Makale

Osman Gazinin Rüyası

Osman Gazinin Rüyası

Göktürk Mehmet UYTUN

Osman Bey, başını elleri arasına almış, o gün İnegöl Tekfuru ile yaptığı savaşı düşünüyordu. Gaziler, savaşın verdiği yorgunlukla erkenden çadırlarına çekilmişlerdi. Etrafta çıt yoktu. Her taraf derin bir sessizlik içindeydi. Rüzgâr susmuş, ağaçlar susmuş, tepelerin ardından ay, bir mızrak boyu yükselmişti. Yalnız, uzaktan uzağa kurt sesleri ve bu seslerden ürperen tek tük at kişnemeleri duyuluyordu. Karşı tepelerde davar otlatan çobanlar ateş yakmışlar, birbirleriyle kurtça konuşuyor, kurtça haberleşiyorlardı. Ay ışığı bu çevreye eşi bulunmayan bir güzellik veriyordu.
Osman Bey, yapılan bu çatışmadan çok yorulmuş ve kardeşi Sanı Yatı’nın oğlu Bay Koca’nın şehid olmasına çok üzülmüştü. Bu yüzden yüreğini ağır bir üzüntü kaplamıştı. Gerçi, İnegöl kalesini Hristiyan beyi ile beraber yerle bir etmişler ve buraları topraklarına katmışlardı. Fakat, yeğeni ile birlikte üç de şehid vermişlerdi. Savaş sırasında, Bay Koca’nın nereden atıldığı belli olmayan bir ok darbesiyle atından düşüşü, Osman Bey’in bir türlü gözünün önünden gitmiyordu.
Bir ara obanın yakınında bir kurt uluması duyuldu. Osman Bey, başını kaldırdı, etrafı dinledi. Ses kesilince başını avuçlan arasına alarak yeniden düşüncelere daldı...
Vakit epeyce ilerlemiş, doğudan pırıl pırıl bir yıldız görünmüştü. Osman Bey yavaşça yerinden kalktı, ağır adımlarla çadırına doğru yürüdü. Karanlıkta çadırın içi bir arslan ini gibiydi. Sağ tarafa büyük bir koç postu serilmiş ve yine koç postundan başucuna bir yastık konulmuştu. Osman Gazî ağır ağır ilerledi. Eğri kılıcını çadırın direğine astı. Sonra, yavaşça bu koç postundan yapılmış yatağına uzandı. Yorgunluk, uykusuzluk ve üzüntü bileği bükülmez bu yiğidi bitkin düşürmüştü.
Herkes uyuyor. Ağaçlar, atlar, kuşlar, dağlardaki çobanlar uyuyorlardı. Yalnız bu sessizlikte nöbetçilerin ayak sesleri ve gümüş gibi uzayıp giden derenin şırıltısı duyuluyordu. Arasıra doğudan esen rüzgâr, kavak yapraklarını tatlı tatlı hışırdatıyor, sanki ağaçlar bu tatlı meltem ile uyuyordu. Artık ay da karşı dağların ardından görünmez olmuş, her taraf alaca karanlığa bürünmüştü. Sessizlik ve karanlığın el ele verdiği bir anda "Allahü Ekber" sesi ortalığı doldurdu. Bu âni sesten ürken birkaç at kişnedi, dere kenarında miskin miskin uyuyan kurt köpeği havladı. Gecenin geç saatlerine kadar bir türlü uyuyamayan Osman Bey de uyanmıştı.
