Makale

Osmanlı'nın Yetimi Bosna

Osmanlı’nın Yetimi
Bosna

Hatice Kübra Görmez


Bosna denince yüreğimin derinlerinde bir sızı hissederim ve gözümde bu sızıyı artıran manzaralar canlanır; bir ulusun yok edilmesi, yıkılmış, viran olmuş köyler, kasabalar, gözü yaşlı analar, medeni Avrupa’nın göbeğinde felâketlerin en korkuncu ile karşı karşıya kalan genç kızlar, gelinler, hanımlar, can pazarına dönen pazar yeri, bu vahşete göz yuman sözde uygar Batı, bir şehrin simgesi olan Mostar köprüsü ve diğer harap olmuş tarihi ve kültürel eserler... Ulusunun kaderini değiştirmek için Bosna’nın bağrından çıkan bir bilge lider… Bu mazlum halka dualarının yanı sıra zaman zaman kermesler düzenleyerek ufacık bir katkıdan başka hayrı dokunmayan biz Müslümanların ahvâli…

Bosna’ya İslamiyet’in gelişinin 600. yıldönümü merasimleri dolayısıyla yapılacak ziyareti duyduğumda tüm bu duygular beynime hücum etmiş, “Ah! keşke ben de orada olabilsem” demiştim. Beni, duasına icabet edilen bir kul eylediği için Rabbime hamd olsun!

Kendimi bir anda Saraybosna’ya giden uçakta buluverdim. Bir kuş gibi yüreğim çarpıyor, buruk bir sevinç duyuyordum. İşte ben, Osmanlı’nın torunu olarak yetim kardeşlerimin diyarına doğru kanatlanmıştım. Bu bir turistik gezi mi, yoksa ulvî yönü daha fazla olan bir yolculuk mu? Bu duygular içerisinde iki saatlik bir yolculuktan sonra Saraybosna’dayız. Sanki binlerce kilometre uzaktaki bir belde değil de Anadolu’nun yemyeşil şirin bir ilindeyiz. Kendimizi hiç yabancı hissetmediğimiz Boşnak kardeşlerin diyarındayız… Göz alabildiğince yemyeşil bir doğa, öbek öbek evler, köyler, Hakkın birliğini haykıran ve inançlarının simgesi olan minareler, çoğunun yanı başında ise kiliseler, kocaman çanlar, haçlar.

Kalacağımız otele doğru ilerlerken, binaları daha yakın mesafeden görebiliyoruz. Ama keşke görmese miydik? Medeni olduğunu iddia eden bir toplumun yüzyıllardır kendi aralarında yaşayan Boşnak insanlara reva gördüğü zulmün en canlı tanıkları ile yüz yüzeyiz. Şehrin binalarının en az yüzde doksanı toplarla, tüfeklerle delik deşik edilmiş olarak tarihe tanıklık ediyorlar. Savaştan on iki yıl sonra hâlâ insanın iliklerini donduran manzaralar... Çok azı tamir edilmiş olsa da bu mermi izleri, bu harap olmuş binalar Bosnalıların yüreklerindeki acılar gibi kıyamete kadar bu zulmü hatırlatacaklar?

Gezimizin ilk akşamı, Türk Büyükelçiliğinde verilen davette, iki ülkenin ortak kültürü, siyasî ve kültürel iş birliği konuları büyükelçimizin samimi ilgisi ve sıcak ev sahipliği ortamında sohbet konumuz oldu… O gece Saraybosna’yı seyrettiğimiz otelde sabahladıktan sonra ilk gezimiz Tünel’e oluyor. Tünel, üç yıl muhasara altında kalan şehrin mühimmat, ilâç, erzak ve insan naklinin yapıldığı, sekiz yüz metre uzunluğunda, bir metre altmış santim yüksekliğinde, Boşnakların dört ayda açtıkları ve şehir dışına bağlantılarını sağladıkları yegâne gizli geçit. Aliye İzzetbegoviç’in askerlerine komuta ettiği, talimat verdiği, onlarla aynı sıkıntıları paylaştığı mekân. Kullandığı sandalyesi ve giysileri bizleri o günlere götürüyor. Bu geçit, askerî bir müzeye dönüştürülerek tarihinin o dönemine ışık tutmakta…

