Makale

HZ. PEYGAMBERİN TEBLİĞ METODU

HZ. PEYGAMBERİN TEBLİĞ METODU

Doç. Dr. Nevzat ÂŞIK
Dokuz Eylül Üniversitesi İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi

Allah, Kur’an-ı Kerim’de İslâm dininin prensiplerini kabul ederek Müslüman olanların, bütün insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı bir ümmet olduklarını belirttikten sonra şöyle buyuruyor:

"İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a inanırsınız..."(1) Bu ayetten açıkça anlaşılmaktadır ki, Allah’a inanmış ve O’nun Rasûlünü peygamber kabul et­miş Müslümanlar, çevresindekilere iyiliği emretmek ve onları kötülükten alıkoy­makla görevlidirler. Ayetteki, “ma­ruf” tan maksat, Allah Teâlâ, Hz. Pey­gamber ve örfün (2) onayladığı; "münker" ise, onaylamadığı sözler ve davra­nışlardır. (3)

En azından bu ayete göre dinin, gerek­li kesimlere ve kişilere tebliği bir farz-ı kifâye olarak kabul edilebilir. Bu dinin en başta gelen tebliğcisi Rasûlüllah’dır. O’nun söz, davranış ve onay­larındaki bütün hedefi bundan başka bir şey değildir. Kur’an-ı Kerim’de sık sık bu­na işaret buyurulur.

Hz. Peygamber de her fırsatta sahabîleri gerek Kur’an ayetlerinin, gerekse ken­di sözlerinin neşri ve tebliği konusuna da­ima teşvik etmiştir.

“Benim sözümü işitip onu ezberleyen ve olduğu gibi nakleden kimsenin, Allah yüzünü ağartsın.” (4)

Yine O (s.a.s.), kendisinden bir hadis bile olsa, tebliğ ve sözlerinin rivayet edilmesini, ancak şahsına isnat edilerek yapılacak yalan hadis uydurulmasını ke­sinlikle yasaklamış ve bu durumda olan­ların cezalarını belirtmiştir. (5)

Abdullah İbn Abbas’ın nakline göre, Ali İbn Ebî Talib’in Rasûlüllah’ın (s.a.s.) şöyle dua ettiğine şahit olduğunu öğreni­yoruz:

“Allah’ım! Benim halifelerime rahmet et. Dedik ki: Ya Rasûlallah! Senin halife­lerin kimlerdir?”

Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Onlar, benden sonra gelen, benim hadis ve sünnetlerimi rivayet eden ve on­ları insanlara öğretenlerdir.” (6)

İnsan ve toplumun dünya-ahiret den­ge ve mutluluğu için dinin tebliği, “el-emru bi’l-ma’ruf ve’n-nehyu ani’l- münker” yani “iyiliği emir, kötülükten men” prensibinin işler halde olması ge­rekli görülmektedir. Ancak hemen söyle­mek gerekir ki insan, önce kendisini dü­zeltmek ve kurtarmak zorundadır. Onun sapıklıktan etkilenmemesi, hidayet ve doğru yol üzerinde olmasına bağlıdır. (7) Müslümanlar, kendi aralarında özel bir dostluk olduğu için birbirlerini daima uyarmalıdırlar. (8) Aksi takdirde toplum­da meydana gelecek fitneden sadece zalimler değil, kendileri de etkilenmiş ola­caklardır. (9)

Burada Hz. Ebû Bekir’in, Mâide sure­sinin yüz beşinci ayeti olan;

“Ey iman edenler! Siz kendinize ba­kın, siz doğru yolu bulunca; sapan kimse size zarar veremez...” ayeti ile ilgili za­manındaki anlayış ve yorumları tenkit etmek için okuduğu hutbeyi zikretmek gerekecektir. Halife Hz. Ebû Bekir şöyle buyuruyor:

“Siz ey insanlar! Bu ayeti (akşam sabah) okuyup duruyorsu­nuz. (Ama yanlış anlıyorsunuz.) Ben Rasûlüllah’ın (s.a.s.), ‘Toplumu oluşturan in­sanların güçleri yettiği halde aralarındaki zulmedenlere engel olmazlarsa, Allah’ın vereceği cezanın derhal hepsine şamil ola­cağını’ buyurduğunu işittim.” (10)

Öyle görülüyor ki bu ayette insanın sadece kendisi ile ilgilenerek, çevresin­dekileri ihmal etmesi, diğer bir ifadeyle nemelazımcılık yoktur. Ayeti bu şekilde anlamak yanlıştır. ‘Doğru yolu bulmak’ kaydında; insanlara iyilik tavsiye et­mek, kötülükten vazgeçirmeye çalış­mak vazifesi de dâhildir. (11) Herkes kendisine, aile fertlerine ve daha geniş çevresine karşı görevlerini yapmak duru­mundadır. Bütün bunlardan sonradır ki başkalarının yoldan sapması, ondan sorul­maz ve ona zarar vermez.

Demek oluyor ki insan kendisini dü­zeltmeye çalışırken başkasını, çevresindekilerle ilgilenirken de kendisini ihmal etmemelidir. (12) Ancak daima kendisin­den başlamalıdır. (13)

İslâm’da yekdiğerine hakkı ve sabrı tavsiye etmek bir esastır. (14) Aksi takdir­de insanın, bu gayret ve usulün ihmalin­den doğacak zarardan şikâyete hakkı ol­maz ve neticede sorumlu da olur.

