Makale

VAKIFLAR VE SAN’AT

VAKIFLAR VE SAN’AT

İbrahim URAL

Ülkemizde her yıl Aralık Ayı’nın ilk haftası "Vakıf Haftası" olarak kutlanıyor. 1988 yılında Mimar Sinan ve eserleri konusu ağırlıklı olarak işlendi. 0 zamandan itibaren vakıf ve sanat ilişkisi konusunda yoğun bir araştırma yapmayı hep düşündüm. Tasarladığım bu araştırmanın ilkini Diyanet Dergisi için bir makale şeklinde sunmak bu sayıda nasip oldu.
Toplum hayatının her cephesiyle ilgilenen ve her sahada eserler veren vakıflar kültür ve sanat hayatımızın kalıcı sütunlarını oluşturan değerli eserler de bırakmışlardır. Halim Baki Kunter" Türk-İslâm Sanat Eserlerine Vücud Veren Âmiller" başlıklı makalesinde (Vakıflar D. vill, sh. 11-12, Ank 1969) bu konuya değinmiştir. Kültür ve Sanatın millî tamum politikasıyla da yakından ilgili olduğu günümüzde vakıf-sanat ilişkisinin bütün cepheleriyle ortaya çı-kartması, sanat tarihçilerimizin yeni araştırma sahalarından en önemlisi olmalıdır.. İslâm Medeniyet Tarihçileri bunu başlatmalıdır. Günümüzde Avrupa’da siyasî partilerin faaliyetleri bile vakıflara (foundation) yürütülüyor.
Menkul (taşınabilir) şeylerin ve paranın vakfedilmesinin caiz olduğunu savunan Ebussuud Efendi’nin fetvası, gerçi bilginler arasında çok tartışılmıştır. Meşhur İmam Birgivî bu fetvaya karşı çıkmış ve bu konuda bir de risale (broşür) yazmıştır. Para vakıfları konusunda Birgivi’nin endişeleri haklı çıkmıştır. Ancak menkul eşyanın vakfedilebilmesi pek çok hayırlı kültür ve sanat hizmetinin icrasını da mümkün kılmıştır. Kitap, silâh, araç-gereç, zanaat erbabı için meslekî âlet, edevat vs. vakfı bu resmî fetva, ışığında işlerlik ve geçerlilik kazanmıştır. Gedik denilen vakıflar bu sayede gelişmiştir..
Sahibi bulunduğu menkul emtia ve eşyasının toplum içinde hizmete vesile olmasını ve Müslümanlara faydalı olmasını arzu eden Müslüman hayırsever, vakfettiği eşyasını en sağlam ve en estetik nitelikte bırakmayı kendi kendine bir prensip edinmiştir. Kitap vakfeden bir sahib-i hayratın, bıraktığı kitabı cildiyle, dikişiyle, yaldızlarıyla, meşin kaplamasıyla, tâbir caizse "muhkem" tarzda, teslim edişi güzel sanatların teşvikiyle birlikte, meslek disiplin ve adabının yeni manevî boyutlar kazanmasını da sağlamıştır. Temeli fütüvvet ve Ahilik geleneğine dayanan Osmanlı-Türk sanatkârı vakıf eserlerinin inşâ, onarım ve tezyinatına ayn bir özen göstermiş, Haa Bay-ram-ı veli’nin de tasvir ettiği gibi, inşâ edilen bina ile birlikte "taş ü toprak arasında" kendisi de yapılmış, yani kendi ruhunu da yeniden inşâ etmiştir. Sanatta icadın özü burada düğümlenmiştir..
Menkul eşyanın vakfedilebilmesi hem fazla zengin olmayan ehl-i hayratın vakıf yapma imkânını geliştirmiş, hem de ilim ve sanat hayatına katkı sağlamıştır. Osmanlı döneminde camiler için vakfedilen kitaplar zamanla kütüphane haline gelmiştir. Hat, tezyinat, tezhip vb. klâsik İslâm sanat dallan için de pek çok malzeme ve ham madde bırakılmış, yetişecek yeni sanatkârân’ın hizmetine sunulmuştur. Tasavvuf edebiyatının merkezi olan tekkelerin birçok ihtiyacı vakfiyyelerden karşılanırdı. Müzeci Osman Hamdi Beyin kurdukları hariç, en eski müzelerimizden olan; İstanbul’daki Türk ve İslâm Eserleri Müzesi ilk olarak 1914 yılında Evkaf Müzesi olarak hizmete açılmıştı. 1939 yılında vakıflar Genel Müdürlüğü’nün ilk kez açtığı sergi büyük bir ilgi uyandırmış, daha sonra bununla ilgili olarak "Vakıflar Galerisi Hakkında Muhtasar İzahat" adlı bir kitap neşredilmişti. 1974den itibaren, kurumun bu tür yayınlan artmıştır.
