Makale

DİN İŞLERİ YÜKSEK KURULU’ NUN DEĞERLENDİRMESİ

2.8.1996 TARİHİNDE KANAL 6 TELEVİZYONU
"CEVİZ KABUĞU" PROGRAMINDA EDİP YÜKSEL
İLE YAPILAN MÜLAKATLA İLGİLİ
DİN İŞLERİ YÜKSEK KURULU’ NUN DEĞERLENDİRMESİ

I- MUHTEVA

“19 Mucizesi” adıyla gündeme getirilen tartışma, Hz. Peygamberin Kur’an karşısındaki konumu, Sünnetin teşriî değeri ve tevhid kavramı etrafında program yapımcısı Hulki Cevizoğlu’ nun Edip Yüksel’ e yönelttiği sorular, bunlara verilen cevaplar ve programa telefonla katılan Prof. Dr. Suat Yıldırım, Prof. Dr. Mevlüt Güngör, yazar Emine Şenlikoğlu’ nun değerlendirmeleri.

II- BELLİ BAŞLI İDDİALAR VE BUNLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ

Edip Yüksel’in yanlışlarla ve mesnetsiz iddialarla dolu mülâkatının başlıca şu iki temel iddiaya dayandığı görülmektedir:

1- “19 Mucizesi” adıyla sunulan matematiğe dayalı sistem.

2- Sünnetin teşriî değeri olmadığı tezi.

1. “19 MUCİZESİ” ADIYLA SUNULAN MATEMATİĞE DAYALI SİSTEM

Edip Yüksel, Kur’an-ı Kerim’in matematiğe dayanan bir formülünün olduğunu ileri sürmektedir. Buna göre Kur’an sûrelerinin, ayetlerinin, harflerinin sayıları, on dokuza veya on dokuzun katlarına tekabül eden mucizevî bir sisteme dayanmaktadır. Ona göre bu durum, Kur’an’ın bir mucizesidir ve ilmî bilgi ifade eder. Öyle ki Kur’an’ın matematiğe dayalı bu mucizesi, onun harfi harfine, kelimesi kelimesine matematiğe dayalı bir sistem üzerine kurulduğunu gösterir ve hatta yapılan imla hataları bu yolla tashih edilebilir. İşte Yüksel bu görüşten hareketle “bu formüle uymuyor” diye 9. Tevbe sûresinin son iki ayetinin -hâşâ- Kur’an’dan olmadığını iddia etmektedir. Zira, (...) kelimesi, Kur’an’da Tevbe 128. âyette geçen ile birlikte 115 kere yer almıştır. Bu, 19’un katı olan 114’den bir fazla olmaktadır.

Aynı şekilde Kur’an-ı Kerim’de Allah lafzı, Tevbe 129. ayette geçen ile birlikte 2699 adettir. Oysa bu durumda lafzatullah 19’un katı olan 2698’den bir fazla olmaktadır. Kur’an’daki tüm ayetlerin sayısı ise 6348’ dir. Yine bu da 19’un katı olan 6346’ dan iki fazladır. “Rahim” ve “Allah” lâfızlarının birer sefer geçtiği Tevbe sûresinin son iki ayeti çıkarılınca, Kur’an’daki hem “Rahim” kelimesi hem “Allah” lafzı, hem de ayetlerin sayısı 19’un katı olmaktadır. Görüldüğü üzere bu iki ayet, Kur’an’ın matematiğe dayalı sistemini bozmaktadır. Şu halde bu iki âyet -hâşâ- Kur’an’dan değildir.

Açıkça, görüldüğü gibi Edip Yüksel, “19 formülü”ne uymadığı gerekçesi ile Kur’an’dan iki ayeti inkar etme durumuna düşmektedir. Halbuki, bilindiği gibi, 74. Müddessir Sûresinin 30. ayetinde geçen “19” sayısı ile ilgili olarak ilk defa Reşat Halife tarafından ortaya atılan ve bilahare üzerinde uzun tartışmalar yapılarak birtakım zorlamalarla ve duruma göre değişen yöntemlerle oluşturulduğu belirlenen “19 formülü”nün genel-geçer bir kural olmadığı ve ilmi bir nitelik taşımadığı ispatlanmıştır. (1) Meselâ Edip Yüksel, yukarıda gördüğümüz gibi ayetlerin sayısını 6348 olarak belirleyip, 19’un katına uymuyor diye Tevbe sûresinin son iki ayetini çıkararak, on dokuzun katı olan 6346 rakamına ulaşmaktadır. Oysa, bilindiği gibi besmelenin her sûrenin başında bir ayet kabul edilip edilmemesi, “hurûf-i mukattaa” nın müstakil birer ayet sayılıp sayılmaması, Kur’an’daki bazı uzunca cümlelerin bir, iki, ya da üç ayet sayılması... gibi sebeplerle, ayetlerin sayısı konusunda çeşitli görüşler vardır. Mesela kıraat imamlarından Nafi’e göre, bu rakam 6217, Şeybe’ye göre 6214, Kûfelilere göre 6236, Mısırlılara göre 6226, İbn-i Abbâs’ tan nakledilen bir rivayete göre de 6616’dır. Görüldüğü gibi Edip Yüksel Kûfelilerin görüşü olan 6236 rakamına -Fatiha sûresinin dışındaki sûrelerin başında bulunan 112 besmeleyi de ekleyerek, zikrettiği 6348 rakamına ulaşmaktadır. (Fatiha sûresinin başındaki besmele 6236 rakamında ayet sayısına zaten dahil edilmiş olduğu ve Berae sûresinin başında da besmele bulunmadığı için 6236 rakamına 112 besmelenin sayısı ayet adedi olarak ilave edilmiştir: 6236+112=6348.) Fakat Yüksel niçin ayetlerin sayısı konusunda Kûfelilerin görüşünü almıştır da, başka herhangi bir görüşün rakamını almamıştır? Böylesine önemli bir iddiaya sadece kişisel bir tercih dayanak yapılabilir mi?

Yine Yüksel, “19 Formülü” konusunda “19 Mucizesi ile ilgili olarak Hz. Muhammed bir ipucu vermiş mi?” şeklindeki bir soruya: “Evet, vermiştir. Kendisinden mucize istendiğinde, Peygamberimiz, ‘De ki gayb ancak Allah’ındır. Bekleyin, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim’ (Yunus 10/20) ayetini okumuştur. Demek ki 19 mucizesini Hz. Peygamber de bekliyordu.” karşılığını veriyor. Oysa mucizelerin temel özelliği, Peygamberlik davasında bulunan bir kimsenin doğru söylediğini ispat etme araçlarından biri oluşlarıdır. Yani Kur’an’ın, “19 formülü” gibi bir özelliği var ise ve bu bir mucize vasfı taşıyorsa bunu öncelikle Hz. Peygamber’ in ve çevresindekilerin görmesi gerekirdi. Mucizelerin bir başka özelliği, son derece açık olmaları, araştırma ve incelemeye gerek bırakmamaları ve muhatabı daha ilk karşılaşmada etkilemeleridir. Meselâ Kur’an’ın yüksek edebi özelliği, o devrin büyük edipleri de dahil, inkarcıları hemen etkisi altına almış ve onlara “bu bir insan sözü olamaz” dedirtmişti. Eğer “19 formülü” diye bir gerçeklik varsa ve bu bir mucize özelliği taşıyorsa bu; ortaya çıkarılmak için on dört asır beklemeden, Hz. Peygamber’ e en çok gerekli olduğu bir zamanda, onun sağlığında, İslâm’ ı tebliğ döneminde bilinmeli ve kendisinden beklenen temel görevi icra etmeliydi.