Hz. Peygamber, bu hususa her fırsat­ta dikkat çekmiştir. İmam Mâlik, “Bazı insanların işle­dikleri günahlar sebebiyle umûmî fe­laketlerin olabileceği bâbı” başlığı al­tında şöyle bir hadis kaydeder: (15)

Rasûlüllah’ın (s.a.s.) eşi Ümmü Sele­me, “Ya Rasûlallah! Aramızda salih-iyi kimseler var iken biz helâk olur mu­yuz?” diye sordu. Hz. Peygamber buna şu cevabı verdi: “Fasıklık, facirlik, fu­huş, ahlâksızlık, zulüm gibi maddî, ma­nevî her türlü ictimâi pislikler çoğaldı­ğı zaman evet, helâk olursunuz.” (16)

Abdullah İbnu’l-Mübarek’in Kitâbu’z-Zühd’ünde daha sonra da aynı senet ve metinle Ahmed İbn Hanbel’ in Müsned’ inde yer alan (17) bir rivayet ise, Allah’ın halk tarafından göz göre göre iş­lenen ve dince tasvip edilmeyen çirkin şeyleri, günahları gördükleri halde ve en­gellemeye güçleri var iken bunlara mani olmadıkları için azabın, toplumun bütün kesimine yayılacağı şeklindedir. (18)

Toplumu meydana getiren insanların özellikle Müslümanların yine toplum hayrına olan iyilik etmek ve her türlü kö­tülüklerden sakınma konusunda, birbirle­rine yardımcı ve dost olma prensibi var­dır. Ancak aynı prensip günah işleme ve taşkınlıklar konusunda geçerli olmadığı gibi aksi takdirde ilâhî sorumluluğu gerektirir. (19)

Hz. Peygamber toplumun sevgi ve saygı temelleri üzerine oturması gerekti­ğini, bunun için de “el-emru bi’l-ma’ruf ve’n-nehyu ani’l-münker” sisteminin çalışmasının lüzumunu belirtir. (20)

Toplum bir vücud gibidir. Kişiler, kurumlar ve kuruluşlar... Hep bu vücu­dun birer organlarıdır. Eğer bu organlar­dan birinde bir hastalık, bir arıza meyda­na gelmişse onun derhal giderilmesi ge­rekir. Aksi takdirde bu hastalığın diğer­lerine sirâyeti kaçınılmazdır. (21)

Toplumda da eğer, onun sağlığını, düzenini tehdid edici “münker” yani Kur’an ve Peygamber’in yasakladığı kö­tülükler varsa; bunları görenin yerine gö­re eliyle, diliyle ortadan kaldırması ge­rekecektir. Bunlara muktedir değilse en azından tasvib etmeyecek, desteklemeye­cek, nefretini, hoşlanmadığını belli ede­cektir. Ancak Resûlüllah (s.a.s.) tarafından bu son şeklin, olgun bir imanın gereği ol­madığı özellikle vurgulanmıştır. (22)

Duada esas olan, Allah Teâlâ’dan bazı şeyleri dille ifade ederek istemek değil, istenilen hususların fiilî hâle gel­mesidir. Diğer bir deyişle duanın lisanî değil, fiilî olmasıdır. Eğer duada isteni­lenlerin daha önceden gerçekleşmesi için bir gayret, bir çalışma yoksa kuru kuruya dilek bir anlam ifade etmez. Ön­ce irade, çalışma, gayret; daha sonra dua ve Allah’a arz gerekir. (23) Rasûlüllah (s.a.s.), Hz. Aişe’nin rivâyet ettiği bir ha­disinde, bu hususdaki dengeye önemle dikkat çekmektedir:

“Dua etmeden önce toplumda iyiliği emir, kötülükten nehiy prensibini yaygın hâle getiriniz. Aksi takdirde dualarınız kabul edilmez.” (24)

Ancak burada önemli olan konu, bu tebliğ metodunun nasıl olacağı hususu­dur. Diğer bir ifadeyle Rasûlüllah’ ın bu­nu nasıl uyguladığını gösteren belgelerin ve metodun tespitidir.

Hz. Peygamber her konuda olduğu gibi bu alanda da gerçekçi ve merkezden çembere doğru genişleyen bir yol izle­miştir. Başarılı bir sonuca götüren bu metodun iki temel özelliği vardır:

a) Yakınlarından Başlama.

b) Taassuba Karşı Olma.

a) Yakınlarından Başlama

Dini öğrenme ve öğretme, yaşama ve yaşatma durumunda olan bir kimsenin, tebliğ etmekte olduğu prensipleri önce­likle kendi hayatına geçirmesi gereklidir. Aksi takdirde o, Kur’an’ın konu ile ilgili âyetlerine muhatab olacaktır. (25) Ayrıca Allah Teâlâ, kendisine davet eden kim­senin, salih ameller işleyen ve kendisinin Müslümanlardan olduğunu bizzat söyle­yen kişi olması gerektiğini ifade buyurur. (26)

Bu konuda yegâne örnek Rasûlüllah’dır. O, etrafındakilere, inanmadığı ve yapmadığı hiçbir şeyi söylemedi; söylediği ve tebliğ ettiği her şeye inandı ve onu işledi. Sahabeyi herhangi bir ko­nuya, işe, emre davet edeceği zaman ön­ce kendisinden (27), sonra da tedricen ya­kınlarından başlardı. (28) O’nun Mekke fethi sırasında hırsızlık yapan bir kadı­nın cezasının affedilmesiyle ilgili olarak aracı tayin edilen Üsâme İbn Zeyd’i ten­kit ettikten sonra, çıkarak ashaba okudu­ğu bir hutbede, kendilerinden önce ge­lip geçmiş toplulukların, ileri gelenler­den olan suçluları affettiklerini; zayıf ve fakir suçluları ise cezalandırdıkları den­gesizliğini söyledikten sonra yemin edip, “Eğer Muhammed’in kızı Fatıma da hır­sızlık etse, ona da had uygulanacak­tır.” (29) şeklindeki ifadesi bunun en gü­zel delilidir. Bunun bir diğer örneği ise faizi kaldırmaya amcası Abbas İbn Abdi’l-Muttalib’den başlamış olmasıdır. ( 30)