Son yıllarda ağlan sergiler arasında vakıf-sanat ilişkisini en iyi vurgulayan etkinliklerden biri Ekim / 1986’da açılan; "Osmanlı Padişah Fermanları Sergisi"dir. Tugralan, divanî yazılan ve tezyinatı ile ilgi çekmiş olan bu sergide yer alan fermanların bir kısmı vakfiyyelerle ilgiliydi. Sultan Orhan’a ait olan bir fermandaki tuğrada padişahın ismiyle babasının adı ilk kez ye almıyor. Bu buyruk bir vakfiyyedir. İlk tuğralı belge olmak şerefi bir vakfiyyeye ait olmuştur. Türk nesir (düz yazı) edebiyatının tipik örneklerinden olan vakfıyye metinleri, ihtiva ettikleri duâ ve tazarrû cümleleri, insancıl konulardaki samimiyetli ifâdeleri, hukukî resmî belge oluştan ve kaleme alındıktan kâğıtlar üzerinde yer alan yaldızlı süslemeleriyle ayrı bir ilmî-akademik çalışma konusu olabilir. Fermanlar arasında önemli yer tutan temliknameler hakkında yapılacak hukukî-edebî bir çalışma iktâ ve özelleştirme konusunda pek çok tarihî bilgiyi günümüze getirebilir.
Vakıf-sanat ilişkisini belgeleyen sergilerden biri de Ankara’da, vakıflar Genel Müdürlü gün’de, bundan birkaç yıl önce gerçekleştirilen "Kadı Mühürleri Sergisi’dir. vakfiyyeleri tescil eden hâkimlerin imza ve kaşelerini ihtiva eden bu sergiyi gezmiş ve arkadaşlarıma da tavsiye etmiştim. "Türk vakıf Medeniyeti Belgeseli" olarak diziler hâlinde hazırlanan film vakıflar Bankası’nın değerli bir katkısı olarak görülmelidir. Bu belgeselin video için çoğaltılan kasetleri belli başlı kütüphanelere verilmeli, hâttâ İslâm Ülkelerine (Arapça-İngilizce alt yazılan, monte edilerek) gönderilmelidir.
İslâm-Türk ve Osmanlı kültüründe vakfiyye şartlarına uymak vakıf mallarının dokunulmazlığına saygı göstermek dinî-hukukî bir kural olmanın yanında, köklü bir terbiye ve âdâb gereği idi. Ama bu güzel uygulama on dokuz uncu asırda Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın Mısır’da vâkıf akar ve emlâkine müdahale etmesiyle bozuldu. Aynı asrın sonlarında Osmanlı aydınlan arasında vakıfları, iktisadî gerilemenin sebeplerinden sayan görüşler yayıldı. Bu tür akımlar vakfiyyelerin ve vakıf eserlerinin aleyhine bir kamuoyu oluşmasına yol açtı. İhmal ve kontrolsüzlük sonucunda pek çok tarihî eser yurtdışına kaçırıldı. Avrupalı antikacıların en büyük kazanç kaynağını Osmanlı eserleri oluşturuyor.- Nisan/ 1991’de İngiltere’de yapılan bir müzayedede, on beşinci asırdan, Memlûkler devrinden kalma bir Mushaf yedi yüz on milyon liraya satın alınmıştır. Bu Mushafın üzerinde "Rodös’lu Hafız Ahmet Ağa Kütüphanesi Vakfı" kaydı vardı. Yani Mushaf, vakfedildigi yerden vaktiyle, alınıp götürülmüştü. Sömürgecilik döneminde Avrupalıların, İslâm Ülkelerinden, vakfiyelerden buna benzer birçok değerli eseri hem de usûlet ve suhûletle ele geçirdikleri artık biliniyor. Avrupa’daki en ünlü müzayede firmalarının başında gelen Sothebysin salonlarını klâsik Osmanlı eserleri süslüyor. Buna mukabil bazı Körfez Ülkeleri müzeciliğe önem veriyorlar»
Mekân, teknoloji ve estetiğin bileşimi olan mimarî eserlerin en görkemlilerinin vakıf binaları olması, Müslümanların kendi ev ve konutlarını ise sade ve mütevazı imkânlarının ürünü olarak inşâ etmeleri yabancılarca anlaşılmayabilir. Hattâ bu durum, onlarca, bir çelişki ve tezat olarak değerlendirilebilir. Ama gerçek durum bunun tam tersidir. Dünya hayatının fâni ve geçici olduğunun idrâkinde olan Müslüman zengin, günlük hayatında orta halli bir Müslüman gibi yaşamış, ama insanların hattâ diğer yaratıkların ihtiyaçlarını karşılamak cemaatine ve cemiyetine hizmet etmek için yaptığı hayrat eserlerinin sürekli olması, hattâ kıyamete kadar payidar olması için hiçbir fedâkârlıktan çekinmemiş, bütün imkânlarını seferber etmiştir. Müslüman mimar ve mühendis de aynı ruh ve şuurla eserini meydana getirmiştir. Mimar Sinan’ın eserleri bunun tipik bir örneğidir.
