Makale

İSLAM DÜNYASINDA Yeni Dinî Hareketler

İSLAM DÜNYASINDA
Yeni Dinî Hareketler

Yrd. Doç. Dr. Faruk SANCAR
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Çağdaş dönemdeki Selefiyye terimi, herkesin gaye, hedef, beklenti ve stratejisine göre anlamı genişleyebilen bir mahiyete sahiptir. Bu itibarla söz konusu terimin bir mezhebin ismi olmaktan ziyade bir düşünce, paradigma hatta bir ideolojiyi ifade eden şemsiye bir kavram olduğu söylenebilir. Bu sebeple Selefilik derken aslında tek bir Selefilikten bahsedilemeyeceği de önemle vurgulanmalıdır.


Genelde Selefilerin özelde ise yeni Selefi/cihatçı grupların siyasi ideolojilerini oluşturan zihniyetin temel iman kabulleriyle ilişkili olduğunu söylemek zorundayız.

Selefçi/cihatçı grupların son otuz yıl içerinde uyguladıkları tedhiş eylemlerinin muhataplarının ve sebep oldukları ölümlerin %80’inin Müslüman bireyler olduğu göz önünde bulundurulduğunda, bu zümreleri böylesi soğukkanlı şekilde Müslüman kanı dökmeye iten inanç dinamiklerinin tespit edilmesi önem arz etmektedir.

