Makale

FATİHA SÜRESİ TEFSİRİ

TEFSİR:

FATİHA SÜRESİ TEFSİRİ

Dr. Ali Arslan AYDIN

Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Rahmân ve Rahim olan Allah adıyla.

Hamd, âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, Din gününün yegâne sa­hibi ve mutasarrıfı olan Allah’a mahsustur.

Yalnız Sana ibâdet ederiz, yalnız Sen’den yardım dileriz. Bizi doğru yola ilet, kendilerine nîmet verdiğin iyi kullarının yoluna, gazâba uğra­yanların ve sapıklıkta kalanların yoluna değil... Amîn.

Kur’ân-ı Kerim 114 sûredir. Fatiha sûresi, bu sûrelerin birincisidir. Yedi âyettir. Müfessirlerin çoğuna göre, Peygamberimiz’e Mekke’de in­dirilmiştir. Bir rivâyete bakılırsa, ilk nâzil olan sûredir. Bu sûreye, Kitâbu’llâh’ın tertibinde, yazılmasında ve okunmasında başlangıç olduğun­dan, (Fâtİhat’ül-Kitâb) veya (El-Fâtiha) adı verilmiştir. Kur’ân’ın zübdesi, özü, sûrelerinin ash, temeli olduğu ve İlâhî emir, hüküm ve hikmet­lerin özetini ihtivâ ettiği için, (Ümmü’I-Kur’ân) ve (Üramü’l-Kitâb); Namazların her rek’atinde okunan yedi âyet olduğu için de (Seb’u’l-Mesânî) isimleri verilir. Üm ana demektir. (El-Vâfiye), (El-Şâfiye) (Şifa Sûresi), (Şükür Sûresi) ve (Duâ Sûresi) gibi isimleri de vardır.

Fatiha’nm başında bulunan Besmele; Cenâb-ı Hakk’ın özel ismi olan (Allah) lâfzını ve Rubûbiyet sıfatlarından sayılan (Rahmân) ve (Ra­hîm) gibi iki yüce ismini ihtivâ eden müstakil bir âyettir. Rahmân ve Rahîm isimleri, Allâh’ın rahmet ve muhabbetinin sonsuzluğunu ifâde eder. Besmele, Tevbe Sûresi hâriç, bütün sûrelerin başında tekrarlanır.

Nemil Sûresinin içinde geçtiği için Besmele o sûreden bir âyet ise de, Hanefîlere göre ne Fâtiha’dan, ne de başında bulunduğu diğer sûreler­den bir cüzdür. Bunlar, müstakil birer âyet olup, sûreleri biribirinden ayırmak ve Hak Teâlâ’nın üç yüce ismini hâvî olduğundan kendisi ile bereketlenmek için her sûre başında nâzil olmuştur. Nitekim, (Alâk) Sû­resinin başında, Peygamberimiz’e, Rabbinin adıyla okuması emredilmiş­tir. Bu emre ve Peygamberimiz’in hadîsine göre, her hayırlı işe Besmele ile başlamak gerekir. Böylece, Allah’ın yüce isimleriyle bereketlenilmiş ve Ondan yardım dilenmiş olur.

Fâtiha Sûresinin ilk dört âyetinde; Allâh’ın bütün kâinâtın Rabbı olduğundan, yâni (Rabbâniyet) inden, İlâhî rahmetin bereket ve bollu­ğuna delâlet eden (Rahmâniyet) inden, bu rahmetin devâmını ve tekrar­lanmasını ifâde eden (Rahîmiyet) inden, Din gününün yegâne sahibi ol­duğunu bildiren (Mâlikiyet) inden bahsedilerek, her türlü övgü ve şük­rü ifâde eden hamd ü senânın, bu yüce sıfatlarla muttasıf bulunan Allâh’a mahsus olduğu bildirilir.

Daha sonra gelen üç âyette ise; huzûrunda durularak ibâdet edilme­ye ve kendisinden yardım istenmeye lâyık tek mâbudun, Yüce Allah ol­duğu belirtilmekte ve inanan her insanın, kendisini doğru yola sevketme- sini Rabbinden niyaz etmesi gerektiği anlatılmaktadır.

