Makale

Hazret-i Peygamber’in En Mühim Mu’cizesi KUR’AN-I KERİM

Hazret-i Peygamber’in En Mühim Mu’cizesi

KUR’AN-I KERİM

Doç. Dr. İsmail CERRAHOĞLU

Bütün Peygamberler İlâhi bir vazife ile gönderilmiş olduklarını ve kendilerini kavimlerine kabul ettirebilmek için, bâzı hârikulâde şeyler —yâni mu’cizeler— gös­termek mecbûriyetinde kaldıklarını hepimiz biliyoruz.[1] Geçmiş Peygamberlerin bu mu’cizeleri, sadece o devirde yaşayanlar ve o anda hazır bulunanlar tarafın­dan müşahede edilebilirdi. Kısaca ifade etmek lâzım gelirse, onların bu mu’cizeleri sürekli değil, geçici ve hissi (el-Mu’cizetü’l-Hissiyye) idi. Meselâ, sihrin revaçta bulunduğu ve ünlü sâhirlerin yaşadıkları bir devirde, Hazret-i Mûsâ’ya mu’cize ola­rak sihirli bir asâ verilmiş, bununla sihirbazlar mağlûb edilmişti. Hazret-i Isâ’nın tıb sahasında gösterdiği büyük mu’cizeler ise, Onun zamanında tıbbın ve hâzık tabiblerin en yüksek derecelere ulaştıklarını gösteren bir delildir.

Hazret-i Muhammed (S.A.V.) in mu’cizeleri ise, ekseriyetle sürekli ve akil (el- Mu’cizetu’l-Akliyye) idi Hazret-i Peygamber zamanında Arap dili üslûbu ve hitâbeti en yüksek dereceye ulaşmış bulunuyor, adeta altın çağını yakıyordu. Arab kavminin belâgat ve fesâhât sahasında en yüksek mertebeye ulaştığı bir devirde gereken en büyük mu’cize, his şüphe yok ki, belâgat ve fesâhatın en büyük timsali olan ve hiç kimse tarafından taklid edilemiyen Kur’ân-ı Kerim’in vahyedilmesi ol­muştur. O, Hâlık’ın Kelâmıdır, mahlûkun sözleri asla onu taklit etmeğe muktedir olamaz ve olamıyacaktır da. Çünkü bu husus Cenâb-ı Hak tarafından o derece ke­sinlikle belirtilmiştir ki, aksinin vârid olması mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerim’in insanlığı âciz bırakan yönü, yâni onun i’câzı, ona benzer veya ona yakın başka bir eserin meydana getirilememesinde aranmalıdır. İşte bu bakımdan Kur’ân-ı Kerim, Hazret-İ Peygamberin en mühim ve en büyük mu’cizesi olmuştur. Bizzat Kur’ân’ın kendisi, bütün İnsanlar bir araya gelip çalışsalar kendine benzer bir eser meydana getirmekte âciz kalacaklarını söyler, Risaletinin ilk devirlerinde Mekke’de, Kur’ân’ın ebedi, eşsiz bir mu’cize olduğunu söylemiş ve bütün muârızlarına meydan okuyarak:

“De ki, bu Kur’ân’ın bir benzerini [meydana] getirmek için insanlar ve cinler bir araya gelseler ve hattâ biribirlerine yardımcı olsalar bile, onun gibisini [meydana] getiremezler”[2] demiştir.

Bu hakikati duymayan Mekkelilere, yine Mekke devrinin sonlarına doğru, on­lara meydan okuyarak bütün bir Kur’ân’ı değil, belki sûrelerine benzer on sûre yap­malarım istemişti.