Rasûlüllah (s.a.s.) bir peygamber olarak öncelikle kendi yakınlarını uyarmıştır. Müslim Sahîh’inde (31), “Ve enzir aşîrateke’l-akrabîn” bab başlığı altın­da, O’nun bu konudaki tutum ve metodunu belgeleyen bazı hadisleri nak­letmektedir. Bunlardan ilki şöyledir:

“Sen ilkin en yakın hısımlarını ve kabilen fertlerini uyar.” (32) âyeti indi­rildiği zaman Rasûlüllah, Kureyş kabile­sini çağırarak toplanmalarını sağladı. Sözünü bazen genel bazen de özel tuta­rak şöyle seslendi:

“Ey Ka’b İbn Lüeyy Oğulları! Kendi­nizi ateşten kurtarın. Ey Abdü Şems oğul­ları! Ey Abdu Menaf Oğulları! Ey Haşim Oğulları! Ey Abdu’l-Muttalib Oğulları! Kendinizi ateşten kurtarın. Ey Fatma! Kendini ateşten kurtar. Çünkü ben sizden, Allah’dan gelecek hiçbir şeyi önleyemem. Ancak aramızda bir hısımlık vardır. Ben onu sıla-ı rahimlerle devam ettirmeye çalışacağım.” ( 33)

Hz. Âişe’nin bildirdiğine göre de Şuarâ sûresinin yukarıda mealini verdi­ğimiz âyeti inzal edildiğinde, Hz. Peygamber Safa Tepesi’ne çıkarak ve öncelikle kızına seslenerek şöyle buyurur:

“Ey Muhammed kızı Fatıma! Ey Ab­du’l-Muttalib kızı Safiyye! Ey Abdu’l-Muttalib Oğulları! Size Allah katında hiçbir fayda vermeye malik değilim. An­cak malımdan dilediğinizi isteyin.” ( 34)

Hz. Peygamber’in dost veya düşman her­kes tarafından güvenilir, sevilir kabul edilmesinin sebeplerini, kendisiyle ilgili bu temellerde aramak gerekmektedir.

Burada İbn Mâce’nin, “Sizden biri­niz dua ettiği zaman önce kendinden başlasın.” şeklindeki bab başlığına da dikkat çekmiş olalım. (35)

Hz. Peygamber gerek aile ortamı, ge­rekse içinde bulunduğu Arap toplumuna karşı hoşgörüyü hiçbir zaman elden bı­rakmamıştır. Bir insan olarak da ne şah­siyetini, ne de üstlendiği yüce görevini feda edeceği, en azından zedeleyici bir zaaf duygusuna kapılmamaya çalışmış­tır:

1- Sevgili kızı Fatıma’nın, ev işlerin­de yorulduğunu, acaba kendisine bir hiz­metçi vererek yardımda bulunup bulun­mayacağını sorması üzerine, O (s.a.s.) şöyle cevap verir: “Ben henüz açlıktan karınları büzü­len Suffe ehlini doyuracak bir şey bu­lamıyorum.” buyurarak kızının isteğini reddetmiştir. (36)

2- Zekâtı kendisine ve zürriyetinden gelenlere, bunları kabul etme şartları oluşmuş olsa bile haram kılmıştır. (37) Böylece kendi soyundan gelen­ler arasında çıkması muhtemel asalak, başkalarının sırtından geçinebilecek bir toplumun oluşmasını engellemiştir. So­nuç olarak da peygamberlik makamının şeref ve izzetini zedeleyici ve onu muh­temel bir manevi sömürü aracı olarak kullanılmasına izin vermemiştir.

b) Taassuba Karşı Olma

Câhiliye döneminin en önemli özelli­ği kabile taassubudur. Bilindiği üzere taassub bir şeye, bir kimseye veya yanlış bir fikre körü körüne bağlılık, batılda ıs­rar etmek ve bir kimsenin zulüm üzere de olsa kendi kavmine veya kabilesine yardım etmesidir. (38)

Hz. Peygamber’in şu sözü, bunu sanı­rız güzel bir şekilde ifade etmektedir:

“Senin bir şeye veya bir kimseye karşı aşırı sevgi beslemen, o şeyin veya kimsenin kusurlarına karşı seni kör ve sağır eder.” (39) Çünkü bu cahiliye dö­nemi Arapları, kendilerinden olana kar­şı gözü kapalı aşırı bir sevgi beslerken, karşı kabileden olana ise aşırı nefret duyuyorlardı.

Ancak bu taassub kelimesi yirminci asırda, aşağılayıcı mahiyette olmak üzere dinine bağlılık anlamında kullanılmıştır.

Hz. Peygamber Arapların cahiliye döneminden getirdikleri soy-sopla övün­me, siyah beyaz farklılığı gözetme gibi dengesizliklerine şiddetle karşı durmuş­tur. Asabiyeti âdeta din ve kuvvetli bir inanç hâline getirmiş olan Arap ırkının bu taassubunu kırmak ve kurutmak için büyük bir mücadele vermiştir.

Vâsile İbnu’l-Eskâ’nın, “Asabiyet nedir ya Rasûlallah?” sorusuna, “Zu­lüm üzere olan kavmine yardım ede­rek destek olmandır.” (40) buyurmuştur.