İSLAM dünyasının son iki asırdır yaşadığı siyasi ve toplumsal travmaların en belirgin yansımalarını yeni birer dinî hareket olarak tanımlanabilecek neoselefi cereyanlar içerisinde görmek mümkündür. Burada söz konusu edilen Selefilik ile İslam’ın erken döneminin kurucu ve örnek şahsiyetlerine referansta bulunmayı ifade eden selef kavramı arasında isim benzerliği dışında ciddi bir benzerlik kurmak doğru değildir. Zira selef-i salihin veya ehl-i sünneti hâssa olarak da isimlendirilen bu dönemin fazilet ve rehberliği hususunda bütün İslam ekollerinin ittifakı söz konusudur. XIX. yüzyılın başlarında filizlenen ve özellikle XX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kendini belirgin bir özne hâline getiren yeni Selefi hareketler ise aynı hürmeti elde etmek şöyle dursun, metotlarına, mahiyetlerine ve yerliliklerine dair sürekli bir sorgulamanın muhatabı olmuşlardır. Bu yeni selefi dünce tarzının son otuz yıl içerisinde bünyesinden çıkardığı el-Kaide, Taliban, eş-Şebâb, Işid/Deaş, Boko Haram ve benzeri cihatçı İslami grupların söylem, tutum ve eylemleri göz önünde bulundurulduğunda söz konusu hareketler hakkındaki şüphelerin hiç de yersiz olmadığı görülmektedir.
Çağdaş dönemdeki Selefiyye terimi, herkesin gaye, hedef, beklenti ve stratejisine göre anlamı genişleyebilen bir mahiyete sahiptir. Bu itibarla söz konusu terimin bir mezhebin ismi olmaktan ziyade bir düşünce, paradigma hatta bir ideolojiyi ifade eden şemsiye bir kavram olduğu söylenebilir. Bu sebeple Selefilik derken aslında tek bir Selefilikten bahsedilemeyeceği de önemle vurgulanmalıdır. Yöntem ve düşünce tarzı açısından birbirinden farklı onlarca hareketin kendisini bu sıfatla nitelendirmesi en radikal düşünce ve tedhiş grupları tarafından bu ismin memnuniyetle kullanılması da bu tespiti desteklemektedir. Kendileri açısından bu ismin tercih edilmesinde özellikle İbn Teymiye ve İbn Kayyim çizgisinden aldıkları ilhamın etkisi kadar önceki nesillerin kutsallığı düşüncesine dayanarak kendi meşruiyetlerini sağlama faydacılığının tesirinden de söz edilebilir. Her ne kadar bu zümreler kendilerini erken dönem selefiliğine nispet etseler de modern Selefi hareketlerin kökenine yönelik analizlerin ucunun çoğu kez iki asırlık Vehhabilik öğretisiyle kesiştiğini söylemek daha doğru olacaktır.
Selefiliğin tarihi bir hayli eski olsa da yarı siyasi yarı dinî bir ideoloji olan çağdaş Selefiğin başlangıcını XVIII. asırda Muhammed b. Abdülvehhap (1703-1792)’ın fikirleri etrafında oluşan Vehhabilik hareketine dayandırmak mümkündür. Hanbeli bir gelenekten gelen Muhammed b. Abdülvehhap ile o sırada Deriyye emiri olan İbn Suud arasında “silah gücüyle de olsa Allah kelamını hâkim kılmak” üzere varılan anlaşma uyarınca artık kendi dinî anlayışları dışındaki zümreler üzerinde silah kullanmanın meşruiyeti temin edilmiş oluyordu. Bu hareketin ilk düşmanı o sırada bölgenin hâkimi olan Osmanlı Devletiydi. Tevhidi tesis etmek, bidatleri ortadan kaldırmak ve asr-ı saadete dönmek gibi görünüşte temiz ideallerle zuhur eden bu hareket ve yine daha sonraları aynı ideallerden beslenen diğer Selefi anlayışlar kendilerini hakikatin yegâne temsilcisi olarak görmeleri sebebiyle Müslüman kardeşlerinin kanını helal görme noktasında herhangi bir tereddüt göstermiyorlardı.
Günümüze gelecek olursak özellikle Suudi Arabistan’ın 1970’li yıllarda elde ettiği ekonomik refah ve dünyaya açılma stratejisiyle birlikte o zamana kadar kapalı devre ve dar bir muhitte faaliyet yürütmüş olan Selefiler, İslam coğrafyasında daha önceden tanık olunmayan bir pozisyon elde etmeye başladılar. Ayrıca Arap coğrafyasındaki tek tipçi baasçı totaliter yönetimlerin baskısından kaçan İslamcı önderlerin ve akademisyenlerin Suud üniversitelerinde istihdam edilmesi ve onların da katkısıyla değişen Vehhabiliğin bir bakıma mutasyona uğramasıyla beraber Selefilik daha baskın bir şekilde cihatçı karaktere bürünmüştür. Bu yönüyle Suudi Arabistan’daki yerleşik selefi zihniyetin dahi bu yeni kontrolsüz cihatçı eğilimden ciddi rahatsızlık duyduğunu iddia etmek yanlış olmaz. Nitekim 1979 yılındaki kanlı Mescid-i Haram baskının önderi Cüheyman el-Uteybi ve taraftarlarının, Suud rejimini kâfirlerle ittifak yapmak, doğal kaynakları onlara peşkeş çekmek ve nihayetinde de kâfir ve müşriklere karşı sürdürülen cihadı engellemekle suçladığı bilinmektedir. Yeni Selefi hareketler açısından bu aşama sadece uluslararası Siyonist ve sömürgeci batılı güçlere karşı değil, kendileri açısından işbirlikçi olarak gördükleri birey toplum ve iktidarlara karşı da siyasi ve silahlı bir mücadeleyi benimsemeleri sebebiyle cihadi selefilik olarak anılmaya başladıkları döneme tekabül eder. İslam coğrafyası bu tarihlerden sonra istikrarsızlığın boy gösterdiği her bölgede Selefi söyleme sahip cihatçı grupların ortaya çıkmasına tanıklık edecektir. Bunun ilk örneği ise Sovyetlerin Afganistan’ı işgal etmesinin ardından gerçekleşmiştir.