Hz. Peygamber’ in, “19 formülü” ile ilgili olarak bir işarette bulunmuş olduğu konusunda, Edip Yüksel tarafından delil olarak ileri sürülen ayetin ise konu ile hiç bir ilgisi yoktur. İleri sürdüğü pek çok görüş ile ilgili olarak İslâm alimlerini âyetleri bağlamlarından koparmakla itham eden Yüksel, burada başkaları için eleştiri konusu yaptığı bu yola başvurmaktan kendini kurtaramamıştır. Zira sözünü ettiğimiz Yunus 10/20 ayetinde:

“Ona (Muhammed’e) ’Rabbinden bir âyet (azap cinsinden bir mucize) gelseydi ya.’ diyorlar. De ki: gayb (bilgisi) ancak Allah’ındır. Bekleyin (bakalım) ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim ” buyrulmaktadır.

Bilindiği üzere bu ayette yer alan (...) “âyet” kelimesi Arap dilinde açık alamet, işaret, nişâne anlamlarına gelmektedir. Ancak yine bilinen bir gerçektir ki, Kur’an “salat” kelimesinde olduğu gibi pek çok kelimeye, kendi üslubu içinde özel anlamlar yükler ve onları terimleştirir. Ayet kelimesi de bunlardan biridir. Nitekim Kur’an’da bu kelime sözlük anlamında kullanıldığı gibi (Al-i İmran, 3/41, Bakara 2/248) “Mucize” anlamında da kullanılmıştır. İşte söz konusu Yunus 10/20 ayetindeki “ayet” kelimesi bu anlamdadır. Kur’an’ı inkâr eden ve putları Allah ile aralarında vasıta edinen müşrikler Hz. Peygamber’ den eğer Kur’an’ın Allah kelamı olduğu iddiasında doğru ise, Allah’ tan (azap türünden) bir mucize getirmesini istemişlerdir. Nitekim Enfâl sûresinin 32. ayetinde de: “Ya Allah! Eğer bu Kur’an senin katından gelmiş bir hak ise, başımıza gökten taş yağdır." dedikleri ifade edilmektedir. Kısaca Edip Yüksel’in Yunus 10/20 ayetinin, 19 formülüne Hz. Peygamber tarafından yapılan bir işaretin delili olduğu şeklindeki iddiası tamamen mesnetsiz ve tutarsızdır.

Yüksel, Kur’anda var olduğunu iddia ettiği ve “19” rakamı üzerinde geliştirdiği “matematiğe dayanan formül” üzerinde gerçekleştirdiği bir zihin saptırmasıyla “ebced hesabı” olarak bilinen usulü de “matematiğe dayalı formül” kapsamına sokarak, bu yolla kıyametin kopma zamanını hesapladığını iddia etmektedir. Yüksel şöyle diyor:

“ (...) ‘Sana yedi çift ve bir de Kur’an’ı verdik’, diyor ayet-i kerime. Buradaki “yedi çift” nedir? Yedi kere iki, on dört ve on dört huruf-u mukatta’a var. Bu hurufu mukatta’a’nın ebced hesabıyla matematiksel değerini topladığımız zaman 1710 oluyor. Bunun miladi karşılığı ise 2280 yılı oluyor. Sonunda ‘Allah doğrusunu bilir’ derim, tabi...”

Her şeyden önce Edip Yüksel ayetteki “tekrarlanan yedi şey” (Yedi ayet, Fatiha sûresi) anlamına gelen (...) ibaresini (2) mesnetsiz olarak “yedi çift” i de, “hurûf-u mukattaa’nın cins sayısı olan “14” ile özdeşleştirmekte, böylece kendince bir kehanet (!) denemesinde bulunmaktadır.

Yüksel, ayeti yanlış tercüme etmekten başka, bu ayetin değerlendirilmesi konusunda açık bir çelişki sergilemektedir. Zira o, televizyon mülakatında İslâm ulemasının Kur’an’ı, asıl amacından uzaklaştırdıklarını, onu yanlış yorumlayıp sunduklarını ısrarla ileri sürerken bir yandan da gerçekten Kur’an’ın ruhuna tamamen ters düşen yanlış bir tutuma, Kur’an’ın bir nevi fal ve sır kitabı olarak algılanması yoluna başvurmaktadır. Halbuki harflerin bir takım anlamlar ve sayısal değerler ifade ettiğine inanmak diye tanımlanabilecek olan hurûfılik, kökeni itibarı ile Batınî Yahudi fırkalarına ait bir inanç biçimidir (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri Sözlüğü I, 856-858). Nitekim Kur’an’ın nazil olduğu dönem Arapları bu usulleri bilmemekteydiler. (Şâtıbî, Muvafakat, III, 397).

2. SÜNNETİN TEŞRİÎ DEĞERİ OLMADIĞI TEZİ

Edip Yüksel, dinin kaynağı olarak Kur’an’ın açık ve yeterli olduğunu, Hz. Peygamberin açıklamasına gerek olmadığını, Kur’an’ın dışında bir kaynak kabul etmenin insanları şirke sürüklediğini; Hz. Peygamber’in görevinin Kur’an-ı Kerim’i tebliğ etmekten başka bir şey olmadığını, dolayısıyla onun, Kur’an’ı açıklama yetkisi bulunmadığını, herkesin sadece Kur’an’ı okuyarak dini yaşayabileceğini, Kur’an’ın yanında Sünneti de dinin kaynağı kabul etmenin şirk olduğunu, aslında hadis kitaplarının yalanlarla dolu olduğunu, içlerinde doğru olanlar bulunsa bile bunların ancak herhangi bir tarih kitabındaki bilgiler kadar değer taşıyacağını, netice itibariyle İslâm alimi diye bilinen kimselerin bize tanıttıkları dinin Allah’ın dini olmadığını savunmaktadır.

Yüksel, özetlemeye çalıştığımız bu görüşlerine “... kendisiyle sizi ve bundan sonra onu duyacak herkesi uyarmam için bu Kur’an bana vahyolundu.” (Enam, 6/19), “(De ki:) Allah’tan başka bir hakem mi arayacağım? Halbuki size kitabı açık olarak indiren O’dur.” (En’am, 6/114), “Resûl’ e düşen (vazife) ancak tebliğdir.” (Maide, 5/99) ayetleri ile, aynı mealdeki Al-i İmran 3/20, Maide 5/92; Ra’d, 13/40 ve benzeri ayetleri delil olarak göstermektedir.

Yine Yüksel, Hz. Peygamberin vefatından önce hasta yatağında iken “bana kağıt getirin, size benden sonra sapmayacağınız bir şey yazayım” (Müslim, Vesâyâ 22, Hadis No: 1637) buyurması üzerine Hz. Ömer’in ...) (bize Allah’ın kitabı yeter) demiş olmasını delil olarak ileri sürmektedir.

