Makale

Tarihî Selefiliğin İzinde Yolunu Şaşıranlar NEOSELEFİLER

Tarihî Selefiliğin İzinde
Yolunu Şaşıranlar
NEOSELEFİLER

Prof. Dr. Adnan Bülent BALOĞLU
Başkanlık Müşaviri

İslam coğrafyasındaki kırılgan siyasi yapıların ürettiği yapısal sorunların temeline inmeden, neoselefilik olgusunu anlamak imkânsızdır. Mevcut huzursuzlukların temelinde, bu kırılgan siyasi yapıların, otokrat, âciz yönetimlerinin ve yanlış politikalarının bulunduğu gerçeğini asla göz ardı edemeyiz.

MÜSLÜMANLAR bugün, 21. asrın ilk çeyreğinde, teşbihte hata olmasın, Batı’nın 16 ve 17. yüzyıllardaki korkunç din savaşlarını andıran bir ‘fitne’ hâlini yaşıyorlar. Batı tarihine bir “kara leke” olarak geçen din savaşları, Avrupa toplumlarının zihin yapısında ve toplum hayatında derin yaralar açmıştı. Hristiyan tebaayı birbirine kanlı-bıçaklı hasım yapan böyle felaket anlarının bir daha yaşanmaması için, toplumsal huzuru tehdit ettiğine inanılan din, toplumun kıyısına konuşlandırılmıştı. Aydınlanma sürecinde, ‘dinî olan’ ile ‘dinî olmayan’ (seküler) arasına kalın bir ayrım çizgisi çekilirken; gerekçe, din ve devlet ittifakının toplumsal huzuru bozabilecek potansiyel bir tehlike olduğu endişesiydi. Siyaset ve sosyal hayatın etkin aktörlerinden biri olan Kilise’nin elinden imtiyaz ve yetkilerinin önemli bir kısmı alındı. Avrupa’nın din savaşları, hükümdarların ‘mutlak’ iktidarlarını tesis etmeleri, o güne kadar “kesin ve eleştirilemez’ kabul edilen dinsel inanç ve dogmaların eleştiri oklarının hedefi hâline gelmesi ile sonuçlanmıştır.
Diğer taraftan, bugün İslam dünyasında süregiden kavga ve kaosun sebebini, din kaynaklı farklı anlayış ve yorumların hâkimiyet mücadelesine bağlayanlar çoğunluktadır. Dikkatlice tahlil edildiğinde, kavgaların temelinde sosyal, ekonomik, jeopolitik, siyasi ve etnik sebeplerin yattığı, menfaat paylaşımı, iktidar hırsı gibi unsurların da körükleyici konumunda olduğu anlaşılacaktır. Gerçekte, sebepleri ne olursa olsun, savaş ve kavgaların ağır faturasını ezici çoğunluğu oluşturan sade Müslümanlar öderken, tabiatıyla bir “barış” dini olan İslam da bütün bu olumsuzluklardan nasibini alıyor. Neticede, şiddeti ideolojik hedefleri için bir vasıta kılan ve bunu dinî metinlerle de meşrulaştıran sözde İslami gruplar yaptıkları eylemlerle, İslam’ı ve Müslümanları karalamayı bir kazanç sektörüne dönüştüren uluslararası güç odaklarının değirmenine su taşıyorlar. Bir diğer ifadeyle, Müslümanları Müslümanlara kırdırmanın ancak din ve mezhep çatışmalarıyla mümkün olabileceğini keşfeden Batılı stratejileri haklı çıkarmak için âdeta yarış hâlindeler.