Zira Araplar, mensubu bulundukları kabileden olan kimseyi zalim de olsa desteklemek sorumluluğu içinde idi­ler. (41) Yani şu zihniyet ve dengesizlik hâkimdi: “Bizim kabileden olanın hata ve kusurları da fazilet, karşı kabileden olanların faziletleri de rezâlet.”

Daha sonraki dönemlerde de zaman zaman bazı mezhep, fırka ve gruplarda ortaya çıkarak hâkim olan bu ölçü ve zihniyet, aslında cahiliye döneminin bir uzantısı olarak görülmektedir. Daima Kur’an ve Peygamber’in öngördüğü, ‘itidal-denge’ çizgisini tehdit etmiştir. Bu yüzden de İslam toplumu’nun tefrika yaralarını sarmak bir türlü mümkün ola­mamıştır. Aralarında uzlaşma düşüncesi gündeme geldiğinde de her biri karşı ta­raf kabul ettikleri kimseleri, Kur’an ve Sünnet çizgisine değil; kendilerinin üze­rinde bulundukları çizgiye davet etmiş­lerdir.

Hz. Peygamber, sahabe döneminde de zaman zaman bu kabile taassubunu, kendilerinden olan zalime arka çıkma kalıntılarını gördüğü için onlara; “Zalim de mazlum da olsa kardeş­lerine yardım etmek” prensibini kabul ettirmede güçlük çekmiştir.

Bu konudaki tipik örneklerden ikisini olduğu gibi aşağıya almakta fayda gör­mekteyim:

a) Bunlardan birincisini Müslim’in Sahîh’inde, “Bâbu nasrı’l-ehı zâlimen ev mazlûmen” - “zâlim de olsa mazlum da olsa din kardeşe yardım etme bâbı” başlığı altında zikreder:

Câbir İbn Abdillah’ın rivâyetine göre biri Muhacirlerden, diğeri Ensardan olan iki genç dövüşürler. Bunun üzerine Mu­hacirler, “Ey Muhacirler! Yetişin” diye bağırarak Ensar’a karşı yardım isterler. Ensar’dan olan biri de aynı şekilde, “Ey Ensar! Yetişin” diye haykırarak o da Muhacirlere karşı yardım ister. Bu bağı­rışları duyan Rasûlüllah (s.a.s.), “Nedir bu? Cahiliyet dönemi halkının davasını mı hortlatıyorsu­nuz?” buyurur. Derler ki: “Hayır ya Rasûlallah! Ancak şu iki genç dövüştü de biri diğerinin arkasına vurdu.” Bu­nun üzerine Hz. Peygamber, “Öyle ise bir beis yok.” dedikten sonra şöyle buyurur:

“Kişi zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım etsin. Zalim ise onu zulmünden vazgeçirsin veya zulmüne engel olsun. Eğer mazlum ise yardım ederek onu korusun.” (42)

Aynı ravinin naklettiği bir diğer rivâyete göre ise Rasûlullah (s.a.s.), “Nedir bu cahiliyet davası? Bırakın bu âdeti. Çünkü o kötü bir şeydir.” (43) buyurur. Bunu duyan Abdullah ibn Ubeyy şu ta­lihsiz ve acı sözü söyler: “Onlar bunu yaptılar! Allah’a yeminle söylüyorum, eğer Medine’ye dönersek en şerefli ve en kuvvetli olanı, oradan en zelil ve hakîr ola­nı mutlaka çıkaracaktır.” (44)

Bu olayda görüldüğü üzere basit bir hâdise onların damarlarında yatan ve Müslüman olmalarına rağmen içlerinden bir türlü söküp atamadıkları bu cahiliyyet taassubu, kin ve intikam duyguları, birbirlerine girmelerine sebep olacaktı. Münafık Abdullah İbn Ubeyy de bu fır­satı değerlendirmekten geri durmadı. Ancak her zaman olduğu gibi Hz. Peygamber’in (s.a.s.) mutedil tutumu buna izin vermedi.

Allah Teâlâ da Kur’an-ı Kerim’de, bu çirkin taassubu hortlatma olayını ve bu olayda söylenen sözleri şiddetle kına­mıştır:

“Onlar; ‘Allah’ın elçisinin yanında bulunanlar için hiçbir şey harcamayın ki, dağılıp gitsinler’ diyenlerdir. Oysa gökle­rin ve yerlerin hâzineleri Allah’ındır. Fa­kat münafıklar bunu anlamazlar. Onlar, “Andolsun, eğer Medine’ye dönersek en iistün olan, en alçak olanı oradan mutla­ka çıkaracaktır” diyorlardı. Hâlbuki üs­tünlük ancak Allah’ın ve Peygamber’in ve mii’minlerindir. Fakat münafıklar bu­nu bilmezler.” (45)

Yukarıya aldığımız, Câbir İbn Abdillah Hadisi’nin son kısmından öğrendiği­mize göre, Hz. Ömer, Abdullah İbn Ubeyy’i kastederek, “Şu münafığın boynunu vurmama izin ver.” demiş, ancak Rasûlüllah’ın yine hoş görülü şah­siyeti, bu olay esnasında da bir fitnenin çıkma ihtimalini ortadan kaldırmıştır. (46)