Dışarı çıktı. Temiz havayı emercesine ciğerlerine doldurdu. Yürüdü. Çakıl taslarına basa basa derenin kenarına indi. Dini, yüzünü döne döne yıkadı. Abdest aldı. Mescit haline getirdikleri büyük çadıra doğru ilerledi. Sabah namazını gazî arkadaşları ile birlikte kıldı. Namaz bitip herkes dağılınca, Osman Gazî çadırının yolunu tuttu. Gazî arkadaşları Osman Bey’in üzüntülü halini görüyorlar, fakat sebebini sormaya bir türlü cesaret edemiyorlardı. Osman Gazî çadırına girdi ve yerine oturdu. Her zaman danışmada bulunduğu gazî arkadaşları birer birer geldiler ve yerlerini aldılar. Osman Gazî, İnegöl savaşının bir değerlendirmesini yapacaktı. Ayrıca, bundan sonraki yapılacak işler konuşulup karara varılacaktı. Aşağı-yukarı yarım saatten beri süren sessizliği, Osman Bey’in gür sesi bozdu:
"Arkadaşlar, ilk savaşımızı basan ile kazandık. Hepinize kutlu olsun!.." Fakat Osman Bey sözlerinin arkasını getiremedi. Adeta nefesi kesilmiş, boğazına birşeyler düğümlenmişti. "Bunları başka bir zaman konuşuruz" diyerek arkadaşlarına izin verdi. Akşamdan beri içini kasıp kavuran sıkıntıdan ne kurtulabilmiş, ne de sebebini anlayabilmişti. Birkaç defa çadırının içinde ileri-geri, gitti-geldi. Sonra, çadırın kapısını araladı ve dışarı baktı. Herkes, günlük işine gücüne dalmıştı. O anda Osman Gazi’nin aklına biri geldi. Bu kişi, Eskişehir civarında itburnu adı ile anılan yerde oturan Ahi Şeyhi Edebali idi. Şeyh Edebali’nin burada bir tekkesi vardı. Akın akın herkes O’nun ziyaretine gelir, kıymetli fikirlerinden faydalanırdı. Şeyh Edebali, gelenlerin zorluklarını halleder, onlara yol gösterirdi. Osman Gazî, şeyh Edebali’yi hatırlayınca vücudu birdenbire sarsıldı. Hemen atının hazırlanmasını emretti. Birkaç dakika sonra hazır olan atına atlayıp, İtburnundaki şeyh Edabali’nin dergahının yolunu tuttu. Çatlatırcasına at koşturdu ve gece geç vakitlerde şeyhin dergahına ulaştı. Dergahın müridleri Osman Gazi’yi hemen içeri aldılar ve şeyhe haber verdiler. Biraz sonra Şeyh göründü. Osman Bey oturmakta olduğu sedirden yavaşça doğruldu, iki adım attı ve durakladı. Aradan kısa, fakat Osman Bey’e uzunca gelen bir sessizlik geçti. Bu sessizliği şeyh Edebali, sade ve ruhlara tesir eden sesi ile bozdu.
-Hoş geldin oğul!. Hayırdır inşallah... Zamansız bu ziyaretin, herhalde sebepsiz değildir.
Biraz kendisini toparlayan Osman Gazî, hürmetle şeyhin elini öptü ve:
-Hayır, hayır... Sadece bir ziyaret"
diye karşılık verdi. Şeyh, yavaş ve sessiz adımlarla sedire doğru ilerledi ve oturdu. Osman Gazîye de buyur işaretinde bulundu. Şeyh, Osman Gaziye hitaben:
-Uçlarda gazalarınızı duyar, seviniriz, oğul, dedi. Osman Bey:
-Bey olarak ilk zaferi kazandım. Fakat, içimi sevinç ve mutluluk yerine sebebini anlayamadığım bir üzüntü kapladı, dedi. Şeyh, aynı yumuşak ve etkileyici sesi ile:
-Hayırdır İnşallah, hayırdır inşallah" dedikten sonra, dışarıya seslendi. "Misafirimize taze sağılmış süt getirilsin..."
Biraz sonra şeyhin kızı Bala Hatun, elinde taze sağılmış, köpük köpük bir çamçak sütle göründü. Osman Bey’e saygı ile uzattı. Osman Bey, kendisine uzatılan çamçağı aldı, kana kana içti. Boş çamçağı geri uzatırken, iki simsiyah gözün üzerinde parlayıp söndüğünü gördü. Osman Bey, Bala Hatun’la göz göze gelince, birden Bala Hatun gözlerini yere indirdi. Çamçağı geri alan Bala Hatun, aynı sessizlikle oradan uzaklaştı. Şeyh, "misafirimiz yorgundur. Sabah konuşuruz, derhal yer hazırlansın" diye, dışarıya seslendikten sonra Osman Beye hitaben: "Allah rahatlık versin oğul." dedi ve oradan uzaklaştı. Biraz sonra gelen bir mürit, Osman Bey’i odasına götürdü. Odada, sedir üzerine yapılmış bir yataktan ve rafta duran bir kitaptan başka hemen hemen hiçbir şey yoktu. Osman Bey, kendisine yol gösteren müride, rafta duran kitabın, nasıl bir kitap olduğunu sordu. Mürid:
-Hazreti Muhammed vasıtasıyla dünyaya gönderilen Allah kelamı Kur’an-ı Kerim’dir diye cevap verdi ve odadan ayrıldı.