Saraybosna’da adım başı şehitliklerle karşılaşıyoruz. Savaş başladığında beş yüz bin nüfusa sahip olan şehir, üç yılda halkının yarısını şehit veriyor. Şehrin dört bir yanını kaplamış cennet bahçeleri misali şehitlikler âdeta bunun yaşayan belgesi. Şehitlere gıptayla dualar ederken; “beni öldüğümde şehitlerimin tam ortasına defnedin” diye vasiyet eden İzzet Begoviç’in mezarının başında buluyoruz kendimizi. Uğrunda bir ömür feda ettiği ülkesinin kahramanlarıyla aynı toprağın bağrında yatan bir lider. En kalbî duygularla dua ederek, gözyaşlarıyla oradan ayrılırken; İzzet Begoviç’in son günlerinde kendisini ziyaret eden Sayın Başbakanımız Erdoğan’a: ‘’Bosna’yı sizlere emanet ediyorum’’ vasiyetini hatırlıyor ve bu sözün ağır mesuliyetini omuzlarımızda hissediyoruz… Bosna’ya kadar gidip de yıllarca Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde hizmet veren ve müstesna isimler yetiştiren Tayip Okiç merhumu ziyaret etmeden dönmenin büyük bir vefasızlık olacağını bilerek, büyük üstadı, âlimi fatihalarımızla mezarının başında yad ediyoruz.

Akşam saat sekiz; Saraybosna’nın en büyük stadyumundayız. Elli bin kişi Koşeva Stad-yumunu doldurmuş heyecanla bekliyor. Genci, ihtiyarı, kadını, erkeği, çocuğu, örtülüsü, örtüsüzü hepsi tek yürek olmuş, nefesini tutmuş programın başlamasını bekliyor.

İşte o müthiş an! İki yağız atlı; ellerinde Türk bayrakları. Sanki Fatih ve Akşemseddin kalkıp bu âna tanıklık etmek için gelmişler. Atlıların arkasında muhteşem görüntüsüyle mehter takımı, onların arkasında ise sekiz yüz elli Bosnalı imam, dini kıyafetleri, beyaz sarıklarıyla geçit töreninde yer alıyor ve o anda coşkun bir alkış ve gözyaşı seli yükseliyor bütün stadyumdan. Sayın Diyanet İşleri Başkanımız Ali Bardakoğlu ve eşleri, Kudüs Müftüsü ve eşleri, Pakistan Büyükelçisi davetliler arasında onur konukları olarak bulunuyorlar. Saraybosna Reisü’l Uleması ve eşi Sayın Başkanımızın sağında yer almış durumda. Sahnedeki bayan ve baylardan oluşan iki yüz kişilik ilâhi korosu ve saz sanatçıları müthiş bir görüntü arz ediyor. Kur’an-ı Kerimle yapılan açılıştan sonra Bosna Reisü’l Uleması M. Çeriç tarihe not düşen selâmlama konuşmasını yapıyor. 50 bin kişinin müthiş coşkusuna sebep olan konuşması: “Ey Avrupa! Biz Bosna’nın ne azınlığıyız ne de göçmenleriyiz. Burası bizim vatanımız, biz buranın aslî unsuruyuz. Bosna Hersek Balkaların kalbidir. Avrupa’nın ise ruhudur. Bunu böyle bilin!…” ifadelerini içeriyor. Daha sonra sunucunun Fatih’in fermanını okuması ile kutlama devam ediyor.

Türkiye, Mısır, Suriye, İran, Suud-i Arabistan, Pakistan ve İngiltere’den davet edilen sanatçılar; ilâhiler, tekbirler, marşlar ve şarkılarla Saraybosna semalarını inletiyor. Saat sekizde başlayan coşku ve heyecan gece saat on ikiye kadar eksilmiyor, bilâkis artarak sürüyor. Sırpların yaptığı vahşete gönlü razı olmayıp Bosnalıların safına geçen, onlara savaş boyunca yardımcı olduğunu öğrendiğimiz Sırp Bayan Nada Curevska’nın gözyaşları eşliğinde okuduğu şiirler tüm salonda coşkuyla karşılanıyor.

Programın final bölümünde ise, önce Hz. Muhammed’in Veda Hutbesi okunuyor. Daha sonra gecenin son yıldızı İngiltere’den gelen Sami Yusuf sahne alıyor ve “Saraybosna Benim Kalbim” adlı bestesini ilk defa burada seslendiriyor. Heyecan ve coşku kat kat artıyor. Saraybosna semaları “Hasbi Rabbi Cellallah mafi kalbi ğayrullah” sözleriyle inliyor. 50 bin kişi hep bir ağızdan bunu haykırıyor. Bu coşkuya gökyüzündeki dolunay da ortak oluyor ve bu muhteşem geceye ayrı bir anlam katıyor. Saraybosna semaları birbirinden güzel ve kocaman ışık haleleri, havai fişeklerle eşsiz bir renk cümbüşüne bürünüyor. On iki yıldan beri biriken coşku, heyecan, hüzün ve mutluluk doruğa ulaşırken programa katılan tüm sanatçılar; Saraybosna ilâhi korosu, mehter takımı, müzisyenler ve Kur’an kârilerinin hep beraber sahnede yer almasıyla program nihayete eriyor.

