Makale

Şehitler Yurdu ÇANAKKALE

Şehitler Yurdu
ÇANAKKALE


Mehmet KAPLAN
Eceabat Milli Eğitim Müdürü

Bir Çanakkale şehidinin son mektubunu okumuşsunuzdur.
4 Nisan 1331 yani 17 Nisan 1915 tarihinde Şehit muallim Etem’in annesine yazdığı gibi tek temennimiz bu şühedâ diyarının ebediyyen bize kalmasıdır.
Şehit Etem Bey mektubunda şöyle diyor:
"Ey şu öten kuşun, şu gezen ve meleyen (^oyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Hâlıkı! Sen bütün bunları
Türklere verdin. Yine bizlerde bırak. Çünkü böyle güzel yerler, seni takdis eden ve seni ulu tanıyan Türklere mahsustur."
Bu mektuptan sonra şehit düşen Etem Bey ile 250 bin şehidimiz bu diyarları bizlere emanet ettiler.
Gerçekten de Çanakkale Şehitler yurdudur. Eğer şehitlerimiz için birer normal boyutta mezar yapılsa idi, savaş alanları boydan boya o mübarek vücutlarla kaplanacaktı.
îmanla dolu kabinde vatanın ne anlama geldiğini derinden hisseden atalarımız, haçlı akınlarına karşı vücudundan kaleler oluşturmuş; et ve kemiğinden surlar meydana getirmiştir.
27. Alayda parmağını kaybettiğinin farkında olmadan tetiğe basanlar; gözleri önünde binlerce kardeşinin can verdiğini görenler ve : "Ölürsem Şehidim, kalırsam gaziyim" diyen imanlı kalpler...
Bu kahramanlardan biri de Yahya Çavuş’tur. 67 arkadaşıyla Ertuğrul Koyu’na hücum eden düşmanı bozguna uğratan bu bir manga askeri, ilk anda karşıdan güçlü bir tabur zannetmişlerdir.
O Yahya Çavuş ki, kopan bacağının yerine tüfeğini bağlamış, gazilik ona yetmemiş; Alçı- tepe’de de savaşa devam ederek Şehitlik Şerbetini içmiştir.
Bütün gaye ebediyyen bu diyarların bizim olmasıdır.
Mehmetçiğin kahramanlıklarını, canlarını dişlerine takarak verdikleri mücadeleyi ifade etmeye güç yetirmek mümkün müdür?
Bu yiğit erlerin birbirinden fedakâr ve üstün gayretleri hâlâ dilden dile dolaşmaktadır.
KOCA SEYİD’in dört kişinin zor kaldıracağı top güllesini sırtlayarak sürmesi başlı başına tarifi imkânsız bir hadisedir.
Bu sebeple Çanakkale Şehitler yurdudur ve Çanakkale geçilemez.
Haçlı ruhu dün kolumuzu kanadımızı kırmak için gayret ediyordu, bu gün de gayret ediyor. Dün Avusturalya’dan Afrika’ya; Afrika’dan Hindistan’a ne bulursa alıp üzerimize yürümüştür. Bu gün de aynı düşmanca tavnnı devam ettirmektedir. Değişen tek şey : Zaman...
Âkif:
"Kimi Hindu, kimi Yamyam, kimi bilmem ne belâ
Hani taûna da züldür bu rezil istila" sözleriyle dünyanın dört bir yanından hücuma geçen Haçlı Ruhu’nun vahşetini gözler önüne sermiştir.
Bir gün yolunuz ŞEHİTLER YURDU ÇANAKKALE’ye düşerse, bir gün bu "Ölümsüzlerin" arasına gelir ve fatihalar okursanız o günlerin sinema şeridi gibi gözlerinizin önünden geçip gittiğini derinden hissedersiniz.
Onlar "manen yaşıyorlar..."
Zira şehitler için "Ölüler" diyemiyoruz.
Onlar çok müjdeli baharların eridirler.
Onlar dedelerimizdirler.
Tek temennimiz onlara lâyık torunlar olabilmek İnşaallah...