Yüksel öne sürdüğü bu iddiaların tabii bir sonucu olarak mesela şöyle problemler üretmektedir:

a) Müslümanlar. hadislerden hareketle, Allah’ın isminin yanına Muhammed’in ismini de koymuşlardır. Söz gelimi, Kelime-i Şahadet ve Kelime-i Tevhide “Muhammedün Resûlüllah” cümlesini eklemişler, camilere, Allah’ın adının yanına Muhammed’in adını, hatta başka isimleri de yazmışlardır. Bu ise şirk işlemektir. Zira Allah Teâla, “Mescidler şüphesiz Allah’ındır. O halde Allah ile birlikte kimseye yalvarmayın”, (Cinn. 72/18) buyurmaktadır, demektedir.

b) Namazda Fatiha’ nın okunması asildir. Dolayısıyla miras ve cihat ayeti gibi ayetlerin namazda okunması bir anlam ifade etmez. Yine namazda “Tahiyyat”ı okuyarak “eyyühennebiyyü” diye Peygamber’e hitap etmek şirktir. Çünkü, Allah Teâla “Namazı, beni anmak için kıl.” (Ta-ha 20/14) buyurmuştur. Muhammed hazır nazır değil ki ona hitap ediyorsunuz? Şefaat olayı bir insanı kurtarma değil bir tanıklıktır. Bu anlamda, Peygamberin bir “şefaat” i varsa o da “Ey Rabbim, doğrusu kavmim bu Kur’an’ı terk edilmiş (bir şey yerinde) tuttular” (Furkan, 25/30) şeklinde şahitlik etmesi olacaktır.

c) “De ki bana vahyolunanda (Kur’an’da), onu yiyecek kimse için, leş veya akıtılmış kan, yahut domuz eti -ki pisliğin kendisidir- ya da Allah’ tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka haram edilmiş bir şey bulamıyorum.” (En’am 6/145) ayetine dayanarak, burada zikredilenlerin dışında haram yiyecek bulunmadığını, Müslüman alimlerin Kur’an’la yetinmeyerek detaylara inip Allah’ın haram kıldıklarından başka haramlar uydurduklarını ve Peygamberden hadis uydurmaya başladıklarını ileri sürmektedir.

d) En’am sûresi 6/112, 113, 144. ayetlerinde Kur’an dışında kaynak kabul edenler Allah’ın düşmanı olarak nitelendirilmektedir. Buna göre din adamları Allah’ın düşmanıdırlar. Maaş ve mansıb için Kur’an dışında Peygamberi ve alimlerin içtihadını dinin kaynağı kabul ettiler. Böylece dinin kaynağını, Allah+Peygamber+alimlerin içtihadı+sultanlar haline getirdiler. Mesela Buhari, dost kisvesi altında, Peygamberin en büyük düşmanıdır.

e) Hz. Peygamber’e (...) “Bana Kur’an ve onunla birlikte bir misli verildi” hadisi isnat edilmekle, Kur’an’ın bir mislinin var olduğu iddia edilmiş olmaktadır. Oysa Kur’an, bir benzerinin getirilemeyeceğini açıkça söylemektedir. Ayrıca Allah Teâla

“İşte bunlar Allah’ın ayetleridir. Sana bunları doğrulukla okuyoruz. Artık Allah’ tan ve onun ayetlerinden sonra hangi söze inanacaklar?” (Casiye, 45/6) buyurmaktadır.

Edip Yüksel’in bu ve benzeri iddialarından açıkça anlaşılmaktadır ki, Hz. Peygamber (S.A.V.)’in bir Peygamber olarak görevi sadece ve sadece Allah’ tan kendisine nazil olan Kur’an-ı Kerim ayetlerini insanlara tebliğ etmektir. Hz. Peygamber’in, bunun dışında herhangi bir fonksiyonu yoktur. O sadece Kur’an ayetlerini tebliğ etmiş ve görevi bitmiştir. Artık her Müslümana düşen, yalnızca Hz. Peygamber’ in tebliğ ettiği bu ayetlere bakarak İslâm’ ı hayata geçirmektir. Ne Hz. Peygamber’ in herhangi bir sözünün, ne bir uygulamasının veya takririnin ne de Kur’an-ı Kerim’in nüzulüne ve Resûlüllah’ın tatbikatına şahit olan Sahabenin İslâm’ ı anlayış ve uygulayışının - hiç bir şüpheye meydan vermeyecek derecede doğru olarak aktarılmış olsa dahi- teşriî açıdan en ufak bir değeri yoktur. Bütün bu bilgilerin, eski Romalılar, Mısırlılar veya Yunanlılarla ilgili olarak aktarılan tarihi malumattan hiçbir farkı yoktur. Yani -Sahabenin ve ilim adamlarının açıklamaları şöyle dursun- Hz. Peygamber’ in herhangi bir ayetle ilgili yaptığı bir tefsirin veya açıklamanın yahut ta -eğer Kur’an’da bir ayet olarak yer almamışsa- İslâm’ la ilgili bir talimatının teşriî açıdan hiçbir kıymeti yoktur, hiç kimseyi bağlamaz. Bir Müslüman İslâm’ ı yaşarken Hz. Peygamber’ in Kur’an’a getirdiği açıklamaları bile dikkate almak zorunda değildir. Çünkü İslâm’ ın yegane kaynağı Kur’an’dır. Kur’an da apaçıktır. Kur’an’ın dışında Hz. Peygamber’ in sözlerini, uygulamalarını veya takrirlerini İslâm’ ın kaynağı kabul etmek şirktir. Dinin kaynağı Allah’ tır. Allah’ın söyledikleri de Kur’an’dadır. Binaenaleyh dinin, Kur’an’ın dışında herhangi bir kaynağı yoktur.

Edip Yüksel’in netleştirmeye çalıştığımız bu iddialarının temeli, dikkat edilecek olursa Hz. Peygamber’ in sünnetini dinin kaynağı olarak kabul etmeme tezine dayanmaktadır. Şu halde Edip Yüksel’le sünnetin bize kadar intikali üzerinde herhangi bir tartışmaya girmek yersizdir. Çünkü o, hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak derecede tevatürle nakledilmiş olsa dahi Hz. Peygamber’ in Sünnetini (sözleri, uygulamaları, emirleri, yasakları, talimatları, takrirleri...) delil kabul etmiyor.

Öyleyse onunla tartışılması gereken husus Hz. Peygamber’ in sünnetinin dinin kaynağı olması konusundaki Kur’anî temeldir. İşte bu yüzden biz, bu kısa değerlendirmede, Yüksel’in bu iddialarını çok net bir şekilde reddeden Hz. Peygamber’ in bu konudaki son derece açık beyanlarını, yahut Sahabe-i Kiramın ve sözleri nazarı itibara alınabilecek topyekün İslâm ulemasının, buna bağlı olarak da ümmet-i Muhammed’in konuyla ilgili icmaını delil göstermek istemiyoruz. Çünkü o, zaten bunları delil olarak kabul etmemektedir. Onun, Hz. Peygamber’ in sözlerini, fiillerini, takrirlerini, Sahabenin bu husustaki ittifakını ve İslâm alimlerinin icmaını delil kabul etmemek ve bunları delil kabul edenleri şirke düşmekle suçlamak suretiyle-netice itibariyle- gelmiş geçmiş tüm Müslümanların İslâm’ ı yanlış anladığı ve uyguladığı, sadece bir kendisinin bir de kendisi gibi düşünen bir “şirzime-i kaili” (bir avuç insan) inin İslâm’ ı doğru anlayabildiği anlamına gelen son derece tutarsız yaklaşımına bizzat Kur’an-ı Kerim ayetlerini delil göstererek cevap vermemiz gerekiyor.