Osman Bey, kendisi için hazırlanan yatağa uzandı. Fakat, bir türlü uyku tutmadı. Yeğeni Bay Koca, Şeyh Edebali, Bala Hatun gözlerinin önüne geldi geldi, gitti. Osman Gazî, âni bir kararla yerinden fırladı. Raftaki Kur’an’ı eline aldı ve saygı ile okumaya başladı. Okudukça ferahladı, ferahladıkça okumaya devam etti. Sabah ezanı okunduğunda Osman Gazî Kur’an-ı Kerim’i bitirmiş bulunuyordu. Kur’anı okurken, odanın bir köşesinden diğer köşesine binlerce defa gidip-gelmişti. Biraz dinlenmek üzere yatağa uzanan Osman Bey, yorgunluktan ve uykusuzluktan hemen sızıp kalmıştı. Aradan, yarım saat ya geçmişti, ya geçmemişti. Dehşet içinde uyandı. Müthiş bir rüya görmüştü. Kafası allak bullak olmuştu. Hemen dergahın müritlerinden birini çağırdı. Derhal Şeyhi görmek istediğini söyledi. Müritler Osman Bey’e yemek ikram ettiler ve Şeyhin biraz sonra kendisi ile görüşeceğini söylediler. Fakat, saat ilerliyor, Osman Gazinin sıkıntısı artıyor şeyh ise bir türlü görünmüyordu. Osman Gazî, her gördüğü müride Şeyhi soruyor, onlar da biraz sonra geleceğini ve kendisi ile mutlaka görüşeceğini söylüyorlardı. Osman Bey, bir oturuyor, bir kalkıyordu. Nihayet Şeyh göründü. Her zamanki sessiz ve sakin haliyle ilerlerken, Osman Bey’e hitaben:
-Bugün, daha üzüntülü ve sıkıntılı görünüyorsunuz? Yoksa iyi uyuyamadınız mı, oğul dedi. Osman Gazi, sıkılarak düşünceli düşünceli konuşmaya başladı:
-Akşam, geç vakitlere kadar uyuyamadım. Bir taraftan devlet işlerinin omuzlanma yüklediği ağır yük, diğer taraftan yeğenim Bay Koca’nın şehadeti uykularımı kaçırdı. Sabaha kadar odamda bulunan Kur’an-ı Kerim’i okudum. Sabah ezanına çok az bir zaman kalmıştı ki, uykuya dalmışım. Uykuda çok güzel bir rüya gördüm. Rüyamda, sizin göbeğinizden bir ay doğdu. Bu ay, gelip benim koynuma girdi. Az sonra benim göbeğimden ulu bir ağaç yükseldi. Bu ağaç kısa bir zamanda o kadar büyüdü ki, dallan üç kıtayı kapladı. Altında, gürül gürül ırmaklar akmaya başladı. Bu ağacın dallarında renk renk, çeşit çeşit kuşlar ötüştü. Oba halkının bir kısmı, bu ırmaklardan kana kana su içti. Bir kısmı, bağ-bahçe suladı. Bir kısmı da
çeşmeler yapıp, kurnalarından bu ırmakların berrak sularını akıttı. İşte, tam bu sırada ezan sesi ile uyandım. Şeyh Edebali:
-Oğul, oğul!.. Senin basma devlet kuşu konmuş. Sana, padişahlık verilmiş. Hiç haberin yok... O, benim göbeğimden doğan ay, kızım Bala Hatundur.
Bu sözden sonra Edebali biraz durakladı. Birkaç dakika düşündü. Sonra, kararını vermiş bir insan rahatlığıyla sözlerine şöyle devam etti:
- Sen, Bala Hatun ile evleneceksin. Bu evlilikten, nur topu gibi çocuklarınız olacak. Bu çocuklar birgün gelecek kıtaya hükmedecekler, tarafta dirlik, düzenlik olacak O, senin göbeğinden çıkan ulu ağaç ise, üç kıt’ayı fethedecek olan torunlarıdır. Şimdiden hayırlı, uğurlu olsun devletlü oğlum!..
Osman Gazî şeyh Edebali’nin bu açıklaması üzerine biraz utandı. Fakat, içten içe de çok sevindi. Şeyhe teşekkür edip elini öptükten sonra, hemen oradan ayrıldı. Adeta, uçarcasına at sürerek obasına döndü. Yolda, Şeyh Edebali’nin söyledikleri kafasında canlanmış bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçmeye başladı. Obada, geçen gün Osman Gazinin düşünceli halini görenler çok şaşırmışlardı. Şimdi ise, bu anî değişikliğe bir türlü anlam veremediler...
Aradan, birkaç gün geçtikten sonra Bala Hatun ile Osman Gazî evlendiler. Kavı Han aşiretinde büyük şölenler yapıldı. Oba halkına çeşit çeşit yemekler verildi. Bu mutlu olay, günlerce devam etti. Bundan sonra, Osman Gazî ile Bala Hatun’un gürbüz çocuklan dünyaya geldi. Büyüdüler, yetiştiler. Osmanoğulları üç kıt ‘aya hakim oldular.
Orhan’lar, Muratlar, Yıldıranlar, Fatih’ler, Yavuz’lar, Kanuniler tam altı yüzyıl dünyayı titrettiler. Adalet, bilgi ve kahramanlıklarıyla milletlere hükmettiler. Ülkelerinde, dirlik, düzenlik yüzyıllarca sürüp gitti.
***