Makale

Orta Doğu’da Çatışan Siyasi Çıkarlar mı, Mezhep mi?

Orta Doğu’da Çatışan Siyasi Çıkarlar mı, Mezhep mi?

Prof. Dr. Birol AKGÜN
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi SBF

İslam dünyasındaki çatışmalar Batılıların anladıkları anlamda dinî/mezhebî eksenli çatışmalar değildir. Çatışmaların temelinde bir yandan devletler arasında bölgenin geleceğine ilişkin bir güç ve hegemonya mücadelesi, diğer yandan ise Arap coğrafyasındaki otoriter rejimlere karşı halkların özgürlük, demokrasi, onur ve adalet arayışları yatmaktadır.


BUGÜNLERDE hangi haber kanalını veya gazeteyi açsanız mutlaka İslam dünyası ile ilgili iç karartan çatışma ve ölüm haberlerini görüyorsunuz. Cuma namazı için camiye toplanan cemaate karşı girişilen intihar saldırıları, farklı İslami gruplar için kutsal sayılan dinî mekânlara yönelik bombalamalar, muhalif gruplara karşı kimyasal silah kullanılarak yapılan kitlesel kıyımlar ne yazık ki bizim de parçası bulunduğumuz Orta Doğu coğrafyasındaki Müslüman ülkelerde vuku buluyor. Pek çok Batılı ülke aydını bizim bölgemizdeki son çatışmaları dinî ve mezhepsel motivasyonlarla açıklama eğilimindeler. Hristiyan dünyasında Katolikler ve Protestanlar arasında 17. yüzyılda yaşanan kanlı çatışmalara istinaden Müslüman Ortadoğu’nun kendi içinde iki ana akım olan Sünniler ve Şiiler arasında “Otuz yıl savaşlarının” başladığından söz ediyorlar. Uzun mezhep savaşları sonrasında imzalanan Westphalia antlaşmasıyla Avrupa’da egemen devletlerin ve laikliğin doğması gibi, Ortadoğu’da da ancak uzun din savaşlarından sonra Müslüman modernleşmesinin önünün açılacağı beklentisi vurgulanıyor. Bu tür değerlendirmelerin ne kadar gerçeği yansıttığı, ne kadar kendi temennileri olduğu ise ayrı bir tartışma konusudur.
Ancak ortada inkârı mümkün olmayan bir gerçek var ki, İslam dünyasının en kritik merkezleri bugünlerde isyanlar, iç çatışmalar ve dış müdahaleler ile yangın alanına dönmüş durumda. Suriye’deki kriz beşinci yılına girdi. Sayısını bile bilemediğimiz sayıda insan hayatını kaybetti; milyonlarcası ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Afganistan ve Irak halkı 2002’den bu yana çatışmalardan kurtulabilmiş değil. Libya ve Yemen Suriyelileşme yolunda hızla ilerliyor. Arap Baharının örnek ülkesi sayılan Tunus’taki demokratik başarı ise kanlı terör saldırıları ile gölgelenmek isteniyor. Barış ve huzur dini olan İslam’ın yaşandığı coğrafyada huzur ve istikrar kalmadı. Huntington’un 1990’lı yıllarda dile getirdiği “İslam’ın kanlı sınırları” tezi âdeta adım adım hayata geçiriliyor. İslam dünyası içeriden çökertiliyor. Medeniyetler çatışması tezi tutmadı; şimdi İslam medeniyetinin kendi içindeki teolojik ve siyasi fay hatları harekete geçiriliyor. IŞİD’den Boko Haram’a kadar isimleri farklı ama siyasi davranış kodları aynı olan ve sözde dine hizmet ettiklerine inanan terör grupları üzerinden İslam ve Müslümanlar kendi aralarında çatışmaya itiliyor.
Son olarak Yemen’deki İran destekli Husiler’in Aden’e doğru ilerleyişi, Suudi Arabistan liderliğinde Arap Birliği ülkelerince oluşturulan koalisyonun bu ülkeye müdahalesine yol açtı. Arap dünyasında medya ve dinî liderler Şii İran’ın, Irak ve Suriye’nin ardından Yemen’i de siyasi hâkimiyeti altına almasının mutlaka durdurulması gerektiği propagandasını yapıyorlar. Sünni Arap dünyası İran yayılmacılığına karşı işbirliği ve dayanışmaya çağrılıyor. Bu amaçla Arap ülkeleri arasında ortak bir ordu kurulması kararlaştırılmış durumda. İran ise Batıyla vardığı nükleer antlaşmanın sağladığı rahatlıkla Kerbela ve Necef’in (Irak) Şiilerin başkenti olduğunu ilan ederek Sünni Arap dünyasının korkularını haklı çıkarıyor. Peki, gerçekten Ortadoğu’da olup bitenler bir mezhep çatışması mı, yoksa siyasi çatışmalar, mezhebî argümanlar üzerinden meşrulaştırılmaya mı çalışılıyor?
Mezhepsel söylemler siyasi çatışmaları örtüyor