b) Kabile taassubu konusunda aşağı­ya alacağımız ikinci örnek de bu kör ta­assubun insanı; iman, hakka bağlılık, sağlıklı düşünme ve karar verme yetene­ğinden ne kadar yoksun bıraktığının bo­yutunu göstermesi bakımından fevkalâ­de önemlidir. Çünkü olaydaki konuşma Mescid-i Nebevî’de, Rasûlüllah’ın hu­zurunda ve sahabenin iki büyüğü arasın­da cereyan eder: “İfk Hadisesi” diye bi­linen Hz. Aişe’ye iftira olayı, Hz. Peygamber’i ve Müslümanları fazlasıyla üz­müştür. Günler geçmektedir, konuyla il­gili herhangi bir ilâhî mesaj da yoktur. Çaresiz kalan Rasûlullah, Mescidi’ndeki minbere çıkarak bu olayın baş tezgâhlayıcısı Abdullah İbn Ubeyy İbn Selül hakkında söz söylemesinin mazur görül­mesini rica eder. Bu olayda adı geçen Safvan İbnu’l-Muattal hakkında hayır­dan başka bir şey bilmediğini, binaena­leyh bu iftiracı konusunda kendisine yar­dım edilmesini ister. Bunun üzerine En- sar’ın Evs Kabilesi’nden, Sa’d İbn Muaz ayağa kalkarak Rasûlüllah’a emri doğ­rultusunda yardım edebileceğini söyler.

Bu defa Hazrec Kabilesi’nin büyüğü Sa’d İbn Ubâde ayağa kalkarak ‘kabile taassubunun verdiği cesaretle’ (47) ağır sözler söyler. (48) Bu sefer Sa’d İbn Muâz’ın yeğeni Üseyd İbn Hudayr aya­ğa kalkar ve Sa’d İbn Ubade’ye ağır ko­nuşur. (49) Orada bulunan Evs ve Hazrec kabilelerine mensup sahabîler ayaklanır­lar. Hatta birbirlerine vurmaya kalkmış­lardır. Rasûlüllah (s.a.s.), bu olay karşı­sında minberde donakalır. Daha sonra inerek onları yatıştırmak için yumuşak sözler söyler ve sükûneti sağlar. (50)

Rasûlüllah (s.a.s.) birgün de onlara şöyle hitabeder: “Sakın ola ki benden sonra gelen ümmetim bana, namaz, oruç, hac gibi ibadetleri ve güzel ahlâkı ile gelirken, siz soyunuzla sopunuzla övünerek gelmeyin.” Sonra şu evrensel ölçüyü koyar: “Amelinin geri bıraktığı kimseyi, soyu sopu ileri götü­remez.” (51)

Peygamber Efendimiz, Kur’an’ın işaret buyurduğu Allah katında ancak takvaya dayanan bir üstünlüğün (52) olabileceğini daima sa­vunmuştur.

c) Yine annesi zenci ol­duğu için müezzin Bilâl’e, “Ey siyah kadının oğlu!” diyen Ebû Zerr’e hitaben Allah Rasûlü’nün şu sözü çok önemlidir:

“Sen, Bilâl’i annesinin rengi sebe­biyle ayıpladın öyle mi? Şüphesiz sen içinde hâlâ cahiliye döneminin taassub ve kabalığını taşıyan bir kimsesin.” (53) diye şiddetle tenkit ettiğini görüyoruz.

Yine kendisine ait bir rivâyetteki iti­rafına göre Rasûlüllah, Ebû Zerr’i şu söz­leri ile îkaz buyurmuştur:

“Bak Ebû Zerr, şüphesiz ki sen hiçbir kırmızı ve siyah renkli insan­dan daha hayırlı ve üstün değilsin. Se­nin bir başkasına üstünlüğün ancak sahip olacağın takva ile olmalıdır.”

Sonuç olarak Hz. Peygamber tebliğ etmekle görevli bulunduğu Kur’an’ın emir ve prensiplerini önce kendi nefsinde, ai­le fertleri, hısımları ve mensubu bulun­duğu kabile üzerinde, hoşgörü ve sabır­la uyguladı. Merkezden çembere doğru adım adım, dikkatle, teennî ve itidalle yürüttüğü bir tebliğ metodu izledi.

Bugün de dini tebliğ etme durumun­da olanlar, bu peygamber metodunu ori­jinal kaynaklara dayanarak tesbit etmek ve içinde bulundukları çevre şartlarını da göz önünde bulundurarak büyük bir hoş­görü ile uygulamak durumundadırlar. Aksi takdirde istenilen başarıya ulaşıl­ması mümkün olmayacaktır.

(1) Âl-i İmrân (3), 100.

(2) Örf kavramı ve delil olma yönünden hukukî değeri için bkz. Mehmet Şener, İslâm Huku­kunda Örf, İzmir 1987, s. 94 vd. s. 118 vd.

(3) Maruf ve münker hakkında geniş bilgi için bkz. Ömer Dumlu, Kur’an-ı Kerim’de Ma’rûf ve Münker “İyiliği Emredip, Kötü­lüğe Mani Olmak”, Ravza Yayınları, İstan­bul 1994; Avni İlhan, el-Emru bi’l-Ma’rûf ve’n-Nehyu ani’l-Münker (Mezhepler Tari­hi Açısından Bir Bakış), DEÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, İzmir 1986, Sayı: III, s. 89-­120.

(4) Rasûlüllah’ın kendi sözlerinin neşir ve tebliğini emir ve tavsiye buyuran bu hadisin çeşitli rivayetleri için bkz. Ebû İsa Muhammed et-Tirmizî, Sünen, thk. Ahmed Muhammed Şakir, Kahire 1356/1937, V, 34 nr. 2650, 2656, 2657, 2658; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, el-Mektebetü’l-İslâmî, Beyrut 1405/1985, III. 225; IV, 80, 82.

(5) Bkz. el-Hatîbu’l-Bağdâdî, Şerefu Eshâbi’l-Hadîs, thk. ve nşr. Mehmed Saîd Hatiboğlu, Ankara Üni­versitesi Basımevi, Ankara 1972, s. 13-14.

