirmiştir. İşte biz, onunla ölü (kuru) memlekete (yeni bir) hayat verdik. Siz de böylece (diriltilip, kabirlerinizden) çıkarılacaksınız.”[13]
“... Size (orada) kudret helvasıyle yelve kuşu indirmiştik...”[14]
“Onlar: Ona Rabb’inden bir âyet (mûcize) indirilmeli değil miydi ?” dediler. (Onlara) de ki: Şüphesiz Allah âyet (mûcize) indirmeye kaadir- dir. Fakat onların çoğu bilmezler.”[15]
Ve nihayet her ikisi de Hakîm olan Allah tarafından indirilmiştir. Nitekim Hak Teâlâ:
“Ehl-i Kitaptan olan kâfirler de, müşrikler de size Rabb’inizden hiç bir hayır (erişmesini) indirilmesini istemezler.”[16] buyurmuştur.
Kur’ân-ı Kerîm, hak ve gerçek olarak Allah’dan sâdır olmuştur. Kâi- nâtta mevcut “Kevnî varlıklar” da, hak ve gerçek olarak Allah’dan sâdır
olmuştur. Nitekim Hak Teâlâ:
“Biz onu (Kur’ân’ı), hak ile indirdik ve O, hak ile indi...”[17]
“Görmez misin ki, Allah gökleri ve yeri hak ve (hikmetle) yaratmıştır.”[18] Her ikisi de, Hak Teâlâ’ya hamdetmek ve O’nun yüceliğini zikretmek için birer esastır:
“Ölmek şanından olmayan, dâima diri bulunan (Allah) a güvenip dayan, O’na hamdederek tesbîh et.”[19]
“Yedi gök ve bunlarda bulunan (melekler, cinler ve diğer varlık)lar O’nu tesbîh ederler. Hiç bir şey yoktur ki, O’na hamd ile tesbîh etmesin...”[20]
Her ikisi de, dünya ve âhiret hayrına çağırır ve yer ile göklerin bir yaratanı olduğuna delildir. O halde, insanın, aklını ve kalbini kullanarak; Hak Teâlâ’nın okunan âyetleri veya görünen kevnî âyetleri üzerinde gereği gibi düşünmek yoluyla Allah’a varması gerekir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm tecellî etse, kevnî âyetler olurdu. Eğer kâinât konuşsaydı, Kur’ân âyetlerinin tâ kendisi olurdu.
Bütün bunlardan, Hak Teâlâ’ınn okunan veya görünen âyetlerinin, ilim tahsil etmeye ve tefekküre kaadir olan her şahsa Allah’ın yazdığı bir farz olduğu tebeyyün etmektedir.
“Biz o misalleri insanlar için îrad ediyoruz. (Ancak) onları âlim olanlardan başkası anlayamaz.”[21]
Kur’ân-ı Kerîm’i, üzerinde düşünerek inceleme yapmadan okumak ise, cahillerin ve cahile benzeyenlerin ibâdetidir. Halbuki Hak Teâlâ, Kur’- ân’ı, burhân ve nûr olarak göndermiştir. Bu İlâhî burhanın mutlaka anlaşılması ve bu İlâhî nûr ile aydınlanmak lâzımdır.
“Ey insanlar, size Rabb’inizden bir burhân gelmiştir. Biz size apaçık bir nûr indirdik.”[22]
Bu bakımdan Kur’ân’ı gereği gibi inceleyenler, Hak Teâlâ’ya yakın olan meleklerine karîn olurlar. Nitekim Buhârî ve Müslim Hz. Âişe (R.A.) dan naklen Peygamberimiz (S.A.V.) in:
“Kur’ân’ı (anlamak) da maharetli olan, günahlardan berî olan Melâike-i Kirâm ile beraberdir.” buyurduğunu rivâyet etmişlerdir. Fakat, Cenâb-ı Hakk’ın mükâfat vermeyi vâdettiği Kur’ân’la hidayete eren mü’min kullardan olabilmek için, Kur’ân’ı okuyanların, O’nun üzerinde inceleme yapmaları da şarttır. Müslim ve Ebû Davud’un Ebû Hüreyre (R.A.) dan rivâyet ettiklerine göre Peygamberimiz:
Allah’ın evlerinden birinde toplanarak Kur’ân okuyan ve onu aralarında müzakere edip, inceleyen hiçbir topluluk yoktur ki, onların kalblerine bir sükûnet (rahatlık) inmesin, Allah’ın rahmeti onları (şefkatle sarıp) örtmesin, melekler kuşatmasın ve Hak Teâlâ kendi katındakilere onlardan bahsetmesin.”
Fakat Kur’ân üzerinde yapılan çalışma ve incelemeler, şiddetli bir arzuya ve azme, tam bir dikkat ve itinaya muhtaçtır. Aksi halde, mü’minin ayağı kayar, kurtarıcısı ve kurtuluş yolu olmayan derin bir uçuruma düşer.
[1] Âl-i İmrân Sûresi, âyet: 190-191.
[2] Kâf Sûresi âyet: 6-8.
[3] Gaşi’ye: âyet: 17 ile 20.
[4] Yûsuf: âyet: 105.
[5] Hac Sûresi: âyet: 46.
[6] Bakara Sûresi, âyet: 252.
[7] Fussilet Sûresi, âyet: 53.
[8] Kehf Sûresi, âyet: 27
[9] Lokman Sûresi, âyet: 27.
[10] Yûnus Sûresi, âyet: 82
[11] Nahl Sûresi, âyet: 89
[12] Hicr Sûresi, âyet: 9
[13] Zuhruf Sûresi, âyet: 11
[14] Bakara Sûresi, âyet: 57
[15] En’âm Sûresi, âyet: 37
[16] Bakara Sûresi, âyet: 105
[17] İsra Sûresi, âyet: 105
[18] İbrahim Sûresi, âyet: 19
[19] Furkan Sûresi, âyet: 58
[20] İsrâ Sûresi, âyet: 43
[21] Ankebut Sûresi, âyet: 43
[22] Nisa Sûresi, âyet: 174