Sûrede geçen îlâhî sıfatlar, bize şu gerçekleri öğretiyor:

Rabbimiz, kâinâtın yegâne yaratıcısı, besleyip büyütücüsüdür. Onun sevgi ve muhabbeti her şeyi kucaklar. Rahmeti sonsuzdur. Bütün var­lıklara şâmildir. O, bütün insanların öldükten sonra gideceği ve hesap vereceği din gününün tek sahibi ve mutasarrıfıdır. İnsan ruhunun mefkûresi olarak gösterdiği gâye ise; beşeriyetin yükselebileceği en yüce gâyedir. Bu gâye; Allâh’ın maddî ve mânevi nimetlerine erenlerin, şaşır­madan ve sapmadan yürüdükleri, insanları hidâyete ve saadete götüren îlâhî yoldur. Bu yol, dosdoğru yolun ta kendisidir.

Fâtiha Sûresi, bir duâ olması i’tibâriyle, büyük bir kıymeti hâizdir. Her Müslümanın, ibâdet ederken, namazın her rek’atinde tekrarladığı Fâtiha’nın ifâde ettiği mânâ, bütün dinlerdeki duâlardan üstün ve yüce­dir. Kur’ân’daki duâların başında gelir. Nitekim, Allâh’m huzûruna çı­kan her müslüman bu sûreyi, her gün ve gece en az yirmi defa, sünnetle­ri de kılınca kırk defa, farz ve sünnetler dışında Allah rızâsı için nâfile ibâdet yapmak isterse, daha çok okumaktadır.

(Ümmü’l-Kitâb) diye anılan bu kısa sûrenin, İslâm akidesinin esas­larına, İslâmî şuûr, ihsas ve tevcîhâtm genel prensiplerini ihtivâ etme­si, her namazın her rek’atinde okunmasının İlâhî hikmetlerine işâret et­mektedir, Şöyle ki:

Bu sûre; Besmele’den sonra, mutlak Rubûbiyeti ikrar eden, âlemle­rin Rabbı Allâh’a hamdetmekle başlamaktadır. Bu, İslâm akidesinin tâ­lim ettiği bir esasdır. Çünkü Allah, yüce varlığına ve birliğine nişâne olan bütün varlıkları yaratan, onları terbiye edip büyüten, maddî ve mâ­nevi kemâle götüren (Yüce Yaratıcı) demektir. İşte böyle bir rabbı, ver­diği nimetlerden dolayı tâzim ve ihtiram ile anmak, ona şükrânlar sun­mak lâzımdır. Bütün bu varlıkları lütfedip yaratan, onlara türlü nimet­ler, kâbiliyetler veren, yeri göğü, suyu, havayı, nebatları ve hayvanları insan için vâr eden, hidâyet ve saâdet yolunu göstermek gayesiyle Pey­gamberler ve Kitablar gönderen Allah, bütün varlıkların hamd ü senâsına lâyık olan tek mâbuttur.

Bu Sûrede AHâh’ın mutlak Rubûbiyetle vasfedilmesi, bu Rubûbiyetin bütün âlemlere teşmil edilmesi, inanç âleminde nizam ile başı boşlu­ğu ayıran, hâlık ile mahlûk arasındaki münâsebeti belirten, dolayısiyle Allah’ın Vahdaniyetini, yâni birliğini bildiren bir esastır. Bu esâsa gö­re bütün insanlar, tek bir Allah’a yönelmeye, O’nun varlıklar üstündeki mutlak hükümranlığını i’tirâf ederek, çok ilâh nazariyesinin sapıklığın­dan kurtulmaya dâvet edilmektedir.

Allâh’ın, Rahman ve Rahim olduğunu bilmek, İslâm akidesinde yer alan ikinci bir esastır. Çünkü, mutlak Rubûbiyetle muttasıf olan yüce Allâh’ın, bütün varlıkları kuşatan, yaşatan, yaşamasını te’mîn eden, her şeyi yaratan, sonsuz ve devamlı bir rahmet sâhibi olduğunu kavramak, kul ile Rabbi arasında manevî bir bağ kurar. Bu, hamd ve şükür ile çar­pan bir kalbin, Rabbine, korku ve baskıyla değil, sevgi ve ihlâsa daya­nan saf ve şuûrlu bağlanışıdır.