Afganistan’ın işgalden kurtarılması için sürdürülen mücadele için bölgeye gelen cihatçı gruplar düşünce ve idealler açısından homojen olmasa da düşmanın kimliği ve mücadelenin meşruiyeti konusunda hemfikirdiler. Bu durum savaşın ardından birbirilerini tekfir etme ve kanlarını helal görme aşırılığına savrulacak bu grupların savaş süresince kendi aralarındaki ihtilaflarını dondurmalarına ve ertelemelerine imkân tanıyordu. İşgalin bitmesiyle birlikte ciddi bir savaş tecrübesi de elde etmiş olan bu insanlar kendi ülkelerine kabul edilme hususunda zorluklarla karşılaştılar. Böylelikle düşünce kodları açısından son derece katı ve aynı zamanda büyük bir savaş kabiliyetine sahip olan kontrolsüz militer gruplar dünyanın dikkatini çekmeye başladı. Özellikle de 11 Eylül saldırılarıyla birlikte dünya gündeminin en önemli başlıklarından biri hâline geldi. Bundan dolayı cihatçı Selefi hareketlerin zihnî alt yapısının tahlili bu sorunun çözümü ve boyutlarının tespiti bakımından önem arz etmektedir.
Genelde Selefilerin özelde ise yeni Selefi/cihatçı grupların siyasi ideolojilerini oluşturan zihniyetin temel iman kabulleriyle ilişkili olduğunu söylemek zorundayız. Bu grupların son otuz yıl içerinde uyguladıkları tedhiş eylemlerinin muhataplarının ve sebep oldukları ölümlerin %80’inin Müslüman bireyler olduğu göz önünde bulundurulduğunda, bu zümreleri böylesi soğukkanlı şekilde Müslüman kanı dökmeye iten inanç dinamiklerinin tespit edilmesi önem arz etmektedir. Her ne kadar bu hareketlerin birçok bakımdan klasik Selefilikle aralarında derin farklılıklar bulunsa da gerek klasik Selefilerin gerekse de bu yeni grupların inançları arasında bazı ortak kabullerin bulunduğu da ifade edilmelidir. İslam’ı şiddet merkezli bir kabule hapseden bu akımların zihin çözümlemesi yapıldığında şiddete yönelik motivasyonlarının iman ve imanın mahiyeti hakkındaki tercihlerine dayandığını ifade etmek yerinde bir tespit olacaktır. Onlara göre iman; tasdik, ikrar ve amelden oluşmaktadır. Allah’ın zatı hakkında Kur’an ve hadislerde nispet edilen bütün bilgilere herhangi bir tevilde bulunmaksızın olduğu gibi iman etmek gerekir. Tevhit onlara göre rububiyet, uluhiyet ve amellerle ilgili boyutları havidir. Muvahhit olduğunu iddia eden kimsenin bu boyutların her birini eksiksiz ikmal etmesi zorunludur. Bu konuların herhangi birisinde eksiklik gösteren kimse şirke düşmüş olur. Dolayısıyla kâfir olur ve tekfir edilir. Kebair olarak isimlendirilen büyük günahları işlemek de kişiyi küfre düşürür. Küfür ve şirk hiçbir nedenden ötürü mazur görülemez, müsamahayla karşılanamaz ve Müslüman olarak bilinen kimselerden sadır oldu diye haklarında hüsnüzan beslenip hükmü Allah’a havale edilemez. Onlara göre böyle bir tercih irca anlamına gelir ki bu da sapık Mürcie mezhebinin tercihidir.
Bu hareketlerin temel görüşlerinden birisi de herhangi bir mezhebin mukallidi olmayı şiddetli bir şekilde eleştirmeleridir. Zira onlara göre Kur’an, sünnet ve sahabe kavli gibi şer’i delilleri anlama yeterliliğine sahip olmayanların çevrelerindeki âlimlerin fetvalarıyla iktifa etmeleri yeterlidir. Bu anlayış sadece belli başlı fıkıh ekollerinin mukallidi olmayı değil bütün tasavvuf ekollerini, kavramlarını ve pratiklerini en hafifiyle bidat kategorisi içerisinde değerlendirmektedir. Bu noktada tespit edilen bidatlerle tebliğ, vaaz, ikaz, münakaşa yöntemleriyle mücadele etmek eğer hâlâ bidatten şirk ve küfürden vazgeçilmezse zor kullanmak suretiyle bu sorunları ortadan kaldırmak şer’i bir vazife olarak görülür. Bu nitelikleriyle İslam’ın en tutucu ve muhafazakâr kanadını temsil eden Hanbeli çizgiye benzerlikler gösteren modern Selefilik kullandıkları metot, söylem ve eylemleri açısından çok daha uç bir noktaya savrulmuştur.
Bu zümrelerin bu şekildeki ötekileştirici tutumlarının altında inanç ve ideolojilerinin doğruluğu hususundaki kesin kanaatleri yatmaktadır. Bu konudaki mutlak kabulleri bir taraftan tedhiş eylemlerinin meşruiyeti noktasında vicdanlarında oluşabilecek istifhamları ortadan kaldırırken; diğer taraftan kendi aralarındaki bölünmenin fitilini ateşlemektedir. Zira değişen şartlara göre dinî metinler sürekli yorumlanırken zorlanılan yerde ortaya atılan farklı görüşler, geleneği temsil eden anlayışlarla yeninin peşinden gitmek isteyen akımlar arasında cepheleşmeye sebep olmakta ve tartışma kısa bir süre içerisinde bidat, küfür ve şirk kavramları etrafında alevlenmektedir. Bundan dolayı birbirinden farklı hatta hasım olan birçok farklı Selefi akımla karşılaşmak mümkündür.
Yukarıda zikrettiğimiz iman kabullerinin büyük kısmı aslında Müslüman kitlenin çoğunluğunu ifade etmesi sebebiyle sevâd-ı âzam olarak isimlendirilen Sünni camianın da ortak kabullerini ifade eder. Ne var ki arada şöyle büyük bir fark söz konusudur. Ehlisünnet anlayışı mümin olduğunu ikrar eden kişinin herhangi bir fiil ve sözünden ötürü tekfir edilmesi konusunda son derece ihtiyatlı bir çekimserlik sergilerken; bu yeni Selefi söylem ise aceleci bir peşin hükümlülük gösterir. Gazali’nin ifadeleriyle söyleyecek olursak “kişinin imanı konusunda yanılmak, küfrü konusunda yanılmaktan evladır” şeklindeki temel strateji bu yeni hareketlerin ötekileştirici tavrıyla ehlisünnetin kapsayıcı tavrı arasındaki farkı göstermesi bakımından kayda değerdir. Bu yönüyle bu hareketler her ne kadar kendilerine bu ismi yakıştırmasalar da yeni Selefilikten daha ziyade neoharici yani yeni Haricilik olarak isimlendirilmeyi hak etmektedirler.