Makale

AZ OKUNAN KİTAPTA BİR SAYFA OLMAK

AZ OKUNAN KİTAPTA BİR SAYFA OLMAK

Prof. Dr. Nesimi YAZICI
Ank. Ü. İlahiyat Fak.

Mayıs başlarında bir Pazar günüydü. Hava kapalıydı. Bulutlar siyaha yakın bir renk almışlar ve sanki yükseklerde dolaşmaktan yorulmuş çevre tepelere, hatta büyük binalara dayanmışlardı. Uzaklardan duyulan gök gürültüleri git gide yaklaşmış, şimşek ışıklarıyla birlikte seslerini artırmışlardı. Saatlerdir önündeki kalın kitabı karıştıran, bazı bölümlerini dikkatle okuyup notlar alan hoca, nihayet arkasına dayanmış ve çalışma odasının geniş camlarına vuran ilk yağmur damlalarıyla birlikte yaşaran gözlerini silmiş ve uzaklara dalgın bakakalmıştı. Bu sırada farkında olmadan; “Acaba ben de az okunan bir kitabın bir sayfası olabilir miyim”, diye fısıldamıştı.
Az okunan kitap hangisiydi? Hocayı böyle duygulandıran ne idi? Gerçekten o kadar heyecan verici bir hikaye miydi? Biz merak edip Hoca’ya sorduk, o da nazlanmadı anlattı.
Okuduğu kitap Ebululâ Mardin’in Huzur Dersleri (İstanbul, 1966, C. n-in, s. 132/133, 765766) adlı, bin sayfanın üzerindeki geniş kapsamlı, meşhur eseriydi. Yıllardan beri kütüphanesinde bulunan bu kitabın değişik bölümlerine daha önce de bakmış, bazı kısımlarım da okumuş olan Hoca, bu tatil gününde onu tekrar eline almıştı. Bu defa hala önemli bir bölümünün sayfalan açılmamış olan kitabı şöyle bir gözden geçirmek, bunun için de açılmamış sayfalarını açmak istedi. Belki bazı kısımlarını okuyabilirdi. Öyle de oldu.
Tecrid-i Sarih’i tercüme ve şerh eden kişi olarak tanınan Kâmil Miras’ın, hazır bulunduğu 1916 Ramazan’ında Dolmabahçe Sarayı’nda Batumlu Abdüllatif Efendi’nin verdiği Huzur Dersi’yle ilgili, hatıralarını okumuştu. Hoca bu derste Yusuf Suresi’nin 80. ayetini konu edinmişti. Cenab-ı Hak bu ayette;
“Ondan ümitlerini kesince, (meseleyi) gizli görüşmek üzere ayrdıp (bir kenara) çekildiler. Büyükleri dedi ki: Babanızın sizden Allah adına söz aldığını, daha önce de Yusuf hakkında işlediğiniz kusuru bilmiyor musunuz? Ben, babam bana izin verinceye veya benim için Allah hükmedinceye kadar bu yerden asla ayrılmayacağım. O, hükmedenlerin en hayırlısıdır.” buyuruyordu. Hoca biraz zihnini yokladı. Yusuf Suresi Yüce Kitabımızın on ikinci suresi idi ve 111 ayetten oluşuyordu. Ce- nab-ı Hak bu surede Yusuf Aley- hi’s-selam’ın kıssasını anlatıyor ve sonra Hz. Peygamber’in mesajını muhataplarının, bundan hisselerine düşeni almalarını istiyordu.
Allah’ın peygamberlerinden bir peygamber olan Yakub Aleyhi’s- selâm’ın on iki oğlu vardı. Bunlardan ilk onu bir anneden, diğer iki küçük oğlu, Yusuf ve Bünyanıin ise bir başka annedendi. Surede Hz. Yakub ve çocukları arasında geçen ibret verici olaylar anlatılıyordu.
On kardeş, farklı anneden doğmuş olan iki küçük kardeşlerinin babaları tarafından daha çok sevil- j diklerini düşünüyor ve onları kıs- I kanıyorlardı. Nihayet babalarına, her şart altında koruyacaklarına söz vererek, kardeşleri Yusuf’u kıra götürür ve kuyuya atarlar. Babalarına ise Yusuf’u kurtların parçaladığını söyler, sözlerinin kanıtı olarak da, onun kana batırılmış gömleğini getirirler. Babaları bu duruma | çok fazla üzülmüştür. Öte yandan Yusuf, bir kervancı gurubu tarafından kuyudan çıkarılmış, Mısır’a götürülerek köle olarak satılmıştır.