“[Senin için Kur’ân’ı] o uydurdu diyorlar [değil mi]), [onlara] de ki: siz sözünüz­de samimî iseniz, Allah’tan başka kimi [yardıma] çağırırsanız çağırın da, onun gibi on sûre uydurub meydana getirin”.[3]

Kur’ân-ı Kerim daha sonra, beşer gücümüzün kendisine benzer bir tek sûre bile meydana getiremiyeceğini söyleyerek,

“Eğer kulumuza [Muhammed’e] indirdiğimizden [Kur’ân’dan] şüphe ediyorsa­nız ve doğru sözlü iseniz, Allah’tan başka yardımcılarınızı [yardıma] çağırın ve Onun sûrelerine benzeyen bir sûre [meydana] getirin [bunu] yapamazsınız —ki [elbette] yapamıyacaksınız— kâfirler için hazırlanmış bulunan ve yakıtı insanlar ile taşlar olan ateşten sakının.”[4] demek sûretiyle, meydan okumasında (tehaddisinde) en son merhaleye varmıştır. Zikredilen yukarıdaki âyetlerde, meydan oku­ma tedrici bir surette şiddetini artırmaktadır. İlk âyette, Kur’ân’ın bir benzeri ya­pılması istenirken, son âyette tek bir sûreye kadar inilmiş olması, mahlûkun Hâlık karşısındaki aczini ifadeden başka bir şey olamaz. Bu âyetler, muaraza kapısını ka­pamış ve insanların Kur’ân-ı Kerim karşısında kat’î hezimetlerini tescil etmiştir.

Arap edebiyâtımn altın devri olan bu ilk peygamberlik günlerinde, Araplar, aralarından birinin, san’atta kendilerine üstün geldiğini gördükleri zaman, bütün kuvvetleriyle onunla yanşmaya ve ondan daha üstününü meydana getirmeye gayret sarf ederlerdi. O halde niçin onlar, Kur’ân-ı Kerîm’le yarışmaya, onunla muaraza et­meye koyulmadılar? Onun belâgatındaki fevkalâdeliğe muhâlefet etmediler? Hal­buki Hazret-i Peygamber tek, onlar ise binlerle idiler, Acaba bu hal kendi araların­da bu san’atı ifa edecek üstadların yokluğundan mı İleri geliyordu? Bu suale evet diyemiyeceğiz. Çünkü, bu devirde Hicaz toprağı fesâhat ve belâgat üstadlarının çok bol olduğu mümbit bir yerdir. O halde niçin onun aynını yapmağa teşebbüs et­meksizin, onunla savaşa giriştiler? ve niçin yazı İle değil de, kılıçla mukabele ettiler?

Bidayette Araplar, Hazret-i Muhammed’i (SA.V.) bir meczûb, bir şâir, bir kâhin gibi telâkki etmişler, çok geçmeden İşin ciddiyetini anlamışlardı. Kur’ân’a na­zire yapmağa kalkışsalar bile, uydurduktan bu eserle, Kur’ân-ı Kerîm’in yaptığı te­siri ifa edemiyeceklerini biliyorlardı. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’in mükemmel uslûbu ve egsiziiğine rağmen, tarihte bazı cüretkârların ortaya çıkarak. Ona nazire yap­mak istedikleri görülmüştür. Peşinen söyleyelim kİ, onların bu gayretleri, aczlerini isbât etmekten daha ileri gidememiştir. Müseylimetü’l-Kezzâb, Esvedü’I-Ansl, Tulayha ibn Huveylid, Secah gibi peygamberlik iddiasında bulunanlarla, Abdullah İbnu’l-Mukaffâ, Ibnu’r-Râvendt, Ebu’t-Tayylb el -Mütenebbİ gibi şahsiyetlerin de, Kur’an’la muarazaya kalkışdıklarına dâir bâzı münferid haberlere rastlanmaktadır. Bunlardan en enteresan olanı yalancı peygamber Müseylime’ninkidir. Peygamberli­ğini kabile efradına kabul ettirebilmek için, Rahmin isminde bir meleğin kendisine vahiy getirdiğini söylemiş ve secili sözleriyle, Kur’ân’ın bâzı kısa sûrelerine benzet­meler yapmağa kalkışmıştır. İşte onlardan sizlere birkaç örnek:

“fil, fil nedir, filin ne olduğunu sana ne bildirdi Onun kuvvetli işe yaramaz bir kuyruğu ve uzun bir hortumu vardır...”[5]

“Biz sana herşeyin büyüğünü verdik, artık rabbin için namaz kıl ve açıklayıcı ol, sihirbaza da itaat etme.”[6]

“Allah yüklü deveye in’am etti, ondan koşan bir yavru çıkardı, alt deri ile bar­sak arasından”[7]

İşte bu gibi gülünç sözler gerek uslûb, gerekse mâna bakımından, bir şey ifade etmediği gibi, gülünç ve mübtezel olmaktan daha ileri gidememektedir.

