Makale

Bir Öğretmenin Günlüğünden

ANI
Bir Öğretmenin Günlüğünden

15 Ağustos 1994... Pazartesi... Saat 12.40... İstanbul’u, görev yaptığım okulu aradım. Karşıma Müdür Yardımcısı Turan Bey çıktı. Tok sesiyle halimi hatırımı sorduktan sonra pat diye "Hocanım tayininiz Iğdır’a çıktı" dedi. Şok oldum... Telefonun ahizesi elimden düştü... Yüzüm bulutlandı... Ardından gözyaşlarını boşandı... Boğazımda hıçkırıklar düğümlendi... Evde bir üzüntü havası esmeye başladı.
O günden sonra huzurum kaçtı. Ne birşey yiyebiliyor, ne de rahat bir uyku uyuyabiliyordum. Kâbuslar görüyordum...
22 Ağustos... İstanbul’a gittim... İlişiğimi kestiğim 13 Ekim tarihine kadar hayalet gibiydim. Dersleri kuru bir şekilde anlatıyor, zil çalınca da hemen çıkıyordum. Teneffüslerde öğretmenler odasında hiç kimseyle konuşmuyor, zil çalınca sessizce yerimden kalkıp derse giriyordum. Başta sayın müdürümüz olmak üzere, bütün öğretmen arkadaşlarım ve öğrencilerim benim bu durumuma çok üzülüyorlardı. Hergün öğretmenler odasına gelen gazetelerin başlıklarına bakıyor, Iğdır’da olay olmuş mu diye araştırıyordum.
Okullar açılınca şehit edilen öğretmenleri okudukça moralim bozuluyor. Arkadaşlar elimden gazeteyi çekip alıyorlardı.
4 Ekim... Boş olan dersimde öğretmenler odasında oturuyordum.
Gözlerim boğazın derinliklerine dalmış, aklım altı yıl öncesi "24 Kasım Öğretmenler Günü “ne gitmişti.
24 Kasım 1988... Evde herkes yatmış, ben televizyon izliyordum. Uğur Dündar’ın programı vardı ve emekli bir bayan öğretmeni davet etmişti. 65 yaşlarında, gözlüklü bir bayandı. Üzerinde siyah bir döpiyes vardı. Yüzünde mesleğindeki tecrübelerinin izleri vardı.
Uğur Dündar kendisinden bir anısını anlatmasını rica etti. Anlatmaya başladı:
"Doğuda bir köyde ilkokul öğretmeniydim. Okulun bir çimento torbası çalınmıştı. Benim öğrencilerimden birinin çaldığı tesbit edilmişti. Disiplin Kurulu bu öğrencinin okuldan atılmasına karar vermişti. Kararın hemen uygulanmamasını. onun böyle yapmasının bir sebebi olabileceğini ve konuyu araştıracağımı söyledim. Çocuğu takip ederek evine gittim. Harap bir ev idi. Odanın bir köşesinde çocuğun hasta annesi yatıyordu. Çocuk beni görünce mahçup oldu ve başını önüne eğdi. "İşte öğretmenim, durumumuz bu. Ben. o çimento torbasını satıp onun parasıyla anneme ilaç alacaktım."
Bir müddet sonra tayinim İstanbul’a çıktı. Aradan yıllar geçti. Bir gece kızım hastalandı. Çaresizlik içinde bir eczaneye gittim. Eczanede eli çantalı, iyi giyimli bir genç vardı. Kendisinin doktor olduğunu ve kızımı muayene edebileceğini söyledi. Eve gittik. Kızımı muayene etti. "Hocam korkmayın, kızınızın önemli bir şeyi yok, üşütmüş" dedi.
Şaşırmıştım... "Affedersiniz, siz beni nereden tanıyorsunuz?" dedim.
"Hocam! Şu kadar yıl önce, doğuda. falanca köyde hasta annesine ilaç alabilmek için okulun çimento torbasını çalan öğrencinizim ben" dedi.
"Birbirimize sevinçle sarıldık. Sevincimizi gözyaşlarımız dile getirdi."
Bu anısını anlatırken de gözyaşlarını tutamamıştı. Uğur Dündar yaşlı gözlerle ayağa kalktı, ceketinin düğmelerini ilikledi ve saygıyla öğretmenin elini öptü.
"Hocahanım, daldınız yine" sesiyle irkildim. "Ne olur bu kadar üzülmeyin. Sizi üzgün görünce biz de üzülüyoruz." Gözlerim buğulanmıştı.
Evet... Üzülmemeliyim... Ben bir öğretmenim... Bayrağımın dalgalandığı her yer benim vatanım. Her yerde görev yapmalıyım!..
Evet... Üzülmemeliyim. Ben bir öğretmenim... "Ben bir muallim olarak gönderildim." diyen Hz. Peygamber’in mesleğine talip olmuşum!..
Evet... Üzülmemeliyim... Ben bir öğretmenim... "Bana bir harf öğretenin, kırk yıl kölesi olurum"
diyen Hz. Ali’nin yücelttiği bir mesleğe talip olmuşum!..
Evet... Üzülmemeliyim... Ben bir öğretmenim... Yavuz Sultan Selimin hocasının atının ayağından sıçrayan çamura dahi değer verip, "Bu kaftanı saklayın, öldüğüm zaman tabutumun üzerine örtün. Çünkü onda hocamın atının ayağından sıçrayan çamur var” dediği kutsal bir mesleğe talip olmuşum!..
Terör gözümü korkutmamalı... Gitmeliyim... Orada da beni bekleyenler var.
24 Ekim... Yola çıktık... Otobüsle gelirken etrafı gözlemliyorum. Er- zurum-Ağrı arasındaki tepelerdeki yazılar beni kamçılamıştı.
"Vatan bir bütündür, bölünemez."
"Önce Vatan"
"Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ"
Tepelerdeki askerleri gördükçe vazife aşkı beni kamçılamıştı. Onlar da ana kuzusuydu. Onlar vatanın bekçisiydi, ben eğitimin bekçisiydim. Görevim, devraldığım eğitim bayrağını dalgalandırmak, zamanı gelince benden sonrakilere devretmekti.
27 Ekim... Perşembe... Göreve başladım... Öğrencilerin gözleri ışıl ışıl... Tahtaya "Hoşgeldiniz hocam, sevgi ve saygılarımızla..." yazılmış. Hele minik bir öğrencinin "Hoşgeldiniz hocam" diyerek elimi öpmesi ve bana çiçek vermesi... Duygulandım... O an, mesleğimi hiçbir mesleğe değişmem diye geçirdim içimden. Ne güzel bir meslek seçmişim...
Kimbilir, bu öğrenci veya öğrenciler ileride karşıma kariyer sahibi birisi olarak çıkacak... İşte o zaman dünyanın en mutlu insanı ben olacağım.
Öğretmen bir mumdur. Kendisi erir ama, etrafını aydınlatır.
Masamdan, bu sevimli öğrencileri tek tek süzerken Atatürk’ün "Öğretmenler! Yeni nesil sizlerin eseri olacaktır" sözü kulaklarımda çınladı. Hemen arkasından görevi bu çocukları cehaletten kurtarıp, onları topluma kazandırmaktan başka birşey olmayan meslektaşlarım aklıma geldi ki, bu yüzden şehit edilmişlerdi.
Ve onları rahmetle anıyorum ve tekrar diyorum ki... "Öğretmen bir mumdur. Kendisi erir ama etrafını aydınlatır."

Fatma Çavuşoğlu
Ziya Gökalp Ortaokulu
Din Kültürü ve Ahlâk Bil. Öğrt.