Burada büyüyen Yusuf, diğer özellikleri yanında, yakışıklılığıyla dikkat çekmektedir. Fakat ev sahibesinin de onu bu yönüyle görmek istemesi neticesinde, suçsuz olarak hapse düşer. Uzunca bir süre kaldığı sıkıntılı hapis hayatı, Firavun’un gördüğü bir rüyayı tabir etmesiyle son bulur. O artık Mısır’da sevilen, mevki sahibi, önemli bir kişidir. Bu arada Mısır’da, Yusuf’un tabir ettiği rüyaya uygun olarak ilk yedi sene bolluk olur. Çok ekilir, uygun iklim şartlan dolayısıyla bol ürün alınır ve rekoltenin fazlası depolanır. Müteakip yedi sene ise büyük bir kıtlık hüküm sürer.
Kıtlık senelerinde, kendisini tanımaksızın, buğday almaya gelen kardeşlerine yardım eden Yusuf, bir dahaki sefere diğer kardeşlerini de getirmelerini ister. Bu gerçekleşince de, kardeşlerinin bütün çabalarına rağmen Bünyamin’i Mısır’da alıkoyar.
Daha önce Yusuf’a yaptıklarını hatırlatan en büyükleri, şimdi de Bünyamin’in başına gelenler dolayısıyla "Ben, babam bana izin verinceye veya benim için Allah hükmedinceye kadar bu yerden asla ayrılmayacağım. O, hükmedenlerin en hayırlısıdır” demiştir. Bilindiği gibi daha sonra Yusuf kendisini kardeşlerine tanıtmış, babasının kör olan gözleri, gönderdiği gömleği sayesinde açılmış, bütün aile Mısır’a gelmiş ve uzun yıllar huzur ve refah içerisinde birlikte yaşamışlardır.
Gürcü Abdüllatif Efendi diye de isimlendirilen ve İlmî yeterliliği yanında, ahlâkî faziletleriyle de tanınan Batumlu Hoca 1916 Ramazan’ındaki Huzur Dersi’nde Yusuf Sûresi’nin 80. ayeti dolayısıyla muhtemelen bunları anlatmıştı. Fakat o ne anlatıştı, nasıl mükemmel bir konuşmaydı. Döneminin en yüksek hatipleri bile, onun bediî bir zevk ile seçilmiş cümlelerindeki anlatış tarzı karşısında tevazu ile başlarım önlerine eğmişlerdi. Onun hitabındaki cazibe ve tatlılık hazır bulunanların hepsinin ruhları üzerinde derin tesirler icra etmişti. Fakat bu ders bunlardan ibaret de değildi.
1858’de Batum’da doğan Abdüllatif Efendi, ilim yolunda ilk basamakları babası Mehmed Şakir Efendi’nin nezaretinde çıkmış, daha üst basamaklar için 1879’da İstanbul’a gelmişti. Ertesi sene ailesi de Batum’dan ayrılmış Hendek’e yerleşmişti. Önce Fatih Camii Şerifi nde Priştineli Hafız İbrahim Efendi’den, onun vefatından sonra da Sultan Selim Camii’nde Hafız Şakir Efendi’den ders okumuş olan Abdüllatif Efendi 1308 H/l 890-91’de icazet almıştı. Arapça ve Farsça biliyordu. Ruus imtihanlarında başarı sağlayarak, Fatih Camiinde Dersiam olmuştu. İlk seferinde 140 kişiye icâzet vermiş ti. 1904’ten itibaren Öde miş’te Kuloğlu Medresesi Mü derrisliği yapan Abdüllatif Efendi, son derece müttaki idi, çok iyi bir hafızdı, Ramazan akşamlan teravihi hatimle kıldınrdı. Vefatına kadar Ödemiş’te Müftülük yapan ve yerine de kendisinin hayırlı bir takipçisi olan oğlu Kemal Akyüz’ü bırakan Abdüllatif Efendi, Huzur Dersleri’ne 1914’te Muhatap (müzakereci), 1916’da hilâfetin kaldırılmasıyla bu derslerin son bulduğu 1925 Ramazanına kadar da Mu- karrir (dersi anlatan) olarak iştirak etmişti.