Mu’cize ve nübüvvet delili olan Kur’ân-ı Kerim’in Uslûb ve eşsizliğini, Arap dilini iyi bilen herkes takdir edebiliyordu. Yalancı peygamberlerin ortaya attıkları seçili sözlerin, Kur’ân’la mukayese edilemiyecek kadar basit ve bayağı olduğu, Arap­lar tarafından derhal anlaşıldığına dair haberler çoktur. Meselâ, Talha en-Nemerî, Yemâmeye gelip Müseylime ile konuştuktan sonra “Şehâdet ederim ki, sen mu­hakkak yalancısın, Muhammed ise sâdıktır. Fakat, Rabia kabilesinin yalancısı, ba­na Mudar’ın doğrusundan daha muhabbetlidir.”[8] demek sûre tiyle, körü körüne câhillyye âdetlerine kapılarak ona iltihak eder.

23 sene zarfında, Cenab-ı Hak tarafından Cibrtl-1 Emin vasıtasiyle, Hazret-i Peygamber’e ilâhi vahyin mahsûlü olarak gönderilen Kur’ân-ı Kerim, Müslümanlar için yalnız mukaddes bir kitabdan ibâret kalmamış, aynı zamanda Arap nesir ede­biyatının ilk ve ebedî bir şâheseri olmuş ve Uslûb bakımından bir eşsizlik kazan­mıştı. Kelâm-ı Hakk olan bu “ebedi mu’cize”yi taklid etme kabiliyeti, hiç bir beşere verilmemiştir. Onun “bu üslûb özelliğini dost ve düşman herkes kabul etmek mecbu­riyetinde kalmıştır. Yüksek dağ tepelerinden kopan seller gibi, Önüne gelen her ma­nayı silip süpürerek kalbleri ve akıllan fetheden Kur’ân-ı Kerîm, Arap dili ve edebiyâtına vâkıf olan kimseleri dehşete düşürmüş ve kendi asrındaki belagat sahiplerinin seslerini kesmiştir. Parlak üslûbu, lâfızlarının inceliği, mânâlarının çekici güzelliği, prensiplerinin büyüklüğü, mesellerinin lâtîf oluşu, garib haberleri, işaret ve istiarelerindeki sırlarıyla hem avâma hem de havassa tesir ederek, bütün İnsan­lığı hayret ve dehşet içinde bırakmıştır. Kur’ân-ı Kerim’in bu eşsizliği ve İ’câzı (inimitabilité, insupérabilité) hakkında geniş bir literatür meydana gelmiştir.[9]

Kurân-ı Kerîm’in Üslûb mükemmeliyetini, İslâmiyet aleyhindeki eserleriyle tanınmış olan papaz Henri Lammens bile “filolojik bakımdan Kur’ân’ın üslûbu dik­kate değer bir mükemmeliyettedir”[10] demek suretiyle, bu hususu te’yid etmek mecbûriyetinde kalmıştır. Keza İ. Goldziher de Kur’ân-ı Kerîm için “O, dünyânın edebî eserlerinden biridir”[11] demektedir. Kur’ân-ı Kerîm’i, fransızcaya çeviren Sorbon profesörlerinden Régis Blachère, bu İlâhî Kitab hakkında yazdığı “Kur’ân’a Giriş” adlı eserinde, bu kemiyeti şöyle İfade etmektedir “Hattâ Arapça bilmeyen bir Avrupalı, bâzı sûrelerin tilâvetinden mütehassis oluyor. Ya Muhammed’in mua­sırları —hiç olmazsa kin ile körleşmemiş olanlar— hakkında neler düşünülmez.[12] Cenevre Üniversitesi Profesörü ve fahri Rektörü Edouard Montet, bu husûsu Kur’ân-ı Kerîm’in Fransızca tercemesine yazdığı mukaddimesinde, daha açık bir şekilde ifade etmektedir.: “Sûreler hakkında ileri sürdüğümüz birçok meseleler husûsunda ne hüküm verilirse verilsin, Arapça olarak Kur’ân-ı bilenlerin hepsi, bu dinî kita­bın güzelliğini, üslûbunun son derecedeki mükemmeliyetini (edebî bakımdan) teb­cil etmekte müttefik olacaklardır ki, Avrupa dillerindeki bütün tercemeler, bunu hissettirip ifade etmek imkânından mahrumdurlar”.[13]