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, İslam dünyasındaki çatışmalar Batılıların anladıkları anlamda dinî/mezhebî eksenli çatışmalar değildir. Çatışmaların temelinde bir yandan devletler arasında bölgenin geleceğine ilişkin bir güç ve hegemonya mücadelesi, diğer yandan ise Arap coğrafyasındaki otoriter rejimlere karşı halkların özgürlük, demokrasi, onur ve adalet arayışları yatmaktadır. Dinî, mezhebî veya etnik argümanlar, ister devlet temelinde olsun isterse ulus altı grupların iktidar mücadelesinde olsun çoğu zaman kitleleri kendi amaçları doğrultusunda mobilize etmede siyasi bir enstrüman olarak kullanılmaktadır. Gerçekte çatışan mezhepler değil, çıkarlardır. Zira siyasi çatışma ve savaş ortamlarında uzun mücadeleleri sürdürebilmek için “biz” ve “öteki” ayrımını derinleştirmek gerekmektedir. Bu amaçla taraflar sık sık din temelli şeytanlaştırma (demonize etme, tekfir) yolunu kullanmaktadırlar. Orta Doğu’da özellikle Arap baharı denilen süreçte, var olan devletler çökerek başarısız devletlere dönüşmüş; bu da güvenlik ve beka arayışına giren bireyleri ulus altı dinî/mezhepsel gruplara sığınmaya itmiştir. Gerçekten de İslam tarihinde Batı’da yaşandığı türden salt mezhep farklılığından kaynaklanan dinî çatışmalar olmadığı gibi, bugünkü çatışmaları da uzun süredir biriken mezhepsel kin ve nefretin dışa vuruşu olarak görmek yanlıştır.
Ancak şu da bir gerçektir ki, soğuk savaş yıllarından bu yana Orta Doğu halklarının Müslüman kimliği küresel siyasi mücadelede özellikle Batı Bloku tarafından bilinçli şekilde kullanılmıştır. Sovyet yayılmacılığına karşı dirençli bir “yeşil kuşak” ekseni yaratma projesi; Afganistan’ı Sovyetlere mezar yapmak için desteklenen Mücahitlere ve Üsame bin Ladin gibi yabancı savaşçılara askerî destek verilmesi; İran devrimi sonrasında Arap dünyasındaki otoriter laik rejimler veya Sünni kökenli İslami monarşilerle siyasi ittifaklar yapılarak halkların özgürlük taleplerinin gerektiğinde acımasızca bastırılması bu meyanda değerlendirilebilir. En son Arap baharı sürecinde Mısır’da demokratik yolla seçilen devlet başkanının askerî darbeyle görevinden alınması da aynı çarpık yaklaşımın bir sonucudur. Tam da bu nedenlerle Orta Doğu’da sistemden dışlanan kalabalıklar için otoriter rejimlere muhalefet etmek için radikal dinî gruplara sığınmak tek seçenek gözükmektedir. Bugün Afganistan’dan Kuzey Afrika’ya uzanan coğrafyada faaliyet gösteren el-Kaide; Irak ve Suriye’de kendisine toplumsal destek bulan IŞİD; Somali’deki Eş-Şebâb ve Nijerya’daki Boko Haram gibi örgütler görüntüde dinî (Selefizm) temelli yapılanmalar olsa da, aslında içinde yer aldıkları toplumlarda siyasi muhalefeti temsil eden yapılanmalardır. Eurosentrik bir perspektifle örneğin İran’ın desteklediği Irak’taki Şii milisler ile Yemen’deki Husiler’in eylemlerini salt mezhepsel temelde açıklamak ve bu grupları ortaya çıkaran ve besleyen sosyoekonomik ve siyasi çevreyi göz ardı etmek son derece eksik bir analizdir. Benzer şekilde IŞİD gibi grupları doğuran sosyolojik altyapıyı göz ardı ederek sekteryan bir temele dayandırmak da yanlıştır.
Doğru olan şey şudur: Bugünkü Orta Doğu büyük bir tarihsel kırılma anı yaşamakta ve köklü bir siyasi/sosyolojik dönüşüm sürecinden geçmektedir. Müslüman toplumlar için mağduriyetlerini ve taleplerini ifade edebilecekleri meşru siyasi kanalların tıkandığı bir ortamda, kendilerini etnik veya mezhepsel temelde şekillenen gruplar vasıtasıyla ifade etmektedirler. Siyasi hayat ister barışçıl yollarla isterse silahlı mücadeleyle olsun bu grup dinamikleri üzerinden şekillendiği için de görüntüde bir mezhep çatışması varmış algısı oluşmaktadır. Oysa temelde çatışma ve mücadelenin özü siyaseten iktidara kimin hükmedeceği meselesidir. Bununla birlikte, şu da unutulmamalıdır ki, siyasi temelli olarak başlayan bunalım dönemleri zamanla çatışmaların gerçek mahiyetini unutturarak, bir araç olarak kullanılan dinî/sosyal kimlikleri çatışmanın temel ekseni hâline dönüştürebilir. İslam dünyası için gerçek tehlike de burada yatmaktadır.