Vakfiyeler arasında sanat ve estetik değeri en fazla olan eserlerin başında Çeşme Mimarisi ve vakıf sular gelmektedir. İstanbul’daki III. Ahmed Çeşmesi, Küçüksu’daki Mihrişâh valide Sultan Çeşmesi Batılıların en çok ilgisini çeken örneklerdir. Oyma taştan ve mermerden yapılmış olan bu eserler ince bir zevki yansıtmaktadır. Estetikçi Sezer Tansuğ, "18. yüzyılda İstanbul Çeşmeleri ve Ayasofya Şadırvanı" başlıklı yazısında (V.D. vol. vı, sh. 93-101) Türk çeşme mimarisini anlatmıştır. Vakıf bina ve eserlerin korunması ve aslına uygun olarak onarılması da vakıf mevzuatının önemli konularındandır. İslâm Hukuk bilginleri, bunu mütevellinin en önemli görevleri arasında saymışlardır. Yapılan eski ve orijinal şekline göre tamir tarzı sadece vakıflara has olan bir uygulamadır. Bu kuralın Batı’daki restorasyon kavramına etki edip etmediği, sanat tarihçilerimizce incelenmesi gereken bir konudur. Ahkâmû’l-Evkaf konusunda yazılmış en eski eserler de tetkik edilmelidir.
Günümüzde İslâmî topluluklara kurulmuş bazı büyük vakıfların sanat ve kültür alanında önemli faaliyetleri görülüyor. İsmailiyye cemaatini temsil eden Ağa Han vakfı, İslâm Mimari-sini geliştirmek için ödüller koyuyor. Suudi Arabistan’ın eski krallarından Faysal için kurulmuş olan Faysal Vakfı; İslâm Dünyasındaki ilim, sanat ve fikir adamlarını destekliyor. Türkiye Diyanet Vakfı son yıllarda edebiyatla ilgili yarışmalar açarak gençleri teşvik ediyor. Petrol vakfı neşretmekte olduğu "lâle" adlı sanat dergisiyle millî sanatımızı temsil ediyor. Vefa Ya-yıncılık tarafından üç aylık bir dergi olarak neşredilmekte olan "İLİM ve SANAT" dergisinin katkılarını da zikretmek gerekir. Bu sayının daha çok artmasını cân ü gönülden temenni ediyoruz.
Vakıf konusunun yoğun olarak gündeme geldiği dönemlerde vakıf ve sanat konusuyla ilgili bazı teklifler getirmekte fayda görüyoruz:
1- Vakıflar Genel Müdürlüğü ile Kültür Bakanlığının Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü birimi arasındaki diyalog ve işbirliği ortamı geliştirilmelidir.
2- Büyük vakıflar kendi bünyeleri içinde kültür ve sanatla ilgili birimler kurmalıdır.
3- özel Finans Kurumlan, İslâm-Türk sanatlarını tanıtan yayınlar yapmalıdır.
4- Hat, tezyinat, tezhip, dinî musiki, resim, minyatür vb. konularda kurslar açılmalıdır.
5- İslâm dünyasındaki sanat abidelerini ve meşhur müzeleri tanıtan belgesel video-film kasetleri hazırlanmalıdır, IRCICA, bu konuda önderlik etmelidir.
6- vakıf mimarî eserler fotoğraf albümü hazırlanmalıdır.