(6) el-Hatîbu’l-Bağdâdî, a.g.e. s. 31.

(7) Mâide (5), 105.

(8) Tevbe (9), 71.

(9) Enfal (8), 25.

(10)Tirmizî, Sünen, Fiten 8 (IV, 467) nr. 2168; Ebû Dâvûd, Süleyman İbn el-Eş’as es-Sicistânî el-Ezdî, Sünen, İ’dâd ve Ta’lîk: İzzet Ubeydu’d-Deâs, Dâru’l-Hadis, Hıms 1389/1969, I. tb. 31 Melâhim 17 (IV. 509-510) nr. 4338; Krş. İbn Hanbel, Müsned, IV, 192; Mâlik İbn Enes, Muvatta’, thk. Muham­med Fuâd Abdulbâkî, Kahire 1370/1951, 56 Kelâm 9 Bâbu mâcâe fî azâbi’l-âmmeti bi ameli’l-hâssati, (II, 991 nr. 22-23); el-Buhârî, Ebû Abdillah Muham­med İbn İsmail, Sahih, el-Matbaatü’l-Âmira, 1315’den ofset, el-Mektebetü’l-İslâmî, İstanbul 1979, 60 Enbiya 7; Müslim, Ebu’l-Huseyn İbnu’l- Haccâc, Sahîh, thk. ve nşr. Muhammed Fuâd Abdulbâkî, Dâru İhyâi’l-Kütübi’l-Arabiyye, Mısır 1374­-5/1955-6, 52 Fiten 1; İbn Mâce, Ebû Abdillah Mu­hammed İbn Yezîd el-Kazvînî, Sünen, thk. ve nşr. Muhammed Fuâd Abdulbâkî, Dâru İhyâi’l-Arabiyye, Mısır 1372/1952, 36 Fiten 20, (Kütübi’l II, I327 nr. 4004); İbn Mâce, ayrıca yukarıda konu edi­len Mâide (5), 105 ayetini bab başlığı yapar: II, 1330 “Bâbu Kavlihî Teâlâ; Yâ eyyuhel-lezine âmenû aleyküm enfuseküm.” krş. Ebû Bekir. Ahmed İbn Ali İbn Saîd el-Emevî el- Mervezî, Müsnedu Ebî Bekir es-Sıddîk, thk: Şuaybel-Arnâûd, Dimeşk 1393 (2. bs.), s. 128-130. (dn. da Taberî’nin açıklaması, s. 129.)

(11) Hasan Basri Çantay, Kur’an-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, Ahmet Said Matbaası, 1959, I, 178, dn. 73.

(12) Bakara (2), 44; bu ayette şöyle buyurulmaktadır: “Ey bilginler! Sizler Kitabı (Tevrat’ı) okuyup gerçekleri bildiğiniz hâlde, insanlara iyiliği emrediyor, kendinizi unutuyor musu­nuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?”

(13) Ebû Davud, Sünen, IV, 286 nr. 3984; İbn Mâce, Sünen, II, 1266 nr. 3852; İbn Hanbel, Müsned, V, 121, 122.

(14) Asr (100), 3.

(15) Mâlik İbn Enes, el-Muvatta’, 56 Kelâm 9, Bâbu mâcâe fî azâbi’l-âmmeti biameli’l- hâssati (II, 991 nr. 22-23); Bu rivayet Ümmü Seleme’ ye ait görünüyor ise de İbn Abdi’1- Berr’in de ifade ettiği gibi bu zayıf görülmek­tedir. (bkz. a.y.) Doğrusu Müslim’in rivaye­tinde olduğu gibi soruyu soran Zeyneb Bint Çahş’tır. Müslim, IV, 2207 nr. 2880.

(16) Sofuoğlu, Mehmed, Sahîh-i Müslim ve Tercemesi, İstanbul İrfan Yay. 1988, VIII, 408; Müslim, Sahîh, IV, 2207 dn. 2.

(17) Ahmed İbn Hanbel, Müsned, IV, 192; Ayrı­ca bkz. el-Beğavî, Şerhu’s-Sünne, XIV, 346 nr. 4155; Mesâbîhu’s-Sünne, III, 407-414, Bâbu’1-emri bi’l-Ma’rûf.

(18) Abdullah İbnu’l-Mübarek el-Mervezî, Kitâbu’z-Zühd, thk ve nşr. Habîbu’r-Rahmân el-Azamî, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, tsz. S. 476 nr. 1252.

(19) Mâide (5), 2.

(20) Ahmed İbn Hanbel, Müsned, I, 257; Tirmizî, Sünen, 1, 15 (IV, 322) nr. 1921.

(21) Bkz. Buharî, 78, Edeb, 27 (VII, 77-78); Müslim, 45, Birr 17 (IV, 1999-2000 nr. 2586 / 66); İbn Hanbel, Müsned, IV, 268.

(22) Müslim, Sahîh, 1, İman, 20 (I, 107, nr. 78).

(23) Dua hakkında geniş bilgi için bkz. Selâhattin Parladır, “İslâm’da Dua”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1994, IX, 530-535.

(24) İbn Mâce, Sünen, 36, Fiten 20 (II, 1327 nr. 4004) krş. Ahmed İbn Hanbel, Müsned, IV, 159.

(25) Bakara (2),44; Sâff (61), 2-3.

(26) Fussilet (41), 33.

(27) Ebû Davud, Sünen, IV, 286 nr. 3984.

(28) Bkz. Şuarâ (26), 214.

(29) Müslim, Sahîh, 29, Hudûd, 2 (III, 1315).

(30) Müslim, Sahîh, 15, Hacc, 19 (11, 889).