Ertesi sabah erkenden Mostar’a doğru yola çıkıyoruz. Üç buçuk saat süren ve nehir kıyısından yaptığımız yolculuk, yol boyunca hem şoförümüzden hem de mihmandarımızdan dinlediğimiz anekdotlarla Mostar şehrinde son buluyor. Bizleri Mostar Müftüsü ve eşi karşılıyor. Bu sıcak karşılamayı Mostar Köprüsü’nü ziyaret takip ediyor. Mostar Köprüsü 1554 yılında yapılmaya başlanmış ve dokuz yılda tamamlanmış. Doksan dokuz Esmaya işaretle doksan dokuz basamaklı olarak inşa edilmiş bir köprü. Osmanlı döneminde kendilerini istedikleri kızlara beğendirmek için delikanlılar bu köprüden nehre atlarlarmış. Bu gelenek şimdi ücret karşılığında devam ediyor. Köprünün iki kulesi arasında ise ip cambazları cambazlık yaparlarmış. Çok büyük olmayan köprü, manevî değeri ve anlamı büyük olduğu ve mimarî olarak hilâl şeklinde inşa edildiği için şehrin simgesi olarak kabul edilmiş. Savaş sırasında yıkılan köprü gönülleri de bir o kadar parçalamış.

Avrupa’da Türk denince Osmanlı anlaşılıyor, Müslüman anlaşılıyor. Bu sebeple de savaş esnasında Osmanlı eserleri hedef alınmış. Osmanlı- Türk mimari eserlerinin en muhteşem örnekleri Mostar’da yer alıyor. Maalesef bunların pek çoğu son savaşta oldukça zarar görmüş. Mostar tepelerine mevzilenen Hırvat topçular hem Mostar köprüsünü hem de diğer Osmanlı kültür eserlerini hedef seçmişler. Bugün Hırvat topçu ateşinin açıldığı tepede kocaman bir haç inşâ edilmiş. Alt tarafta ise hilâl şeklindeki Mostar köprüsü yeniden yapılmış.

Mostar’daki Osmanlı kültür belgelerinden biri olan Koski Mehmet Ali Paşa Camisini ziyaret ediyoruz. Türk-İslâm tarihinin tapularından sayılan bu eserlerden zarar görenlerinin, TİKA tarafından “Bosna’da Kültür Projeleri” kapsamında restore edildiğini öğrenmek bizleri mutlu ediyor. Mostar’ın görülmesi gereken en önemli mekânlarından birini daha ziyaret ediyoruz. Burası Hoca Ahmet Yesevi’nin talebesi olan Sarı Saltuk Tekkesi, diğer ismiyle Balagay Tekkesi. Bu tekkenin Fatih’in 1463 Bosna fethinden sonra 1465’te yapıldığı tahmin ediliyor. 1925’ten beri de turistik bir mekân olarak hizmet görüyor. Tekkenin girişindeki salonda Fatih Sultan Mehmet’in fermanı sergileniyor: “Ben tüm dünyaya ilân ediyorum ki burada yaşayan bütün insanlar artık benim himayemdedir. Hiçbir kimsenin canına malına asla zarar gelmeyecek, ibadethanelerine dokunulmayacaktır…” diye başlayan ferman. Heybetli dağların koynundaki bu güzel tekke sarp kayalıkların yamacında tekke yapılabilecek en asude yerde inşa edilmiş. Cenab-ı Hakk’a kurbiyet ve münacaat için seçilen bu özel mekan, yüzyıllara, savaşlara, her türlü etkiye meydan okuyarak varlığını hâlâ sürdürmekte. Sarp kayalıkların yeryüzü ile birleştiği noktada. Buna nehrinin kaynağına şahit oluyoruz. Şehre ve tüm Bosna’ya hayat kaynağı olan bu nehrin buz gibi akan suyundan içerek Rabbimize hamd ediyoruz.