(Din Gününün Mâliki) anlamındaki âyet, İslâm akidesinde büyük bir esas olan (Âhiret inancım) ve (Allâh’ın Din Gününün yegâne sâhibi ol­duğunu) ifâde etmektedir. Mâlik, mutlak tasarruf ve hüküm sâhibi de­mektir. (Din günü), cezâ günü, âhiret günü, korku ve dehşet âlemi de­mektir. O günde bütün tasarruflar, bütün cezâ ve mükâfat, o günün ye­gâne sâhibi ve hâkimi olan Allâh’ındır. Cezâ gününün sâhibi olmak, bu cezayı gerektiren, daha önceki amel günlerinin de sâhibi olmayı gerek­tirir. O halde Allah, hem dünyânın, hem de âhiretin sâhibidir.

Bu gerçeğe rağmen insanlar çok defa, Allâh’m ûlûhiyetine ve âlem­lerin yaratıcısı olduğuna inandıkları halde, âhiret gününe ve o günün yegâne sâhibinin Allah olduğuna inanmamışlardır. İşte âhiret inancı, in­sanların gözlerini ve kalblerini başka bir âleme çevirmekte, bu dünyâda yaptıklarının hesabım öbür dünyâda vereceklerini hatırlatarak, hayatla­rını tanzim etmekte, nefis ve arzularım ıslâh ederek, insanlığa lâyık olan kemâl seviyesine çıkmaya vesile olmaktadır.

(Yalnız Sana ibadet ederiz, yalnız Sen’den yardım dileriz) anlamın­daki âyet ise; ilk üç âyetin delâlet ettiği yüce mânâlardan doğan dör­düncü genel esastır. Çünkü, ibâdete lâyık olan tek mâbut yalnız, bütün kemâl sıfatlarıyla muttasıf olan Allah’tır. Yardım ve kuvvet yalnız ve yalnız her şeye kâdir olan yüce Allâh’tan istenir. Ondan başkasından yardım beklenmez, Ondan başkasına ibâdet edilmez.

İşte bu inanç, insanları, insan kuvveti olsun, tabiat kuvveti olsun, her türlü varlıklar karşısında insanlık haysiyetini kaybetmekten, kor­karak onlara ibâdet ve kulluk etmekten, hurâfe ve efsâneye tabî olmak­tan kurtarmakta, tek Allah’a ibâdetle, insan vicdan ve şuurunu, hürriyet ve hidâyete kavuşturmaktadır. Çünkü insan, sosyal hayatta, insana an­cak insan gözü ile bakmalı, onunla yardımlaşma ve dayanışma içinde bu­lunmalıdır. Tabiat kanunlarım da, kendi huzur ve saadetine çalışan bir dost gözü ile görmeli, onu öğrenerek ondan yararlanmalı ve beşeriyetin faydasına sunmalıdır. Çünkü insanı da, tabiatı ve tabiat kanunlarım da yaratan Allah’tır. İnsana yaraşan, bu yaratıklara ibâdet değil, onları da kendisini de yaratan, kâinâtı emrine ve hizmetine veren Allâh’a şükret­mek, yalnız O’na ibâdet ve kulluk etmektir. Bu mânâ ve alâkayı bilen Peygamberimiz, Uhud dağına bakarak; “Bu dağ bizi seviyor, biz de onu seviyoruz” buyurmuşlardır. Bu, mânâ dolu kelimeler, insanla tabiat ara­sındaki alâka ve münâsebeti çok güzel ifâde etmektedir.

İslâm’ın beşeriyete sunduğu tevhid akidesine delâlet eden, İslâm inançlarının esaslarını özetliyen ve yalnız Allâh’a ibâdet ederek, Ondan yardım dilemeyi Öğreten bu âyetlerden sonra, son iki âyete, amelî tatbi­kat safhasına geçilerek, Allâh’a nasıl duâ ve niyazda bulunulacağı tâlim ediliyor. Bu duâ, Allâh’ın bizleri, rızâsını kazanan ve böylece en büyük nîmete eren Peygamberlerin ve yolunda yürüyen sâlih kulların dosdoğru, nurlu yoluna ulaştırması ve o yolda yürütmesidir. Küfür ve isyân ede­rek sapıklıkta kalanların ve Allah’ın gazabına uğrayanların fitne ve fe­sat yoluna değil....

Fâtiha Sûresi, İşte bize, bu yüce hakîkatları öğretmekte, bizi, yalnız Allâh’a yönelerek, yalnız, O’na ibadet etmeye ve doğru yola iletmesini istemeye dâvet etmektedir. Bunun için de, bu duâya hep (Âmîn), yani, (Duamızı kabul et yâ Rabbi!) diyoruz.