Makale

Ecdadın Liyakate Verdiği Önem

Ecdadın Liyakate Verdiği Önem

Prof. Dr. Nesimi YAZICI
Ankara Üniv. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

Bir topluma dışarıdan gelenler, onda bulunan çeşitli özellikleri, hemen ilk andan itibaren farketmeye başlarlar. Daha doğru bir ifadeyle, kendi toplumlarıyla bu yeni girdikleri çevrenin farkları dikkatlerini çeker. Geçmiş dönemin çok sayıdaki seyyahı, bu şekildeki müşahade ve tesbitlerini seyahatnameler şeklinde kitap haline getirmişlerdir. Bu eserler sayesinde bugün biz, toplumları daha iyi tanıma fırsatını buluyoruz. Nitekim Markopolo ve Ibni Batuta’nın eserleri bu vadide hemen hatırladığımız ölmezler arasında yer alırlar. Evliya ÇELEBİ’ nin Seyahatnamesi ise bize, bizim yurdumuzun ve toplumumu- zun geçmişiyle ilgili, paha biçilmez bilgiler sunan bir hazinedir.
Bu vesileyle bizim burada söz etmek istediğimiz, XVI. yüzyılın ikinci yarısında Avusturya İmparatoru Ferdinand’ın Osmanlı Padişahı Kanuni SULTAN SÜLEYMAN’a gönderdiği, aslen Flan- der’li bir diplomat olan Ogier Ghiselin de Busbecq ve onun, dönemi Osmanlı toplumuyla ilgili bir değerlendirmesidir. Kanaatimizce bu değerlendirme hem geçmişte sahip olduğumuz özelliklerimizi tanımak, hem de günümüzle mukayese ederek, bunlara olan ihtiyacımızı hatırlamak açısından önem taşımaktadır.
Bilindiği gibi Busbecq, Ferdinand tarafından 1554’te Büyük elçi olarak İstanbul’a gitmekle görevlendirilmişti. Kendisine verilen görev; Türklerin Avusturya’ya karşı saldırılarını önlemek ve şayet mümkün olursa, bir barış antlaşması imzalamaktı. Maiyetiyle birlikte oldukça sıkıntılı bir yolculuktan sonra 20 Ocak 1555’te İstanbul’a ulaşan Busbecq Kanunî Amasya’da bulunduğundan Anadolu’yu geçerek Ankara üzerinden Amasya’ya gitti. Kanuni tarafından kabul edilen Busbecq, daha sonra tekrar İstanbul’a geldi ve 1562’de Avusturya ile Osmanlı Devleti arasında kesin bir antlaşma imzalanıncaya kadar burada kaldı. Ülkesine dönüşünde pek çok kitap, bitki tohumu, eşya ve hayvanı beraberinde Viyana’ya götürdü. Busbecq bunlar yanında, Osmanlı toplumu ile ilgili olarak edindiği bilgi ve izlenimlerini dört mektuptan oluşan bir kitapta topladı. Önce Lâtince yayınlanan bu mektuplar, daha sonra hemen bütün Avrupa dillerine çevrildi. Ülkemizde ilk defa Hüseyin Cahit Yalçın (Türk Mektupları, İstanbul, 1939)’ın çevirisiyle yayınlanan bu mektuplar, daha sonra değişik yazarlar tarafından çevirilerek basıldılar. Bu mek tuplar okunduğunda Busbecq’in ne derece dikkatli bir gözlemci olduğu ortaya çıkar. Bunlarda Busbecq, yer yer Türklere karşı menfi tutumunu ortaya koyar, peşin hükümlü davranırsa da, onların çok sayıdaki güzel özelliklerini de dile getirmekten geri duramaz. Bununla birlikte onun, ülkemizde üzerinde pek durulmamış bir eseri daha bulunmaktadır. Latince kaleme alınan 1581’de Anvers’de basılan bu kitabının adı De acie contra Turcam instruenda yani Türklere Karşı Savaş Tasarısı’dır ve yakın geçmişte Zeki Arıkan (Busbecq’in “Türklere Karşı Savaş Tasarısı”, Belleten, c LVII, S. 218 (Ankara Nisan 1993, s. 113-159) tarafından bizlere tanıtılmış bulunmaktadır. Burada Busbecq, Osmanlı İmparatorluğunun yalnız Avusturya için değil, bütün Batı dünyası için amansız bir tehlike olduğunu ifade ederek, adeta bir Haçlı seferi düşüncesinin öncülüğünü yapmaya çalışır. Ona göre Osmanlılar, açlıktan gözleri dönmüş, ancak Avrupalıları parçalamakla, damarlarındaki kanı akıtmak için inlerinden çıkan birer kurttur. Busbecq, Osmanlılara karşı halkını: “Siz Hristiyan’sınız ve Tanrı size, onun yüce adını zaferle taçlandırmak için silaha sarılmanızı buyurmaktadır” cümlesiyle uyarır. Avrupalıların Osmanlılar karşısında silahlı güçlerin geliştirmelerinin gereğini ısrarla vurgulayan Busbecq, eserinin bir yerinde; “Hazır silahı ve ordusu olanların her zaman dostu ve seyrek olarak da düşmanı vardır” der.