BİR ÇANAKKALE ŞEHİDİNİ SON MEKTUBU SON MEKTUBU

Vâlideciğim,
Dört asker doğurmakla müfte- hir şanlı Türk annesi!
Nasihat-âmiz mektubunu, Divrin Ovası gibi güzel, yeşillik bir ovacığın ortasından geçen derenin kenarındaki armut ağacının sayesinde otururken aldım. Tabiatın yeşillikleri içinde mest olmuş ruhumu bir kat daha takviye etti. Okudum, okudukça büyük büyük dersler aldım. Tekrar okudum. Şöyle güzel ve mukaddes bir vazifenin içinde bulunduğumdan sevindim. Gözlerimi açtım, uzaklara doğru baktım. Yeşil yeşil ekinlerin rüzgâra mukavemet edemeyerek eğilmesi, bana, annemden gelen mektubu selâmlıyor gibi geldi. Hepsi benden tarafa doğru eğilip kalkıyordu ve beni, annemden mektup geldi diyerek tebrik ediyorlardı.
Gözlerimi biraz sağa çevirdim güzel bir yamacın eteklerindeki muhteşem çam ağaçları kendilerine mahsus bir sedâ ile beni tebşir ediyorlardı. Nazarlarımı sola çevirdim, cığıl cığıl akan dere, bana \/âlidemden gelen mektupdan dolayı gülüyor, oynuyor, köpürüyordu... Başımı kaldırdım, gölgesinde istirahat ettiğim ağacın yapraklarına baktım. Hepsi benim sevincime iştirak ettiğini, yaptıkları rakslarla anlatmak istiyordu.. Diğer bir dalına baktım, güzel bir bülbül, tatlı sedası ile beni tebşir ediyor ve hissiyatıma iştirak ettiğini ince gagalarını açarak göstermek istiyordu.
İşte bu geçen dakikalar ânında, hizmet eri:
— Efendim, çayınız, buyurunuz, içiniz, dedi.
— Pekâlâ, dedim. Aldım baktım, sütlü çay...
— Mustafa bu sütü nereden aldın? dedim.
— Efendim, şu derenin kenann- da yayıla yayıla giden sürü yok mu?
— Evet, dedim. Evet ne kadar güzel.
— İşte onun çobanından 10 paraya aldım.
Vâlideceğim, on paraya yüz dirhem süt, hem de su katılmamış. Koyundan şimdi sağılmış, aldım ve içtim.
Fakat bu sırada düşünüyorum. Ben vâlidemin sâyesinde onun gönderdiği para ile böyle süt içeyim de, annem içmesin, olur mu? Şevket neden içmiyor? dedim.
Fakat yukardaki bülbül bağırıyordu: ’Vâliden kaderine küssün, ne yapalım. 0 da erkek olsaydı, bu çiçeklerden koklayacak, bu sütten içecek, bu ekinlerin secdelerini görecek ve derenin aheste akışını tetkik edecek ve çıkardığı sesleri duyacak idi."
Şevket merak etmesin, o görür, belki de daha güzellerini görür.
Fakat vâlideceğim, sen yine müteessir olma. Ben seni, evet seni mutlaka buralara getireceğim. Ve şu tabiî manzarayı göstereceğim. Şevket, Hilmi de senin sâyende görecektir.
0 güzel çayırın koyu yeşil bir tarafında, çamaşır yıkayan askerlerim saf saf dizilmişler. Gayet güzel sesli biri ezan okuyordu.
Ey Allahım, bu ovada onun sesi ne kadar güzeldi. Bülbül bile sustu, ekinler bile hareketten kesildi, dere bile sesini çıkarmıyordu. Herkes, herşey, bütün mevcudat onu, o mukaddes sesi dinliyordu. Ezan bitti. 0 dereden ben de bir abdest aldım. Cemaat ile namazı kıldık. O güzel yeşil çayırların üzerine diz çöktüm.
Bütün dünyanın dağdağa ve debdebelerini unuttum. Ellerimi kaldırdım, gözümü yukarı diktim, ağzımı açtım ve dedim:
— Ey Türklerin Ulu Tanrısı! Ey şu öten kuşun, şu gezen ve meleyen koyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Halikı! Sen bütün bunları Türklere verdin. yine Türklerde bırak. Çünkü böyle güzel yerler, seni eden ve seni ulu tanıyan Türklere mahsustur.
“Ey benim Yarabbim! Su kahraman askerlerin bütün dilekleri; ism-i celâlini Ingilizlere ve Fransızlara tanıtmaktır. Sen bu şerefli dileği ihsan eyle ve huzurunda titreyerek, böyle güzel ve sakin bir yerde sana dua eden biz askerlerin süngülerini keskin, düşmanlarını zaten kahrettin ya, bütün bütün mahveyle!" Diyerek bir dua ettim ve kalktım. Artık benim kadar mes ‘ut, benim kadar mesrur bir kimse tasavvur edilemezdi.
Anneciğim, oğlun Halit de benim gibi güzel yerlerdedir.
Dünyanın en güzel yerleri burası imiş. Yalnız bu memleketlerde düğün olmuyor. İnşallah düşman asker çıkarır da, bizi de götürürler, bir düğün yaparız, olmaz mı?
Kadir’e mektup yazdım.
Valideciğim, evdeki senet vesaireyi kimselere kat’iyyen vermeyin ve sorarlarsa biz bilmiyoruz deyin.
Çantayı al, sandığa koy, ben sana vaktiyle anlatmış idim, bu dünya böyledir.
Fakat sen merak etme, 0 parayı vermese, adliyedeki adam vermezdi. Hani nasıl aldık. Yalnız zaman ister.
Vâlideciğim, çamaşır falan istemem, paralarım duruyor, Allah razı olsun.

Oğlun Hasan Etem 4 Nisan 1331
(17 Nisan 1915)