(31) Müslim, Sahîh, 1, İman, 89 (I, 192 nr. 348 / 204).

(32) Şuarâ (26), 2l4.

(33) Müslim, Sahîh, 1, İman, 89, Bâbun fî kavlihî Teâlâ: “Ve enzir aşîrateke’l-ekrabîn” (I, 192) nr. 348 / 204.

(34) Müslim, Sahîh, a.y. nr. 350 / 205.

(35) İbn Mâce, Sünen, 34, Dua 6, Bâbu izâ de’â ehadüküm fe’l-yebde’ binefsihî, (II, 1266). Krş. Ebû Davud, Sünen, IV, 286 nr. 3984; İbn Hanbel, Müsned, V, 121, 122.

(36) İbn Sa’d, Muhammed, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, Dâru Sâdır, 1380/1960, VIII, 25; krş. İbn Hanbel, Müsned, 1, 79.

(37) “Lâtehıllu’s-sadakatu li âli Muhammedin, innemâ hiye evsâhu’n-nâs=Zekât ve sadaka almak Muhammed ve Ehl-i Beyt’ine helâl de­ğildir. Çünkü sadakalar insanların kirleridir.” Mâlik İbn Enes, Muvatta’, II, 1000; krş. Et-Tahâvî, Ebû Ca’fer Ahmed İbn Muhammed İbn Selâme İbn Abdi’l-Melik İbn Seleme, Şerhu Meâni’l-Asâr, thk. Muhammed Seyyid Câdu’l-Hakk, Matbaatu’l-Envâri’l-Muhammediyye, Kahire 1387/1968. II, 12; II, 3­52; el-Beğavî, Şehu’s-Sünne, VI, 99-101; Zekâtın kimlere verileceğini gösteren âyette de Hz. Peygamber ve Ehl-i Beyt zikredilmemiştir. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Zeynüddîn Ahmed İbn Ahmed ez-Zebîdî, Müter­cim ve Şarihi: Kâmil Miras, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, DİBY, TTKB, Ankara 1974, V, 294-­296. Ancak Hz. Peygamber ve ailesinin hedi­ye kabul etmesinde herhangi bir sakınca yok­tur. El-Beğavî, a.g.e. VI, 104-109.

(38) İbnu’l-Esîr, Izzu’d-Dîn Ebu’l-Hasen, en-Nihâye fî Garîbi’l-Hadîs, thk. Tahir Ahmed ez-Zavî-Mahmud Muhammed et-Tanâhî, Ka­hire 1383 / 1963, 111, 343-346.

(39) Ebû Davud, Sünen, 35, Edeb, 125 (V, 347 nr. 5130); İbn Hanbel, Müsned, V, 194; VI, 450; el-Beğavî, Ebû Muhammed el-Huseyn ibn Mes’ûd el-Ferra’, Mesâbîhu’s-Sünne, thk. Yûsuf Abdu’r-Rahmân el-Mer’aşlî, Muham­med Selîm İbrâhîm, Cemâl Hamdî ez-Zehe- bî, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut 1407/1987, III, 345 nr. 3816. Hadisin değeri hakkında bkz. el-Beğavî, a.g.e. III, 345-346 dn. 2.

(40) Ebû Davud, Sünen, 35, Edeb, 121 Bâbun fi’l-asabiyye (V, 341 nr. 5119); krş. İbn Mâce, Sünen, 36, Fiten, 7, Bâbu’l-asabiyye, (II, 1302. nr. 3949); İbn Hanbel, Müsned, IV, 107, 160; Concordance, IV, 236.

(41) Şu beyit bu zihniyeti güzel bir şekilde dile getirir:

“Ben kavmin zalimi olan kardeşime yardım etmezsem, kardeşim de bana zulüm olunduğu zaman yardım etmez.” Bedruddîn Ebû Mııhammed Mahmııd İbn Ahmed el-Aynî, “Umdetü’l-Kârî Şerhu Sahîhi’l-Buharî”, Dâru’l-Fikr, Beyrut trs. XII, 290. Krş. Sahîh-i Buharî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, VII, 364.

(42) Müslim, Sahîh, 45, el-Birru ve’s-sılatu ve’l-âdâbi, 16 Bâbu nasri’l-ehi zâlimen ev mazlûmen. (IV, 1998 nr. 2584).

(43) “... Mâ bâlu da’va’l-câhiliyyeti, de’ûhâ fe innehâ müntinetün”

(44) Müslim, Sahih, (IV, 1999); İbn Hanbel, Müsned, III, 393.

(45) Münâfikûn (63), 7-8.

(46) Müslim, Sahîh, a.y.

(47) Kâlet Âişetu: “Fekâme Sa’du’bnu Ubâdete ve huve Seyyidü’l-Hazreci ve kâne raculen sâlihan velâkinictehelethu’l-hamiyyetu.”

(48) “Kezebte leamrullahi! Lâ taktuluhû velâ tak­diru alâ katlihî.”

(49) “Kezebte leamrullahi! Lenaktulennehû, feinnekemünâfikun tücâdilü ani’l-münâfikîn.”

(50) Müslim, Sahîh, 49, Sahih 10 Hadîsu’l-İfk. (IV, 2133-2134); İfk olayının tamamı için bkz. a.g.e. IV, 2129-2138.

(51) “Ve men bettae bihî amelühû lemyüsri bihî nesebuhû.” Ebû Davud, Sünen, 19, İlm, I (IV, 59): İbn Mâce, Sünen, Mukaddime 17 (1, 82); ed-Darimî, Ebû Muhammed Abdullah İbn Abdi’r-Rahman, Sünen, Dâru İhyâi Sünneti’n-Nebeviyye, Beyrut tsz. Mukaddime, 32 (1, 99); İbn Hanbel, Müsned, II, 252, 407.