Özellikle Orta Doğu, Kuzey ve Orta Afrika İslam ülkeleri, kendilerini ‘Selefi’ olarak adlandıran, İslam’ı yaşamak için Selefiliğin tek ve hakiki yol olduğunu iddia eden silahlı gruplarla, halkını ve ülke kaynaklarını adil biçimde yönetmekten âciz, despot, boğazına kadar yolsuzluğa batmış hükümetlerin kavga arenasına dönüşmüş durumdadır. Vaktiyle İslam medeniyetine beşiklik yapan şehirler birer korku ve dehşet mekânlarına dönüşürken, bir kısmı da hâlihazırda yerle bir olmuş durumda.
Günümüz dinî ve siyasi literatürüne yeni/neoselefiler olarak giren bu gruplara göre, toplumdaki her türlü kötülük, ahlaki bozulma ve dinî gevşemenin bir sebebi tasavvuf yoluyla giren hurafe ve bidatler, bir diğer sebebi ise, Batı eliyle sokulan ‘modern’ devlet kurumları ve ‘seküler’ normlardır. Onlar nezdinde, tüm bidat ve hurafeler, Batı kaynaklı modern ve seküler yapılar, kanun ve normlar haramdır; Kur’an hükümleri esastır; her Müslüman bu esasları ifa etmekle yükümlüdür. Bu kutsal çağrıya yani davaya inanmayanlar, bu uğurda mücadele etmeyenler, Müslüman dahi olsalar, kâfirdirler. ‘Halife’nin başta olduğu, şer’i hukukun uygulandığı, tüm Müslümanların ‘Ümmet’ çatısı altında toplandığı bir İslam devleti kuruluncaya kadar mücadele devam edecektir. Hedefe ulaşmada silahlı mücadele (cihat) dinsel bir vecibedir. ‘İyiliği emir ve kötülüğü yasaklama’ hükmü gereğince, Ehlisünnet ve selef yolundan sapan, haram ve helallere lakayt kalan Müslümanları uyarmak ve gerektiğinde cezalandırmak da dinin mutlak bir emridir. Dinsel metinlerin yalnızca lafzi manaları, ilk anlamları geçerlidir; her türlü tevil (yorum) yasaktır. Selefiliği reddeden kâfirdir; kâfir hakkındaki hüküm onlara da tatbik olunur. Emperyalist ve Siyonist güçler bütün kötülüklerin anası olup İslam’ın ve Müslümanların düşmanlarıdır. Şiilik ile mücadele de esastır.
Selefi gruplar ‘Selefi’ kavramının uzanımında ittifak etseler de yekpare değildirler, mesela Müslümanlara şiddet uygulanıp uygulanamayacağı, demokrasinin bir araç olup olmadığı gibi konularda aralarında ihtilaf vardır. Bununla birlikte, bir İslam devleti kurulup hilafet ve şeriat tesis oluncaya, Batılı emperyalist güçler ve onların modern, seküler yapıları, eğitim kurumları İslam topraklarından sökülüp atılıncaya kadar silahlı cihadın farz oluşu hakkında müttefiktirler.
Bu gruplar, mevcut görüntü, anlayış, tutum ve mücadele metotlarıyla tarihi Selefiliği farklı bir mecraya sokmuşlardır. Kendilerini Selefiliğin gerçek vârisi kabul eden bu grupların Selefilik anlayışlarını, içinde bulundukları sosyosiyasi ve ekonomik iklimden, etnik, dilsel, kabilesel ve dinsel şartlardan ayrı değerlendirmek imkânsızdır. Ülkelerinin geri kalmışlığı, işsizlik, eğitimsizlik, fakirlik, yönetimsel zafiyet ve yolsuzluk, ülke kaynaklarının israfı ve yabancılara peşkeş çekilmesi, gelir dağılımındaki adaletsizlik, idarenin ve polisin despot ve keyfi muamelesi, aynı coğrafyada birlikte yaşadıkları gayrimüslimlerle olan ilişkileri (Nijerya gibi), ülkenin yabancı güçler tarafından işgal altında olması (Afganistan, Irak gibi) vb. durumlar, sağlıklı bir değerlendirme için mutlaka dikkate alınmalıdır. Esasen bu gruplar, kendi ülkelerinin geri kalmışlık, fakirlik ve pespayelik kaderine isyan için, dış güçlerce sömürülmeye “yeter” demek için yola çıkmış gruplardır. Din onlar için bir “son sığınak”, bir “son umut”, bir “muhkem liman”, bir “kutsal şemsiye”dir. Onlar nezdinde İslam, kitleleri harekete geçirebilecek, organize edebilecek tek motor güç, kapsamlı siyasal muhalefeti meşrulaştırabilecek en kuvvetli araçtır. Bu gücün harekete geçmesinde, belki de bir milat olarak kabul edilebilecek tarih, Rusların Afganistan’ı 27 Aralık 1979’da işgal etmesidir. 10 yıl sonra Ruslar ‘mağlup’ vaziyette geri çekildiklerinde, farklı İslam ülkelerinden Müslüman Afgan halkının yardımına koşan binlerce Müslüman gençten sağ kalanlar ‘muzaffer’ edasıyla ülkelerine dönmüşler ve mücadele kıvılcımlarını kendi ülkelerinde çakmaya başlamışlardır.