Yusuf Suresinin 80. ayetinin ders konusu edildiği 1916 Ramazanındaki Huzur Dersi, onun Mu- karrir olarak bulunduğu ilk ders olması yanında, o sırada ülkenin içinde bulunduğu nâmüsait şartlar dolayısıyla da önemliydi. Bu sırada Osmanlı Ordusu’nun hatırı sayılır bir bölümü, Birinci Cihan Savaşı’nın en kanlı muharebelerinden birinin geçtiği Mısır’da Kanal Harekatı’yla meşguldü. Birliklerimiz Şam’dan hareket etmiş, Tih Çölü aşılmış, Süveyş Kanalı çevresinde silahlı çarpışmalar başlayalı epeyce bir zaman olmuş, fakat kesin başarı elde edilememişti. Ülkede genel bir bezginlik ve endişe hakimdi. İşte böyle bir ortamda Yakub Aleyhisselam’ın büyük oğlu; “Ben, babam bana izin verinceye kadar veya benim için Allah hükmedinceye kadar bu yerden asla ayrılmayacağım. O hükmedenlerin en hayırlısıdır” diyordu.
Ders bittiğinde Batumlu Abdüllatif Efendi, çevresinde Sadrazam Talat Paşa, Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Başkumandan Enver Paşa ve diğer ileri gelenlerin bulunduğu, dönemin padişahı Sultan Mehnıed Reşad’a döndü ve sözlerini şu duâ ve temennilerle bitirdi;
- “Şevket-meâb! Ordu-yı Hümâyûnunuz bugün Kanal’da Mısır cihadıyla meşgul bulunuyor, gazilerimize Cenab-u Hakk’ tan nusret ve zafer temenni ederiz.
Şevket-penâh! Benî İsrail’i kırk sene delâlete uğratan bu Tih sahrasını geçiş, Ordu-yı Hümâyûnunuzun çok güç, fakat en şanlı zaferidir ve bu tarihi zafer, kat’i ve nihai zaferin yanılmaz mübeşşiridir. Vaktiyle İskenderler, Cengizler gibi cihangirler bile bu susuz kum deryasından geçmeyi gözlerine kestirememişlerdi; bu cesaret ve şehâmeti, yalnız ecdad-ı izâmınız Yavuz Sultan Selim Han hazretleri göstermiş, deve kafilelerine yükletilmiş su tulumlarıyla ordusunu sulayarak sekiz günde geçirme harikasını göstermiş ve bunu Mısır fethi takip etmiştir.
Padişahımız! Zaferin gecikmesinden millî irademiz gevşememelidir. Dersimiz olan âyet-i kerîme de ihvet-i Yusuf’un: “Allah’ın hükmü zahir oluncaya kadar Mısır diyarından ayrılmayacağız. O, hayrü’lhakimîn’dir.” diye ahd-ü peymân ettikleri gibi, Ordu-yı Hümâyûnunuz da: “Hayru”l-hâkimîn olan Cenâbu Hak’kın nusret ve zaferi hakkımızda tahakkuk etmedikçe Mısır topraklarından ayrılmayacağız” suretinde ahd-ü peymân etmelidir. Zât-ı şevket-simâtımz ise o kahraman Yavuz ceddinizdeki yüksek iradenin varisi bulunuyorsunuz. Duâ buyurunuz. Duâ-i hilâfet-penâhîleri müstecâptır ve bi-inâyetillah fetih ve zafer muhakkaktır.”
Ders böylece bitmişti. Osmanlı Devleti’nin Padişahı Sultan Mehmed Reşad, Sadrazam Talat Paşa, Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi, Başkumandan Enver Paşa gibi hazır bulunan, bütün devlet ileri gelenleri de, yaklaşan iftar vaktinin verdiği dînî hassasiyetle birlikte konuşmanın tesirinde kalmışlar, hepsinin gözleri yaşarmıştı. Ertesi gün Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi, bu derste muhatap olarak bulunan Kâmil Miras’a; “O koca feylesof, dün beni ağlattı. Ağlamak nasıl olur, ömrümde bilmezdim” diyordu. Aradan 85 sene geçmişti, yağmurlu bir Pazar gününde çalışma odasının geniş camlarına vuran yağmur damlaları arasından yaşlı gözlerle ufka bakan Hoca fısıldıyordu: “Acaba ben de az okunan bir kitapta bir sayfa olabilir miyim?” Sonra Abdüllâtif Efendi’nin, hocalarının ve Ümmet-i Muhammed’in bütün geçmişlerinin ruhları için bir fatiha okudu ve bugün de akşam oldu dedi. Odasını topladı ve fazla ıslanmadan evine nasıl döneceğini düşünmeye başladı.