Busbecq bu eserinde yurttaşlarını ve dindaşlarını, Türkler karşısında ciddi bir silahlı mücadeleye hazırlanmaları konusunda değişik deliller ileri sürerek yönlendirmeye çalışırken milletimizin bazı güzel özelliklerin de ifade ekmek mecburiyetini hissetmiştir. Bu vesileyle onun şu satırları dikkatimizi çekmektedir:
"Türkler için iyi bir insanın değerli bir taştan farkı yoktur. Onu iyi bir biçimde yetiştirmek için her türlü özeni göstermektedirler.. Bizim düşünce tarzımızla onların düşünce yapısı arasındaki bütün farkı biliniz. Biz tam tersine kandi- mizi sıkıntıya sokmadan yurttaşlarımızın eğitimiyle ilgilenmeden bir köpeği, yırtıcı bir kuşu terbiye etmek, bir atı ehlileştirmek için bütün çabamızı harcıyoruz. Türkler ise insanın diğer bütün hayvanlardan daha üstün olduğunu bizlerden daha iyi algılamış görünüyorlar ve yalnız onu yetiştirmek için uğraşıyorlar".
Busbecq’in mektuplarından alarak burada vermek istediğimiz pasajda, Amasya’da Kanuni’nin meclisinde bulunanlar tanıtılmakta, bu münasebetle Osmanlıların insana verdikleri değer ve “emanetin ehline verilmesine” gösterdikleri özen söz konusu edilmektedir. Bakalım atalarımız ne etmişler, nasıl etmişler, bizim için ne gibi güzel örnekler ortaya koymuşlar?
“Huzurda iken, büyük bir kalabalık dikkatimi çekti. Birçok vilayetin beylerbeyleri Sultana hediyelerle gelmişlerdi. Bunlardan başka, Sultanın bütün maiyeti orada idi. Hassa süvarileri, sipahiler, gurebalar, ulûfeciler... Ayrıca yeniçeriler de vardı. Bu kalabalık mecliste herkes şahsi kaabiliyet, ehliyet ve liyakati sayesinde bulundukları mevkilere getirilmişlerdir. Filancanın neslinden geldiği için hiç kimseye diğerlerinden üstün bir rütbe verilmez. Herkes memuriyet derecesine göre saygı ve itibar görür. Bu sebeple, merasimlerde önde bulunmak, diğerinin yerine göz dikmek gibi kavgalar yoktur. Görev ve memuriyetler herkesin liyâkat, seciye, kabiliyetine göre bizzat Sultan tarafından verilir. Bunu yaparken ne o şahsın zenginliğine, ne nüfuz ve şöhretine, ne rica ve dostluklara aldırış etmez. Böyle- ce her işe, o işin ehli adamlar tayin olunur. Şahsi kaabiliyet sayesinde herkes en yüksek mekilere kadar gelebilme şansına sahiptir. Çobanlıktan gelmiş olsalar dahi, mazideki durumlarından dolayı bir eksiklik duymadıkları gibi, ebeveynlerine ne kadar az borçlu oluyorlarsa bununla o kadar çok iftihar ederler.
Türkler, üstün meziyetlerin kaabiliyetlerin doğuştan geldiğine, bir miras olarak ecdattan intikal ettiğine inanmazlar. Bunun kısmen Allah vergisi, kısmen de sa’y-ü gayretin mükafatı olduğunu kabul ederler. Nasıl ki bir evlat mutlaka babasına benzemezse, güzel sanatlara, hesap ve hendeseye istidat irsi değilse üstün vasıfların, seciyenin de babadan ogula geçmeyip Cenabu Hak tarafından bahşedildigi kanaatindedirler. Bu düşüncelerin neticesi olarak, Türklerde şan ve şöhret, yüksek idari mevkiler liyakat ve maharetin mükafatıdır. Tenbel ve pısırık olanlar, kötü niyetliler için yükselme yolları kapalıdır, bunlar kenarda köşede önemsiz kişiler olarak kalırlar. Türklerin giriştikleri her işte başarı kazanmalarının, üstün bir millet haline gelmelerinin ve gün geçtikçe devletlerinin hudutlarını biraz daha genişletmelerinin sebebi bu olsa gerek.
Bizdeki uygulama ise büsbütün değişiktir. Ehliyet ve liyakatin bizde yeri yoktur. Her yerde her işte asalet, yani mevki ve rütbe verilecek şahsın kimin neslinden geldiği hususu aranır. Bu konuda söyleyecek çok şey var ama şimdilik bu kadar yeter. Bu düşüncelerimi bir sır olarak saklayacağınızı umarım."

(Aysel Kurutluoğlu çevirisi “Türkiyeyi Böyle Gördüm’, İstanbul, s. 63-65)