Bu gruplar kendi şecerelerini, Selefiye’nin ilk mümessili olarak kabul ettikleri Hz. Peygamber (s.a.s.) ile başlatırlar. İlk dört halifenin de içinde bulunduğu sahabe, tabiin ve tebei tabiin nesli, onlara göre İslam’ı en iyi anlayan, yorumlayan ve yaşayan ‘altın’ nesil idi. Hadis ekolünün kurucusu Ahmet b. Hanbel’i Selefiye’nin temellerine harcı ilk koyan kişi olarak kabul ederler. Onlara göre, Selefilik sonraki tarihi süreçte İbn Teymiye ile yeniden dirilmiş, ardından talebeleri İbnü’l-Kayyim el-Cevziyye, İbn Kesir ve müteakip asırda yaşayan İbn Hacer el-Askalani’nin ellerinde sistemleşmiştir. Daha sonra, Muhammed eş-Şevkani, es-San’ani, Afgani, Abduh ve Reşit Rıza gibi önemli simaların eser ve görüşlerinde ideolojik rengini almaya başlamıştır. Ardından yirminci asırda Mısırlı Hasan el-Benna, Seyyid Kutup ve Pakistanlı Mevdudi’nin fikirlerinden ilham almıştır. Selefilik bağlamında tartışmasız bir öneme sahip olan kişi ise Muhammed b. Abdülvehhap’tır. Onunla birlikte Selefilik, Vehhabi ideolojinin hayat kaynağı olurken keskin, aşırı ve tavizsiz bir karakterini de bulmuştur. Onun bu çizgiyi devam ettiren el-Elbani, İbn Bâz ve İbnü’l-Useymin gibi sıkı takipçileri de mutlaka zikredilmelidir. Selefilik bugün yeni bir görünüm ve metotla ezilen ve sömürülen Müslüman halkların âdeta bir kurtuluş ideolojisine döndürülmüşse son iki asırdaki temsilcilerinin bundaki payı büyüktür. Bu şahsiyetlerin eserleri, eylemci kişilikleri, keskin fikir ve yorumları Selefiye’nin siyasi-ideolojik zemininin beslenmesinde önemli rol oynamıştır.
Bugün Selefi gruplar, Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün, Suriye, Irak, Yemen, Pakistan gibi ülkelerde ikamet eden ve ideolog-âlim konumundaki şahsiyetlerin özellikle internet ve sosyal medya üzerinden servis edilen görüş ve eserlerinden beslenmektedir. Bu şahıslar, söz konusu grupların ideolojik dokusunu örmekte, görüş ve fetvalarıyla önlerini açmakta, stratejilerini tayin etmekte ve silahlı mücadelelerinde onlara moral ve cesaret aşılamaktadırlar. Onların eserleri camilerde ücretsiz dağıtılmakta, hutbe ve vaazlarda geniş bir biçimde cemaate aktarılmaktadır.