Kur’an-ı Kerim muhtelif ayet-i kerimelerde hiç şüpheye mahal bırakmayacak şekilde bizzat Resûlullah (S.A.V.)’ı dinin kaynağı olarak göstermektedir. Şimdi bu konudaki ayet-i kerimelerden bazılarını sunmaya çalışalım.

1. (...) “... Bir de Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse ondan vazgeçin...” (3) âyet-i kerimesinde Allah Resulü ne verdiyse onun alınması, neyi yasakladıysa ondan vazgeçilmesi emredilmektedir. Dikkat edilecek olursa bu ayet-i kerimede “Allah Resulünün Kur’an’dan olarak verdiklerini alın, Kur’an’dan olarak yasakladıklarından vazgeçin; ama Kur’an’da sarahaten yer almayan bir şey verirse onu almayın”, gibi ne bir ayrım yapılmış ne de bir sınırlamaya gidilmiştir.

Bu ayet-i kerimeyi keza biraz sonra sunacağımız Allah Resulü’ ne itaatle ve O’ na tabi olmakla ilgili ayetleri “Kur’an’da sarahaten yer almışsa itaat edin, alın, sarahaten yer almamışsa itaat etmeyin, almayın” şeklinde algılamak, hiçbir delile dayanmadan Kur’an ayetlerini tahsis etmek yani alanını daraltmak ve kendi heva ve hevesine göre Kur’an ayetlerini yorumlamak anlamına gelir.

Acaba Edip Yüksel hangi hak ve salahiyetle veya neye dayanarak bu ayet-i kerimelerin genel ifadelerini daraltmakta ve sınırlandırmaktadır? Onun bu yaptığı apaçık bir yorumdur, bir tevildir. Bu inkâr edilemez. Apaçık görülmektedir ki Hz. Peygamber’ de, Sahabede ve bütün İslâm alimlerinde Kur’an-ı Kerim’ i tefsir ve tevil etme yetkisi görmeyen Edip Yüksel kendisi, Kur’an-ı Kerim ayetlerinin tefsir ve tevili kapsamına giren tahsis ve takyid faaliyeti içine girmektedir. Kanaatimizce sadece bu durum bile onun nasıl bir çelişki içinde olduğunu göstermeye yeter.

2. Belirttiğimiz gibi bir çok ayet-i kerimede Resulullah (S.A.V.)’a ittiba (O’na tabi olma, uyma) ve itaat emredilmektedir. Örnek vermek gerekirse:

(...) “O’na tabi olun ki hidayete eresiniz.” (4)

(...) “De ki: “Eğer siz Allah ’ı seviyorsanız, hemen bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.” (5) meâlindeki ayet-i kerimeler, bunlardan sadece ikisidir. Bu meâlde başka ayet-i kerimeler de vardır. Ve bu ayet-i kerimelerde “Kur’an’da açıkça yer alan hususlarda Peygamber’ e tabi olup itaat edeceksiniz, bunun dışındaki konularda tabi olmayacaksınız” anlamına gelebilecek en ufak bir ayrım yoktur.

Öyleyse müminlere düşen, Resulullah (S.A.V.)’ın, kendisine tabi olmamızı istediği her konuda -bu, ister Kur’an-ı Kerim’de sarahaten yer almış olsun isterse sarahaten yer almamış bulunsun- O’ na uymaktır. Bu da Sünnetin dinin kaynağı olması anlamına gelir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’in nüzulüne bizzat şahit olan ve şüphesiz ki Kur’an-ı Kerim’ i en iyi anlayan nesil olan Sahabe, böylece hareket etmiş, Resulullah (s.a.v.)’a gelip bir şey sordukları veya Resulullah (S.A.V.) kendilerine bir talimat verdiği zaman: “Bu, Kur’an’da yer alıyor mu almıyor mu, bir bakalım, Kur’an’da yer alıyorsa yapalım, almıyorsa yapmayalım” dememişlerdir.

3. “Onlar ki ellerindeki Tevrat ve Incil’ de (ismini) yazılı buldukları O ümmi Peygambere, O Resule tabi olurlar. O (Peygamber) kendilerine iyiliği emreder, fenalıkları yasaklar, onlara temiz şeyleri helal, murdar olanları haram kılar.

Açıkça görüleceği gibi bu âyet-i kerimede Resulullah (s.a.v.)’ın temiz şeyleri helal kılacağı, habis olanları da haram kılacağı ifade buyrulmuştur. Ve bu âyet-i kerimede “Kur’an-ı Kerim’de sarahaten haramlığı açıklananları haram kılar, sarahaten helalliği açıklananları helal kılar” şeklinde bir sınırlandırma da yapılmamaktadır. Kur’an-ı Kerim’de böyle bir sınırlandırma yapılmadığı halde, Resulullah (s.a.v.)’ın Kur’an’da sarahaten haramlığı veya helalliği belirtilenlerin dışında bir şeyin haram kılındığını veya helal kılındığını ifade edemeyeceğini iddia etmek, bu âyet-i kerimeye ters düşer. Çünkü ayet-i kerimede Resulullah (s.a.v.)’ın haram kılmasından, helal kılmasından söz edilip dururken bunu “Kur’an’daki haramları ve helalleri tebliğ eder” şeklinde algılamak, hem ayet-i kerimedeki ifadelerin sarahatine uymaz hem de hiç bir delile dayanmadan Kur’an ayetlerini keyfi olarak yorumlayıp sınırlandırmak anlamına gelir ki işte Edip Yüksel’in yaptığı budur.

4. (...) “Hem Allah’ a ve Peygamber’ e itaat edin ki, merhamet olunasınız." (7)

"Kim Peygambere itaat ederse, Allah’ a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, bilsin ki, biz seni onlara koruyucu göndermedik” (8) meâlindeki ayet-i kerimelerde olduğu şekilde Resulullah (s.a.v.)’a itaati emreden ayetler yukarıda da belirttiğimiz gibi mutlaktır. Yani “Kur’an’da geçen hususlarda itaat edeceksiniz ama bunun dışındaki hususlarda itaat etmeye mecbur değilsiniz” anlamına değildir. Ve yine -ifade ettiğimiz gibi- Allah Resulü’ ne mutlak itaati emreden bu ayetleri Kur’an’da geçen hususlarda O’ na itaat edileceği, bunun dışında O’ na itaat edilemeyeceği şeklinde ele almak, hiçbir delile dayanmadan ayetleri yorumlamak anlamına gelir. Ve bu, Yüce Allah’ın:

(...) ‘‘Biz her Peygamberi ancak Allah’ın izniyle itaat edilsin diye gönderdik...” (9) kavline ters düşer. Çünkü insanlara yol gösterici olarak gönderilmiş bulunan Peygamberler, kendilerine tabi olunsun, itaat edilsin diye gönderilmişlerdir. Mücerred Allah’ın ayetlerini tebliğ edip bir kenara çekilsin diye değil. Fiili olarak uygulayıp örnek olacaklardır ki yol göstericilik fonksiyonlarını icra etmiş olsunlar. Bu da onların yol göstermek amacıyla yani teşri kastıyla ortaya koydukları sözlerine, fiillerine, takrirlerine uymayı gerektirir.