İşte, herkesi hayret ve dehşette bırakan bir üslûb ve eşsizliğe sahip olan Mu­kaddes Kitabımız, Kurân-ı Kerîm, devleti, hükümeti, sultası olmayan hattâ okuma ye yazması dahi bulunmayan bir ümmîye gönderilmişti. Bu Kitab, sanemlere, ağaç­lara, kum yığınlarına, taşlara ve elleriyle yaptıkları şekilli yiyeceklere tapan, kızdık­ları zaman da onları yemeğe kadar varan, hurafeler içinde bocalayan ve en çir­kin hareketleri irtikâb eden Araplar arasında, tevhid akidesini yayarak, putperest­liği ve hurafeyi kökünden yıkmış, ahlâki yönden de, ilk müslümanları, insanlık için nümûne-i imtisâl olarak ortaya koymuştu. Kur’ân-ı Kerîm’in irşâdı sâyesinde müslümanlar, ilmin en samimî dostu olmuşlar, her gittikleri yerde onu aramışlar, öğren­mişler ve öğretmişlerdi. Kısa zamanda başarılmış böyle bir inkılâbın eşi tarihte gös­terilemez. Medeniyet ve ilimler tarihine alt eserler, müslümanların bu alandaki hizmetlerinden bol bol bahsetmektedirler.

Kur’ân’ın üslûbu ve eşsizliği sâyesinde başarılan bu inkılâbı, Araplar arasında, İslâmiyetten evvelki ilâhî dinler dahi sağlayamamışlardı, İslâmiyetin zuhûruadan asırlarca evvel, Arap yarımadasına yerleşen yahudilik ve hıristiyanlık, Arapların pek az bir kısmını kendilerine bağlayabilin işti.