(52) Bkz. Hucurât (49), 13.

(53) “İnneke’mruün fîke câhiliyyetün.” Buharî, Sahîh, 2, İman 22 (1, 14); Müslim, Sahîh, 27, Eyman 10, (III, 1282-1283 nr. 1661); İbn Hanbel, Müsned, V, 161. Cehalet kelimesi­nin, ilim karşılığının dışındaki birtakım ma­naları için bkz. Müctebâ Uğur, Ansiklopedik Hadis Terimleri Sözlüğü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1992, s. 43.

KAYNAKLAR

Abdullah İbnu’l-Mübarek el-Mervezî, Kitabu’z-Zuhd, thk ve nşr. Habîbu’r-Rahmân el Azamî, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, tsz.

Ahmed İbn Hanbel, Müsned, el-Mektebetü’l-İslâmî, Beyrut 1405/1985.

El-Aynî, Bedruddîn Ebû Muhammed Mahmud İbn Ahmed, Umdetü’l-Kârî Şerhu Sahîhi’l-Buharî, Dâru’l-Fikr, Beyrut trs.

El-Beğavî, Ebû Muhammed el-Huseyn ibn Mes’ûd el-Ferra’, Mesâbîhu’s-Sünne, thk. Yûsuf Abdu’r-Rahmân el-Mer’aşlî, Muhammed Selîm İbrahim, Cemâl Hamdî ez-Zehebî, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut 1407/1987.

El-Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed İbn İsmail, el-Câmi’u’s-Sahîh, el-Matbaatü’l-Âmira, 1315’den ofset, el-Mektebetü’l-İslâmî, İstanbul 1979.

Çantay, Hasan Basri, Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, Ahmet Sait Matbaası, 1959.

Ed-Dârimî, Ebû Muhammed Abdullah İbn Abdi’r-Rahman, Sünen, Dâru İhyâi Sünneti’n-Nebeviyye, Beyrut tsz.

Dumlu, Ömer, Kur’ân-ı Kerim’de Ma’rûf ve Münker, “İyiliği Emredip Kötülüğe Mani Olmak”, Ravza Yayınları, İstanbul 1994.

Ebû Dâvûd, Süleyman İbn el-Eş’as es-Sicistânî el-Ezdî, Sünen, i’dâd ve ta’lîk: ‘İzzet Ubeydu’d- De’âs, Dâru’l-Hadîs, Hıms 1389/1969, l. tb.

El-Hatîbu’l-Bağdâdî, Şerefu Eshâbi’l-Hadîs, thk. ve nşr. Mehmed Saîd Hatiboğlu, Ankara Üniver­sitesi Basımevi, Ankara 1972.

İbn Sa’d, Muhammed, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, Dâru Sâdır. 1380/1960.

İbn Mâce, Ebû Abdillah Muhammed ibn Yezîd el-Kazvînî, Sânen, thk. ve nşr. Muhammed Fuâd Abdulbâkî, Dâru İhyâi’l-Kütübi’l-Arabiyye, Mısır 1372/1952.

İbnu’l-Esîr, İzzu’d-Dîn Ebu’l-Hasen, en-Nihâye fî Garîbi’l-Hadîs, thk. Tahir Ahmed ez-Zavî- Mahmud Muhammed et-Tanâhî, Kahire 1383/1963.

İlhan, Avni, el-Emru bi’l-Ma’rûf ve’n-Nehyu anî’l-Münker (Mezhepler Tarihi Açısından Bir Ba­kış), D.E.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, İzmir 1986, Sayı: 111, s. 89-120.

Mâlik İbn Enes, Muvatta’, thk. Muhammed Fuâd Abdulbâkî, Kahire 1370/1951.

El-Mervezî, Ebû Bekr Ahmed İbn Ali İbn Saîd el-Emevî, Müsnedu Ebîbekr es-Sıddîk, thk: Şuayb el-Arnâûd, Dimeşk 1393 (2. bs).

Müslim, Ebu’l-Huseyn İbnu’l-Haccâc, Sahîhu Müslim, thk. ve nşr. Muhammed Fuâd Abdulbâkî, Dâru İhyâi’1-Kütübi’l-Arabiyye, Mısır 1374-5/1955-6.

Parladır, Selâhattin, “İslâm’da Dua”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1994, IX, 530-535.

Sofuoğlu, Mehmed, Sahîh-i Müslim ve Tercemesi, İstanbul İrfan Yay. 1988.

Şener, Mehmet, İslâm Hukukunda Örf, İzmir 1987.

Et-Tahâvî, Ebû Ca’fer Ahmed İbn Muhammed İbn Selâme İbn Abdi’l-Melik İbn Seleme, Şerhu Me’hani’l-Asâr, thk. Muhammed Seyyid Câdu’l-Hakk, Matbaatu’l-Envâri’l- Muhammediyye, Kahire 1387/1968.

Et-Tirmizî, Ebû İsâ Muhammed, Sünen, thk. Ahmed Muhammed Şakir, Kahire 1356/1937.

Uğur, Müctebâ, Ansiklopedik Hadis Terimleri Sözlüğü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1992.

Wensınck, A. J. et J. P. Mensıng, el-Mu’cemu’l-Müfehres li Elfâzı’l-Hadîsi’n-Nebevî

(I-VIII), Leıden. E. J. Brıll, 1936-1969.

Ez-Zebîdî, Zeynüddîn Ahmed İbn Ahmed, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Mütercim ve Şarihi: Kâmil Miras, DİBY, TTKB, Ankara 1974.