5. (...) “Hayır, Rabbine and olsun ki aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (10) ayet-i kerimesi, müminlere anlaşmazlığa düştüklerinde Resulullah (S.A.V.)’ı hakem yapmalarını ve O’nun verdiği hükmü içlerinde hiçbir darlık duymadan tam anlamıyla kabullenmelerini emretmektedir.

Burada Hz. Peygamber (S.A.V.)’in şahsi hükmü söz konusudur. Çünkü kaza vazifesi esnasında Resulullah (S.A.V.)’ın her hususta sarahaten bir ayet zikretmesi mümkün değildir. Öyleyse bizzat Hz. Peygamber’ in hükmü bahis konusu olacaktır. Ve bizzat Hz. Peygamber’ in verdiği bu şahsi hükmü, içinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle kabullenmek imanın bir gereği sayılmıştır.

Bir an için Resulullah (S.A.V.)’ın fiilen yerine getirdiği idari-hukuki vazifesiyle ilgili sağlam kaynaklardaki apaçık bilgileri bir kenara bırakarak Edip Yüksel’in mantığıyla düşünmüş olsak bile bu ayet-i kerimenin tatbikatı konusunda iki ihtimal tasavvur edilebilir. Ya Resulullah (S.A.V.) muhakeme için gelenlere sadece bazı Kur’an ayetlerini okuyacak ve “Gidin bu ayetlere göre kendiniz karar verin.” demiş olacak ya da onları dinleyerek aralarındaki anlaşmazlık konusunda şahsi hükmünü vermiş olacak. Edip Yüksel’in iddiaları istikametinde düşünülecek olursa Resulullah’ın birinci ihtimaldeki gibi hareket etmiş olması gerekecek. Böyle bir durumda Resulullah (S.A.V.)’ın hakem yapılmasından ve hakem olarak hüküm vermesinden söz etmek mümkün olmaz. Halbuki ayet-i kerimede açıkça O’nun hakem yapılması, hüküm vermesi ve verdiği hükmün tam bir teslimiyetle kabullenilmesi mümin olmanın şartı olarak dile getirilmiştir.

Diğer taraftan bu âyet-i kerimeyi Resulullah (S.A.V.)’ın hayatıyla mukayyet görüp onun vefatından sonra bu ayetin fonksiyonunun kalmadığını ileri sürmek de asla mümkün olmayacağına ve Resulullah’ ın vefatından sonra bizzat şahsına müracaat etmek de söz konusu olmayacağına göre, Resulullah’ ın hakem yapılması demek O’nun Sünnetinin hakem yapılması demek olduğu tebeyyün eder. Nitekim (...) âyet-i kerimesinde de ifade buyrulduğu üzere anlaşmazlık konusunu Allah’ a götürmek demek de Kur’an’a götürmek anlamı taşımaktadır.

6. (...) “Öyleyse bazı işleri için senden izin istediklerinde, sen de onlardan dilediğine izin ver.” (11) ayet-i kerimesinde de Yüce Allah; “Dilediğine izin ver” buyurarak bir hükmü tamamen Resulullah (s.a.v.)’ın kararına bırakmıştır. Demek ki bazı insanlar tamamen Resulullah’ ın kararına göre hareket etmiş olacaklardır. Burada tamamen Resulullah (S.A.V.)’ın şahsi kararı söz konusudur. Ve bu karar bir takım insanları bağlayıcı olmuştur. İşte tıpkı bu âyette olduğu gibi Yüce Allah’ın verdiği yetkiyle Resulullah (S.A.V.)’ın Sünneti Kur’an-ı Kerim’den sonra dinin ikinci kaynağı olmuştur.

7. (...) "Ey iman edenler. Allah’ a itaat edin. Peygamber’ e ve sizden olan ulü’l-emre de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah’ a ve Ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah’ a ve Resul’ e götürün; bu hem hayırlı hem de netice bakımından daha güzeldir (12) ve (...)

(...) “Onlara Allah’ın indirdiğine (Kitab’a) ve Rasûl’e gelin (onlara başvuralım), denildiği zaman, münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün” (13) ayet-i kerimelerinde hüküm kaynağı olarak “Allah’ın indirdiği” yani Kur’an-ı Kerim ve Resul ayrı ayrı zikredilmek suretiyle Kur’an-ı Kerim’in yanında Hz. Peygamber’ in sünnetinin de dinin kaynağı olduğu ifade edilmiştir. Hiç kimse bu ayet-i kerimelerin Resulullah’ın sağlığında geçerli olduğunu, şimdi geçerli olmayacağını iddia edemez. Ayet-i kerimeler bugün de geçerli olduğuna göre ayetlerde geçen Resul’ e başvurma şıkkı O’nun sahih sünnetine başvurmakla gerçekleşebilir. Sünnet delil olarak alınmadığı zaman bunlar yerine getirilmemiş olur.

8. Her müslüman, Cenab-ı Hakkın:

(...) “Şanım hakkı için muhakkak ki size Resulullah’ta pek güzel bir örnek vardır. Allah’ a ve son güne ümit besler olup da Allah’ ı çok zikreyleyen kimseler için” (14) hitabına muhataptır. Bu hitabın muhatabı olarak Hz. Peygamber’ i örnek almak, numune-i imtisal olarak O’ na tabi olmak, O’ nun davrandığı gibi davranmak, tabi olduğu bu örneğin, yap dediğini yapmak, yapma dediğini yapmamak durumundadır. Aksi takdirde O’ nu örnek almamış sayılır. Halbuki her mükellef, Allahu Teala’ nın örnek gösterdiği bu numune-i imtisalin hangi talimatlarının serahaten Kur’an’da yer aldığı, hangilerinin yer almadığını ayırt edemez. Dolayısıyla “şu talimatı Kur’an’da yer alıyor, buna uyarım ama şu talimatı Kur’an’da sarahaten yer almıyor buna uymam” diyemez. Zaten ayet-i kerimede de Kur’an’da açıkça yer alan konularda O’ nu örnek alacaksınız, bunun dışında O’ nu örnek almayacaksınız gibi bir ayırım da yapılmış değildir.