İslam coğrafyasındaki kırılgan siyasi yapıların ürettiği yapısal sorunların temeline inmeden, neoselefilik olgusunu anlamak imkânsızdır. Mevcut huzursuzlukların temelinde, bu kırılgan siyasi yapıların, otokrat, âciz yönetimlerinin ve yanlış politikalarının bulunduğu gerçeğini asla göz ardı edemeyiz. Neoselefi grupları salt dinî oluşumlar olarak görmek yanıltıcı olur; bir yönüyle bu gruplar kendi köklerini mazide arayan tepkisel hareketlerdir. Dinmek bilmez öfke ve tepkileri ise, içinde yaşadıkları ülkelerin siyaseten, iktisaden ve ahlaken çökmesinin sorumluları olarak gördükleri ulusal/yerel ve küresel aktörlere yöneliktir. Bu bakımdan tek bir Selefilik yoktur, ülkelerin kendine özgü dokularından neşet eden Selefilikler vardır.
Mevcut radikal Selefilik, tarihteki Selefiliğin genleriyle oynanmış, başkalaşıma uğramış hâlidir. Ufku dardır, gelecek vizyonu yoktur, beslendiği kaynakların pek çoğu siyasi-ideolojik saiklerle yazılmıştır. Felsefi, kelami, tasavvufi derinlikten yoksun, sığ, şekilci bir zihniyetin ürünüdür. Bu sebeple estetik, sanat, mimari, tarih gibi kaygıları da yoktur. Hurafe, bidat ve şirk nevinden şeyler kabul edip, tarihî eserleri, türbeleri, mezarlıkları, müzeleri tahrip etmenin aynı zamanda köklü bir medeniyetin tahribi anlamını taşıdığını özellikle vurgulamalıyız.
Selefilik ve günümüzdeki moda adıyla yeni/neoselefilik, “şimdi” de geçmişi canlandırabilme idealini, “kötü zamanlar”da bile en iyiyi ikame edebilme inancını temsil eder. İslam’ın ilk üç neslinin gelmiş geçmiş en iyi nesil olduğuna olan kesin inancıyla Selefilik, bir mezhep olmanın çok ötesinde teolojik, ideolojik ve siyasi uzanımlarıyla birlikte, “altın nesil”de zirvesini bulan bir ideal hayat tarzına atıfta bulunur. Günümüz Selefiliği, sahip olduğu dünya görüşünün kaynağını iki temel kaynaktan, yani Kur’an ve sünnetten aldığını ve evrensel olduğunu iddia etse de, dinî hayatta bir daralmayı, katılığı ve statikliği ifade eder.
Diğer taraftan, Selefilik iddiaları ne kadar güçlü olursa olsun, günümüz Selefi gruplarının önemli bir kısmı ve özellikle de silahlarını kendi dindaşlarına da çevirmekten imtina etmeyen gruplar, açık ve net bir biçimde, Ahmet b. Hanbel’in tohumlarını attığı Selefi anlayışın izinde yollarını kaybetmişlerdir. Tarihî Selefilik; bir din anlayışı, hayat felsefesi ve dünya görüşü olarak köklü bir geleneği ve zengin bir kültür mirasını temsil ederken, isim benzerliğinden başka ortak bir noktası bulunmayan bugünkü Selefilik ise din adına sevgi, barış, kardeşlik tohumları ekecek yerde, acımasız şiddet ve hiddetiyle nefret ve düşmanlık tohumları ekmektedir. Yaptıkları zulüm ve katliamlar için vicdanı ürpermeyenlerin, dünya Müslümanlarına bir gelecek ve umut projesi sunacaklarını beklemek, insani ve İslami bir medeniyeti dirilteceklerini ummak, çöl serabını su zannedip avuçlamakla eşdeğerdir.