Mostar gezisini tamamlayıp dönerken gördüklerimiz, duyduklarımız, tanık olduklarımız bizlere yoğun duygular yaşatıyor. Bu özel, güzel, duygulu ve hüzünlü günün yorgunluğunu, Saraybosna akşamında, Başçarşıda yudumla-dığımız kahve ve sıcak sohbetle gidermeye çalışıyoruz.
Ertesi gün, Türkiye’ye dönüşten önce plânladığımız iki önemli ziyaret için sabah dokuzda hazırlanıyoruz. İlk ziyaretimiz Saraybosna’da kurulmuş olan Özel Türk Üniversitesi. Rektör vekili, bizleri üniversitenin girişinde karşılıyor. Kendisi Türkiye’den, Marmara Üniversitesinden emekli bir öğretim üyesi. Okul ve eğitimi ile ilgili Sayın Diyanet İşleri Başkanımız Bardakoğlu’na ve diğer misafirlere bilgi veriyor. İkinci durağımız Saraybosna İlâhiyat Fakültesi. Bir İlâhiyatçı olmam dolayısıyla bu ziyaret beni çok heyecanlandırıyor. Fakülte Kurulu, Dekan başkanlığında bizi çok sıcak bir şekilde karşılıyorlar. Karşılıklı selâm, dua ve hediyeleşmenin ardından eğitim ve öğretim ile ilgili bilgilendiriliyoruz.

İki saat sonra Saraybosna Havaalanı’nda üç günlük Bosna gezimiz son bulacak. Havaalanına doğru yola çıkarken yüreğimizi ayrılığın verdiği bir hüzün kaplıyor. Kim bilir Avrupa’nın göbeğindeki bu yetim ve mazlum kardeşleri-mizle bir daha ne zaman ve hangi şartlarda karşılaşırız. Ama hayırlı vesilelerle en yakın bir zamanda onları tekrar ziyaret etmek ve kendi topraklarımızda da misafir edebilmek dua ve temennileriyle uçağa biniyoruz. Ve buraya 600 yıl önce taşınan ilahi mesajı tekrar teyid etmek istercesine, bir kutsal emanet bırakmayı da ihmal etmiyoruz.

Mostar gezisi akşamı hem yol yorgunluğu hem yaşananların tahlili bizleri bedenen ve ruhen esir almış durumda. Ertesi güne daha iyi başlayabilmek için dinlenmeye çekiliyoruz:

Mostar’da alışveriş yapmak ister gibi bir dükkâna giriyoruz. Kıyafetimiz ve konuşmamız oradaki görevli bir bayanın dikkatini çekiyor. Tezgâhın üzerine bıraktığımız büyük bir paketi fark ettiğinde hışımla yanımıza gelip: “Hey! Sizler, buraya silâhla girmek yasak, hemen silahınızı alın ve burayı terk edin diye bağırıyor. Ben ve eşim ne olduğunu anlayamadığımız için şaşkınlıkla: “Ama bizim silâhımız yok ki” diye cevap veriyoruz. Bayan masanın üzerine bıraktığımız paketi göstererek: “İşte ya silâhınız!” dediğinde biz onun silâh olmadığını, Bosna Diyanet İşleri Başkanına Sayın Başkanımızın hediyesi olan bir Kur’an-ı Kerim olduğunu söylüyoruz. Kadın daha da hiddetlenerek: “Bize göre sizin en büyük silahınız bu Kur’an’dır. Bu topraklarda bunu görmek istemiyoruz!” diyor. Ben kutsal bir kitaba bu kadar tahammül-süzlüğün şaşkınlığı içerisinde bunun dört mukaddes kitaptan biri olduğunu, kendi kitaplarına bizlerin iman ettiğini, onların ise Kur’an’a iman etmiyorlarsa da saygı duymaları gerektiğini ifade etmeye çalışırken, kalbim göğsümden fırlayacak gibi hissediyorum. Aldığımız cevap daha çok irkilmemize sebep oluyor: “Bu kitap bu topraklarda oldukça biz kendimizi emniyette hissetmiyoruz ve bunu bize doğrultulmuş bir silâh olarak algılıyoruz.” Ben hadi hemen burayı terk edelim derken Hırvat (veya Sırp olabilir) kadına dönerek: “Buradan ayrılıyoruz ama bu kutsal emaneti sonsuza kadar kalması için buraya bırakıyoruz. Bunu bir silâh gördüğünüz sürece kıyamete kadar sizi bu korkunuz ve kininizle baş başa bırakıyoruz” deyip oradan ayrılırken, eşimin hadi artık hazırlan-mamız gerekiyor sesiyle gözlerimi açıyorum. Kalbimin atışları aynı hızla devam ediyor ve dudaklarımdan “Kıyamete kadar, Rabbim sonsuza kadar bu kutsal emanetten hem bizleri hem Bosnalı yetim kardeşlerimizi ayırma” duası dökülüyor…