Edip Yüksel’in iddia ettiği gibi “Resulullah sadece Kur’an’da sarahaten yer alan hususlarda örnektir bunun dışında örnek değildir” denecek olsa o takdirde Hz. Peygamber nasıl uygulanacağı pek açık olmayan bir takım nazari şeyler tebliğ eden birisi konumuna indirgenmiş olur. Böyle bir durumda O’nun örnek alınması bile pek söz konusu olamaz. Halbuki bu ayet-i kerimede en güzel örnek olarak sunulan Allah Resulü, insanlara tebliğ ettiği hususları ameli olarak kendi yaşayışıyla gösteren ve izah eden bir kılavuzdur. İnsanlık tarihinde hangi önder ve kılavuz vardır ki söylediği sözler, yaptığı işler, rehberlik yaptığı insanlar için bir ışık olmasın? Hz. Peygamberin sözlerine, fiillerine ve takrirlerine hiçbir teşriî değer atfetmeyen bir anlayış, kesinlikle O’ nu en güzel örnek olarak sunan bu ayet-i kerimeye ters düşer.

9. Kur’an-ı Kerim’de muhtelif ayet-i kerimelerde Peygamber Efendimiz (S.A.V.), “Kitap ve Hikmet’i öğreten peygamber” olarak tavsif edilmektedir. Örnek vermek gerekirse Yüce Allah:

(...) “Allah’ın size verdiği nimeti, Kitap ve Hikmet’ ten indirdiği şeyleri anın.” (16)

(...) “Allah sana Kitab’ı ve Hikmet’i indirdi. Bilmediğini öğretti...” (17) buyurmaktadır. Bunlar ve benzeri ayet-i kerimelerde Allah Teala’ nın Peygamberimize Kitab’ı ve Hikmet’i indirdiği ifade buyrulmuştur. Kitab’ la Kur’an-ı Kerim’in kastedildiği açıktır. Kur’an-ı Kerim’de açıkça zikredilmemekle birlikte başta İmam-ı Şafii olmak üzere bir çok ilim adamı Hikmet’le de Sünnetin kastedildiği kanaatine varmışlardır. Eğer bu ayetlerde geçen Hikmet kavramına bir açıklama yapılacaksa -ki Müslümanlar bunu anlamak için elbette yapacaklardır- bunun Sünnet olduğu yolundaki bu açıklama bu konuda yapılabilecek diğer açıklamalardan daha güçlü olacaktır. Özellikle Hz. Peygamber’ in hanımlarına hitaben:

(...) “Evlerinizde okunan Allah’ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın.” (18) buyrulması, Ezvâcı tahiratın evlerinde Kur’an’ın dışında okunan şeyin (Hikmetin) Sünnet olduğu tezini güçlendirmektedir.

İşte bu âyet-i kerimeler de Sünnetin, dinin kaynağı olduğunu gösteren Kur’anî delillerdendir.

(...) “Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah ’a biat etmektedirler.” (19) âyet-i kerimesinde Yüce Allah, Hz. Peygamber’ e biat etmenin kendisine biat etmek demek olduğunu;

“Kim Resul’ e itaat ederse Allah’ a itaat etmiş olur.” (20) âyet-i kerimesinde de

Hz. Peygamber’ e itaatin kendine itaat etmek demek olduğunu bildirmektedir.

Şüphesiz Kur’an-ı Kerim’de Sünnetin dinin kaynağı olduğunu gösteren âyet-i kerimeler bunlardan ibaret değil. Ancak sunduğumuz bütün bu âyet-i kerimeler Sünnetin İslâm’ ın kaynağı olduğu hususunda öylesine birbirini desteklemektedir ki buradan hareketle, Allah Teala’ nın, Hz. Peygamber’ in teşri kıldığı hükümlere uymayı kesinlikle farz kıldığını söyleyebiliriz.

10. Kur’an-ı Kerim’in Hz. Peygamber’ e nüzulüne şahit olan, Hz. Peygambere nazil olan ayetleri bizzat O’ ndan alarak yazan, Hz. Peygamberin bütün uygulamalarını, Kur’an-ı Kerim’ i anlayış ve hayata geçirişini gören, O’ na iktida edip namaz kılan, O’ nunla gazalara katılan, O’ na biat eden tüm sahabe, hem Hz. Peygamber’ in hayatında hem de vefatından sonra O’nun Sünnetine uymanın gerekli olduğu konusunda icma etmişlerdir.

Sahabe-i kiram, Resululallah (S.A.V.)’ın verdiği hükümleri mutlaka yerine getiriyorlar, emirlerine yasaklarına sımsıkı sarılıyorlar, helal kıldığını helal, haram kıldığını haram sayıyorlardı. O’ nun ortaya koyduğu bir hükme tabi olmayı gerekli görürken Kur’an’da vahyedilmiş olan hükümlerle kendi Peygamber sıfatıyla koyduğu teşriî hükümler arasında herhangi bir ayırım yapmıyorlardı.

Sahabe-i kiramdan sonra Tabiin, Tebeüt-tabiin ve müetehid imamların hepsi Hz. Peygamber’ in teşri kıldığı bu tür hükümlere tabi olmanın gerekli olduğu konusunda görüş birliğine varmışlardır. Sözü nazarı itibara alınabilecek hiçbir ilim adamı çıkıp da Resululallah’ ın sünnetine tabi olmanın gereksiz olduğunu iddia etmemiştir.

Edip Yüksel, dine Kur’an’ın dışında başka kaynak kabullenmenin şirk oluğunu söylemekle topyekün İslâm alimlerini, buna bağlı olarak da neredeyse onlara tabi olan bütün Müslümanları müşrik olmakla itham etmiş olmaktadır.

Görüldüğü gibi Yüksel’in bu değerlendirmelerinin ilmi bir dayanağı yok. Bunlar büyük ölçüde keyfi ve indi mütalaalardan ibaret. İşte bu yönüyle ilmi açıdan dikkate alınabilecek nitelikte değil. Şu kadar var ki bu düşüncelerin, yeterince eleştirisi yapılmadan İslâmî konularda kafi bilgi sahibi olmayan geniş halk kitlelerine aktarılması, Sünnet konusunda yanlış bilgilenmeleri sonucunu doğuracak nitelikte olduğundan ilmi bir tenkide tabi tutulması, kaçınılmaz hale gelmiştir.

11. Bilindiği gibi, Kur’an-ı Kerim’in ilk muhatabı olan insanlar, bilgi, görgü, kültür durumu ve anlayış yeteneği açılarından eşit durumda değillerdi (Esasen bu her toplum için değişmez bir kuraldır). Şu halde, bu insanların Kur’an’ı anlamaları aynı derecede olmayacaktır. Bu durumda da iyi anlayan, daha az anlayana bunu izah etme durumunda olacaktır. Diğer yandan Kur’an’da orta halli bir kimsenin ilk bakışta rahatlıkla anlayabileceği pek çok ayetler bulunmakla birlikte, ilk anda anlaşılamayan, tefekkürü ve belli bir bilgi düzeyini gerektiren ayetlerin bulunduğu da bir gerçektir. Şu halde Kur’an’ın belli noktalarda açıklanmaya ihtiyacı vardır. Bu açıklama işinde en yetkili kişi de vahyi bizzat alan Hz. Peygamber (s.a.s.)’dir. Hatta bizzat Kur’an’da, onu açıklama görevini Hz. Peygamber’e veren ayetler yer almaktadır:

“İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için sana da Kur’an’ı indirdik. Umulur ki düşünüp anlarlar.” (21) Her ne kadar bu ayette Kur’an’ı “tebyin” görevi, açıkça Hz. Peygamber’e verilmekte ise de, Yüksel buradaki “tebyin”i, “tebliğ” anlamına almakta ve Hz. Peygamber’ in açıklama görevini inkâr etmektedir. Halbuki “tebyin”den burada kastedilen asıl mana “açıklamaktır. Çünkü “açıklama” aynı zamanda “tebliğ”i gerektirmektedir. Böylece âyetteki “tebyin”, “açıklamak” anlamına alındığı zaman, kelimenin taşıdığı her iki anlam da değerlendirilmiş olmaktadır. Kaldı ki, dinde derin bilgi sahibi olmanın gerekliliğini vurgulayan;

“Mü’minlerin hepsi toptan sefere çıkacak değillerdir. Onlardan her topluluktan bir grup dinde derin bilgi sahibi olmak ve (savaştan) döndüklerinde kavimlerini imar etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki dikkatli olurlar” (Tevbe 9/122) ayet-i kerimesi, din konusunda derin bilgi sahibi bazı Müslümanların, başkalarına nispetle bilgi açısından daha üst bir konumda bulunacaklarını ve onlara bir takım açıklamalar yapacaklarını açıkça göstermektedir. Şüphesiz ki, bu konuda diğerleriyle kıyaslanamayacak bir biçimde en üst konumda bulunan Hz. Peygamber (S.A.V.)’dir. Bu sebeple Onun dini/Kur’an’ı açıklamasının da hem tabii, hem de gerekli olacağı açıktır. Ayrıca bilinen bir gerçektir ki, Hz. Peygamber’ in dini-teşrii fiilleri vahyin kontrolünden geçiyor ve Allah’ın Resulü bu konuda ilahi uyanlara muhatap oluyordu. (Msl. Bkz. Tevbe 9/43; Ahzâb 33/37; Abese, 80/1-10) Buradan anlaşılıyor ki Hz. Peygamber’in fiilleri teşriî bir değere sahip bulunmaktadır.

12. Sünnetin teşrîi değerinin dikkate alınmaması halinde pek çok pratik problemle karşılaşmak kaçınılmaz olmaktadır. Mesela başta namaz olmak üzere Hz. Peygamber’in fiilen uygulayarak gösterdiği ve kendisi gibi yapmamızı emir buyurduğu tüm İslâmi umdelerin nasıl uygulanacakları Müslümanlar açısından meçhul kalır. Büyük bir kargaşa doğar ve herkes kendi anlayışına göre bunları uygulardı. Hem ibadet ve hem muamelat alanında anlayışlar sayısınca uygulamalar doğardı.

Edip Yüksel bu tür itirazlara, “Kur’an’daki ‘salât’, ‘savm’, ‘hac’ gibi kelimelerin neye delâlet ettiğini vahyin inişi döneminde herkes biliyordu. Bilinen bir şeyi Kur’an’ın tekrar açıklamasına ne gerek vardır? Müşrikler de Ebu Cehil de namaz kılıyordu.” şeklinde karşılık vermektedir. Oysa daha önce de değinildiği gibi, Kur’an Arap dilindeki bazı kelimeleri özel anlamlarda kullanmakta ve onları terimleştirmektedir. Meselâ “salat” kelimesi sözlük anlamı itibariyle dua demektir. İslâm ise bu kelimeye “özel zamanlarda, özel hareketlerle ifa edilen bir ibadet” anlamını yüklemiştir. Oysa Kur’an’ın indiği dönemde müşriklerin zihninde bu anlamıyla bir namaz kavramının bulunmadığını yine Kur’an’ın ifadelerinden anlıyoruz. Çünkü Kur’an, onların yani müşriklerin Kabe’nin yanındaki “Salât” larının ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey olmadığını belirtmektedir (Enfal, 8/35). Buradan en azından müşriklerin “Salat”ıyla Kur’an’ın getirdiği “Salat”ın ayrı şeyler olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Yine Yüksel’ in iddia ettiği gibi Kur’an’daki “Salat”ı (namazı) müşrikler de biliyor ve uyguluyorlar idiyse, namaz kılmakta olan Hz. Peygamber’ e Ebu Cehil neden sataşmış ve ona engel olmak istemiştir? (Alak, 96/9-10)

Açıkça görüleceği gibi Hz. Peygamber’ in Sünneti dikkate alınmamış olsa Müslümanların, en önemli ibadet durumundaki namazı dahi nasıl eda edeceklerini bilmeleri mümkün değil. Namaz nasıl kılınacak? Hangi namaz kaç rekat olacak? Namaz vakitleri ne zaman başlayıp ne zaman sona erecek? İşte bunlar ve benzeri bir çok soru cevapsız kalır.

Bugün dünyanın dört bir bucağındaki Müslümanların hepsi de ittifakla sabah ve cuma namazlarının farzlarını ikişer, öğle, ikindi ve yatsınınkini dörder, akşamınkini de üç rekat olarak kılıyorsa bu, tamamen Sünnet kaynaklıdır. Eğer Sünnet dinin kaynağı olmasaydı kesinlikle böyle bir birliğin sağlanması mümkün olmazdı. Çünkü Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de açıkça ve defalarca namazı emretmiş, namaz vakitlerine işaret etmiş, fakat namazların nasıl kılınacağı, kaçar rekat olacağı, her rekatta kaç defa secde edileceği... gibi hususları Hz. Peygamber’ in açıklamasına bırakmış, O da “Benim, nasıl namaz kıldığımı görüyorsanız öylece namaz kılınız.” (Tecrid-i Sarih Tercemesi 2/592) buyurarak namazların nasıl kılınacağını hem fiilen göstermiş hem de sözlü olarak açıklamış ve böylece ümmet asırlar boyu bazı küçük ayrıntıların dışında, ittifakla aynı şekilde namaz kılagelmişlerdir. Bu da Sünnetin dinin kaynağı olmasının bir sonucudur. Şayet Sünnet dinin kaynağı olmasaydı belirttiğimiz gibi kesinlikle böyle bir birliğin sağlanması söz konusu olamazdı.

Namazdaki bu durum aynen diğer ibadetler ve temel İslami meseleler için de bahis mevzudur. Eğer Sünnet dinin kaynağı olmasaydı, zekatın ne kadar zamanda ödeneceği, zekat miktarları, haccın ömürde kaç defa yapılacağı, nasıl eda edileceği... ve benzeri pek çok husus meçhul kalırdı. Bütün bunları bize öğreten, bu konulardaki mücmel âyetleri tefsir eden Hz. Peygamber’ dir. Başka hiçbir delil olmasa dahi sadece bunlar bile Sünnetin dinin kaynağı olduğunu göstermeye yeter.