Arap edebiyatının şaheseri olan Kur’ân-ı Kerim, üslûbu sâyesinde kendini herkese dinletmiş, büyük küçük tefrik etmeksizin her yaştaki insanlara imânı aşıla­mıştı. Gönüllere hoş gelen üslûbu sayesinde onun en büyük düşmanları bile, onu dinlemekten kendilerini alakoyamamışlardı. Kureyş ileri gelenlerinin, Kur’ân’ın sihir olduğunu söylemeleri ve onu dinlemeyi menetmeleri, Müslümanlık lehine bir propaganda olmuş, onu dinlemek için bir alâka uyanmış ve onu dinleyenler gün geç­tikçe çoğalmıştı. Hazret-i Muhammed (S.A.V.) i katletmeğe giden Ömer İbnu’l- Hattâb’ı, Hazret-i Ömeru’l-Fâruk yapan, onun bu üslûbu değil midir? Mü’min ve müşriklerin bulunduğu bir yerde Necm Sûresini okuyan Hazret-i Peygamber, sûrenin sonundaki “Allâh’a secde ediniz ve O’na kulluk ediniz” âyetini okur okumaz, müslümanlarla berâber müşrikler de yere secdeye kapanmışlar, yere secdeye kapanmayı gururuna yediremiyen Umeyye ibn Halef yerden bir avuç toprak alıp, onun üzerine secde etmek mecbûriyetinde kalmıştı.[14] Kureyş ileri gelenlerinin teş­vikiyle, Utbe ibn Rabîa’nın, nasihatta bulunmak için Hazret-i Peygamber’e gelişi, buna karşılık Hazret-i Peygamber’in, ona Fussılet Sûresinin ilk âyetlerini okuması, Utbe’yi dehşet ve hayrette bırakmış ve kendisini bekleyenlere “Ondan öyle şeyler işittim ki, ömrümde mislini işitmemiştim, bu sözler şiir de değil, kehânet de değil, bunlardan hiç birine benzemez. Ey Kureyşlller, beni dinleyin ve Onu kendi hâline bırakın, eğer muvaffak olamazsa, Arabistan onu mahveder, eğer muvaffak olursa, onun zaferi sizin de zaferiniz demektir”.[15] Keza, Yemen’de Devs kabilesi reisi olan Tufeyl İbn Amr’ın hâdisesi de enteresandır. Kabilesinin reisi ve şâir olan bu zât, Mekke’ye geldiğinde Kureyş’in ileri gelenleri ona; Tâ Tufeyl, beldemize geldin, Muhammed’in sözlerini duyanların, âilelerinde, karı koca ve çocuklarla ebeveynleri arasında ayrılıklar olduğunu anlatmışlardı. Sen ve kavmin dikkatli olun ve sakın ondan birşey dinlemeyin, demişlerdi. Tufeyl buna öyle inanmıştı ki, Kâbe’nin önü­ne her gidişinde, Hazret-i Peygamber orada görse, onun büyüsüne uğramaktan korkar ve onu işitmemek için kulaklarına birşeyler tıkardı. Birgün kendi kendine “ben ne bâtıl itikatlı bir adamım, onun söylediği sözleri, işitmekle bana ne fenalık gelebilir? Şayet söylediklerinin bir değeri varsa, bu değeri takdir edecek kadar bir aklım var” dedi ve Kur’ân-ı dinledi. Müteâkiben İslâmiyeti kabul ederek, müşrik Kureyşlileri acılar içinde bıraktı.[16]

Bir gün Hazret-i Ömer, muallakâttan birinin sahibi olan Lebid’e bir şiir inşâd etmesini söylemiş, Lebid de ona “Cenâb-ı Hakk’ın, Bakare ve Al-i İmrân sûrelerini göndermesinden sonra, bana şiir yazmak düşmez[17] diye cevap vermişdi.

İslâmiyet, bidayette verdiği ruhla, koyun çobanı olan bedevide ince his ve an­layış zevki hasıl ettiğinden O Kuı’ân-ı Kerîm’i dinlediğinde hemen secdeye kapanırdı. Bu hal, bu gün hangi münevverle kıyas edilebilir? Arap yarımadası sakinlerinin, Hakka cezbedici sebeb olan ince anlayışları sayesinde, Kur’ân’ın cazibesiyle nasıl İslâma girdiklerini gösteren pek çok örnekler arasından bir kaç tanesini sizlere arzettim.[18] Bu örneklere, Arap dili ve edebiyatında şöhret yapmış olan el-Esma-i (ö. 216/831 )’nin bir hikâyesiyle son vereceğim. “el-Esmâ-i der ki: köylü bir Arap kızından işittiğim bir şiire hayretle “kahrolasıca kız nekadar da fasih söylüyorsun” dediğimde bana, yazıklar olsun sana, bu söz Cenab-ı Hakk’ın,

“Mûsâ’nın anasına, onu emzir, ona ait bir tehlike gelince denize bırak, korkma, kederlenme, çünkü biz onu yine sana döndüreceğiz ve onu Peygamberlerden biri de yapacağız diye vahyettik”[19] âyeti karşısında fasih sayılabilir mi? Bu âyet, iki emir, iki nehiy ve iki müjdeyi cem’ etmektedir. İşte sîzlere bir köylü kızının Kur’ân-ı Kerim’i anlayışı...