Baştan beri ifade etmeye çalıştığımız gibi Kur’an-ı Kerim’in, müminlerden, Resulullah (S.A.V.) ne verdiyse almayı, neyi yasakladıysa vazgeçmeyi istemesi, Resulullah (s.a.v.)’ e itaati ve kendisine tabi olmayı emretmesi, O’ nu en güzel örnek olarak göstermesi, Allah Teala’ nın, O’ na itaati kendine itaat sayması, müminlere, herhangi bir konuda anlaşmazlığa düştüklerinde onu Allah’ a ve Resulüne götürmeyi emretmesi, Allah ve Resul’ü bir hususta hüküm verince mümine muhayyerlik tanımaması, Resulullah’ ın verdiği hükmü gönül rahatlığıyla ve tam bir teslimiyetle kabul etmeyenin mümin olamayacağını bildirmesi, Hz. Peygamber’ in sünnetine uymanın farz olduğunu gösterir.

Evet. ..Peygamber Efendimiz elbette bir insandır ve Allah’ın kuludur. Ancak o Allah’ın elçisi olarak vahyin kontrolünde olan bir insandır. Bundan dolayıdır ki ilahi uyanlara muhatap olmuştur. Bu vaziyet O’ nun teşri amaçlı söz fiil ve takrirlerinin ibtidaen veya intihaen mutlaka vahye istinat ettiğini göstermektedir. İşte bu durum, Sünnetin teşriî değerini ortaya koymaktadır.

Edip Yüksel’in iddia ettiği gibi, eğer Hz. Peygamber’ in sözleri, fiilleri, takrirleri ve Kur’an-ı Kerim’ i anlayış ve hayata geçiriş rehberliğinin teşriî bir değeri olmasaydı o takdirde O’nun âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olmasının (22) ne anlamı olabilirdi? Gerçek şu ki o ancak âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. O’nun âlemlere rahmet olabilmesi ise ancak teşrî kastıyla kendisinden sadır olan Sünnetin bir değer ifade etmesiyle mümkündür.

Sünnetin teşriî değerini böylece tespit ettikten sonra Yüksel’in, Sünnetin teşriî değeri olmadığı tezi üzerine kurduğu iddialarının anlamsız kalacağı açıktır.

Edip Yüksel’in Sünnetin hücciyetini reddetmek üzere delil olarak gösterdiği ayet-i kerimeler ne sarahaten ne de zımnen Sünnetin teşriî değerinin olduğunu reddedici mahiyette değildir. Mesela “Resule düşen (vazife) ancak ulaştırmak (duyurmak) tır.” (23) mealindeki ayet-i kerime ve bu manadaki diğer ayetler (Ör. Al-i İmran 3/20, Maide 5/92, Râd 13/40) Hz. Peygamber’ in hiç kimseyi İslâm’ a girmeye zorlayamayacağı, İslâm’ ı onlara arz edip inanıp inanmama hususunu muhatapların kendilerine bırakacağı anlamınadır. Yoksa Sünnetin teşrî değerini reddetmek için değildir. Edip Yüksel bu ayetleri Sünnetin teşrî değerini reddetmek üzere delil göstererek ilgi alanlarını değiştirmiş olmaktadır. Bu ise apaçık saptırmadan başka bir şey değildir.

Edip Yüksel’in bu meyanda serdeddiği diğer deliller de verdiğimiz bu örnekte olduğu gibi Sünnetin teşri değerini reddetmek üzere nâzil veya vârid olmuş deliller değildir. Bu itibarla verdiğimiz örnekle yetinerek diğerlerini tartışmaya gerek duymuyoruz.

Bu değerlendirmelerden anlaşılacağı gibi Edip Yüksel’in Sünnetin teşriî değerini redde dayanan iddia ve beyanları da ilmi dayanaktan yoksun keyfi ve indî mütalaalar niteliğindedir.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bu beyanlar her ne kadar ilmî açıdan pek nazarı itibara alınabilecek nitelikte değilse de yeterli dini bilgisi olmayan Müslümanlar üzerinde yanlış bilgilenmeye kapı açması muhtemeldir. İşte bu yüzden muhtasar bir şekilde cevap verilmesine ihtiyaç duyulmuştur.

NETİCE

Edip Yüksel’in iddiaları belirttiğimiz gibi başlıca iki temel üzerine kurulmuştur:

1- Kur’an-ı Kerim’ in, 19 rakamı ve katlan üzerine bina edilmiş matematiğe dayalı bir sistem üzerine kurulduğu ve bunun büyük bir mucize olduğu iddiası. Edip Yüksel bu sisteme uymuyor diye Tevbe sûresinin son iki ayetini inkar etmektedir. Halbuki bu 19’ lu sistemin duruma göre değiştiği ve genel geçer bir kural olmadığı anlaşılmaktadır. Kaldı ki Kur’an-ı Kerim’in ille de böyle bir kurala uydurulmaya çalışılarak bu kurala uymuyor diye bazı ayetlerinin inkar edilmesi bu konuda yapılabilecek en büyük hatalardan biridir.

2- Sünnetin teşriî değerinin olmadığı tezi. Böyle bir tezi bizzat Kur’an-ı Kerim ayetlerinin reddettiğini bu kısa değerlendirmede izah etmeye çalıştık.

Görüldüğü gibi Edip Yüksel’in bu görüşleri ilmî ve mantıkî bir temele dayanmamaktadır. Bunlar büyük ölçüde indî ve keyfî beyanlardır.

Din İşleri Yüksek Kurulu

DİPNOTLAR

(1) Bu konuda geniş bilgi için bkz. Dr. Orhan Kuntman, On dokuz Meselesinin Reddi ve Bu Mesele ile İlgili Önemli Açıklamalar, İslâmî Araştırmalar, Ankara 1988, Sayı: VII, S. 7-22; Salih Akdemir, İlmi Tefsir Hareketinin Değerlendirilmesi ve On dokuz Rakamı Üzerine, Prof. Dr. A. Draz’ın “Kur’an’ın Anlaşılmasına Doğru” adlı eseri, Giriş S.X-XLIII, İstanbul, 1983; Tayyar Altıkulaç, Yüce Kitabımız Hz. Kur’an, Türkiye Diyanet Vakfı Yayını, Ankara, 1988, S.95-105.
(2) (...) ayetinde geçen kelimesi “tekrarlanan” (Sûreler) anlamındadır. (Bkz.: Rağıb el-İsfehâni, el-Müfredat, (...) maddesi.
(3) Haşr Sûresi, 59/7.
(4) A’raf Sûresi, 7/158.
(5) Al-i İmran Sûresi, 3/31.
(6) A’raf Sûresi, 7/157.
(7) Al-i İmran, 3/132.
(8) Nisa Sûresi, 4/80.
(9) Nisa Sûresi, 4/64.
(10) Nisa, 4/65.
(11) Nûr, 24/62.
(12) Nisa Sûresi, 4/59.
(13) Nisa Sûresi,4/61.
(14) Ahzab Sûresi, 33/21.
(15) Bkz. Bakara Sûresi, 2/129, 151, 231; Al-i İmran Sûresi, 3/164; Nisa Sûresi, 4/113; Ahzab Sûresi, 33/34; Cuma Sûresi, 62/2.
(16) Bakara Sûresi ,2/231.
(17) Nisa Sûresi, 4/113.
(18) Ahzâb Sûresi, 33/34.
(19) Fetih Sûresi, 48/10.
(20) Nisa Sûresi, 4/80.
(21) Nahl Sûresi, 16/44.
(22) Enbiya Sûresi, 21/107.
(23) Maide Sûresi, 5/59.