Netice olarak: Kur’ân-ı Kerim, Müslümanlar için mukaddes bir kitab olmanın dışında, sadece Arap nesir edebiyatının bir şaheseri olmakla kalmamış, aynı zamanda, Hazret-i Peygamber’in nübüvvet ve risaletini te’yid eden en büyük bir mu’cize olmuştur. Gönüllere hoş gelen, müşahede ve düşünmeye dâvet eden, insanın duy­gusuna ve rûhuna hitab eden üslûbu; bünyesinin diğer eserlerden farklı oluşu; bedii güzelliklerine ilâveten tabii güzellikleri; mücerredi müşahhas, zihinde gâib olanı önünde hazır yapan meselleri; güzel hitabları; müatesnâ iknâ sistemi; delillerinin kuvveti; mantığının üstünlüğü; akılları birdenbire çelen ve nefisleri meftun eden rûhi sihirli câzibesiyle Kur’ân-ı Kerim, hangi zaman ve hangi mekânda okunursa okunsun, o dâima ebedî bir mu’cize olarak taptâze önümüzde duracaktır.

Ne mutlu onun yolunda olanlara, ne mutlu onun gayesini anlayabilenlere ve anlamaya çalışanlara.



[1] Bu hususu bizzat Hazret-i Peygamber teyid etmektedir, “Hiç bir peygam­ber gönderilmemişdir ki, Ona, insanları îmâna getirecek bir âyet verilmemiş olsun. Bana verilen, Allâh’ın gönderdiği vahiydir. Onun için kıyâmet günü ümmetimin sa­yıca diğerlerinden çok olmasını ümit ediyorum” (Sahîhu’l-Buhârî, Mısır 1345, IX/ 113).

[2] el-İsrâ Sûresi, 88.

[3] Hûd Sûresi, 13.

[4] el-Bakara Sûresi, 23-24.

[5] M. Sadık er-Râfiî, İ’câzu’l-Kur’ân, Kahire 1375/1956, s. 198.

[6] Muhammed Behcetu’l-Bîtar, Târîhu Flkretl İ’câzi’l-Kur’ân, Dımaşk 1374/ 1954, s. 22

[7] İbn Hişam, es-Siretu’n-Nebeviyye, Mısır 1375/1955, II. 577.

[8] İ’cazu’l-Kur’an, s. 195.

[9] Daha fazla bilgi İçin bkz. Prof. M Tayyib Okiç, Kur’ân-ı Kerîm’in Üslûb ve Kıraati, İlâhiyat Fakültesi Yayınlarından, Ankara 1963, s. 1, not, 2.

[10] Henri Lammens, L’Islâm, Beyrouth 1944, p. 52 (Au point de vue philolo­gique, le style est d’une remarquable perfection).

[11] I. Goldziher, el-Akîdetu ve’ş-Şerîatu fi’l-İslâm, Mısır 1946, s. 9.

[12] Régis Blachère, Introduction au Coran, 2e. édition, Paris 1959, p. 172. (Même l’auditeur européen ignorant l’arabe est sensible à la récitation de certaines sourates: Que penser des contemporains de Mahomet, tout au moins de ceux que n’aveuglait point la haine?)

[13] Edouard Montet, Le Coran (Introduction), Paris 1949, p., 53. (Quelque pugement que l’on porte sur plusileurs des questions que nous avons posées à propos des sourates, tous ceux qui connaissent le Coran en arabe seront d’accord pour célébrer la beauté de ce livre religieux, splendeur de forme telle (nous ne parlons ici que de la facture littéraire) que toutes, les traductions en langues européennes sont dans l’impossibilité de la faire sentir et de l’exprimer).

[14] Muhammed İbn İsmail el-Buhârî, el-Câmiu’s-Sahih, Mısır 1345, VI. 177.

[15] es-Sîretu’n-Nebevïyye, I. 294

[16] es-Sîretu’n-Nebevïyye, I. 382.

[17] İbn Abdi’l-Berr, el-İstîâb fi Esmâi’l-Eshâb (el-İsâbe ile beraber), Mısır 1358/1939, HI. 309.

[18] Diğer örnekler için bkz. Sahihu’l-Buhârl, VI. 175; Sahihu Müslim, (Mısır 1374/1955 Muhammed Fuâd Abdu’l-Bâki neşri) U. 593, IV. 1919-1920; Müsned-1 Ahmed İbn Hanbel; el-Kahire 1313, L 117, 318

[19] el-Kasas Sûresi, 7.