Makale

İslam ve İnsan

İslam ve İnsan

Yrd. Doç. Dr. Habil ŞENTÜRK
Süleyman Demirel Ü. ilâhiyat Fakültesi

İslam ve insan konusuna öncelikle insanı tanımak, daha sonra İslam’la insanın yakın alakasını belirtmek suretiyle başlamak istiyorum.
İnsan nedir? İnsan sadece etten, kemikten ibaret bir varlık mıdır? Onun ihtiyaçları sadece yemek, içmek, giyinip kuşanmak, yorulup dinlenmek ve birtakım maddi menfaatlerini temin etmekten ibaret midir? Yoksa o bunlarla birlikte rûhen de birtakım manevi ihtiyaçlarını karşılamak durumunda olan, beden ve ruh bütünlüğü içinde insanı kamil olmaya namzet bir varlık mıdır? İşte bu noktada insanın maddesiyle, manasıyla bir bütün olduğunu, maddi ihtiyaçları kadar manevi ihtiyaçlarıyla da ilgilenilmesi gerektiği üzerinde durulmalıdır. İnsan hangi özelliklere sahiptir ve İslam onun bu özellikleriyle ne kadar ilgilidir?
İnsan dünyaya geldiğinde, bir ihtiyaçlar deryasına doğmaktadır. İhtiyaçları çok, buna karşı kendisi aciz bir varlıktır. Şefkate, bakıma, beslenmeye ihtiyacı vardır. Korunup kollanmaya ihtiyacı vardır. Büyütülüp yetiştirilmeye, öğrenmeye ve öğretilmeye, inanmaya, güvenmeye, şükretmeye, ibadet etmeye ve sığınmaya ihtiyacı vardır. Bu maddi ve manevi ihtiyaçların karşılanmasıyla insan gelişmeye, olgunlaşmaya, eksiklerini tamamlamaya ve Allah’ın halifesi olmaya layık hale gelecektir.
İnsan doğuştan, birtakım istidat ve özelliklerle gelmektedir. Bunları ona veren Allah, bu özelliklerin gelişmesi ve ortaya çıkması için de gerekli zemini hazırlamış, her türlü ihtiyacının karşılanması için dünya şartlarında türlü nimetlerini yarattığı gibi, ona akıl ve irade gibi büyük bir kabiliyet de vermiştir. Ayrıca insanın dünya ve ahiret mutluluğunu kolayca elde edebilmesi için de peygamberler ve onlar vasıtasıyla da kişinin hayatını düzene sokacağı dinler göndermiştir. Yani onu ihtiyaçlarıyla başbaşa, zor durumda ve başıboş bırakmamıştır.
Şöyle bir düşünecek olursak, ihtiyaçlarla nimetlerin tam bir uyum ve uygunluk içinde, bir denge teşkil ettiği görülecektir. Meselâ, Allah midemizi yaratmış, buna karşılık yer yüzünde sayısız nimetler var etmiştir ki yiyebilsinler diye; erkeği yaratmış, kadını da yaratmış ki aile kurabilsinler diye; gözlerimizi, kulaklarımızı yaratmış ki güzel manzaraları görebilsinler ve güzel sesleri işitebilsinler diye. Akıl vermiş düşünüp anlayabilmek için, insanların içine, fıtratına bir güzellik duygusu koymuş, bunun karşılığında güzel varlıklar ve manzaralar yaratmış; inanma ve ibadet etme ihtiyacını koymuş, buna karşı da peygamberlerle bu fıtrata uygun fıtrî dinler göndermiştir. İşte İslam, insanın fıtratına uygun en son fıtrî ve tabii dindir. İnsan onunla, ruhunun en tabii ihtiyaçlarından birisi olan inanma ve inandığı gibi yaşama ihtiyacını karşılayarak Allah’ın kulu ve halifesi olma bahtiyarlığına ermektedir.
Peki öyleyse İslam nedir? İslam, insanın insan olma şeref ve haysiyetini koruyan, geliştiren ve şerefli bir varlık olarak hayatını sürdürmesine imkan sağlayan bir dindir. İslam, insanın hayatını düzene sokan, ona dünya ve ahirette mutluluk vadeden bir dindir. Ancak bu mutluluğu vadederken İslam, bizim elimize bir reçete vermekte, bu reçeteye uygun bir şekilde ilaçları kullanmak ve sağlığımıza, huzurumuza kavuşmak bize kalmaktadır. Yani mutlu olamıyorsak kabahat bizdedir, İslam’da değil. Çünkü Islama uygun bir hayat tarzı yaşamayan, İslam’ı bir yaşama felsefesi, bir hayat iksiri olarak hayatında gereği gibi uygulamayan İnsanların hali, doktora gidip reçeteyi ve ilaçları aldıktan sonra tarife uygun bir şekilde o ilaçları disiplinli olarak almayan, şu ilaç acı imiş, bu ilaç ekşimiş, şu ilaçları almak zor diyerek ilaçları gereği gibi kullanmayan ve tedaviyi ihmal ederek iyileşemeyen, sağlığına ve huzuruna kavuşamayan kişinin haline benzemektedir.
Şimdi burada, kabahat doktorun reçetesinde ve ilaçlarda mı, yoksa tedaviyi gereği gibi uygulamayan hastada mı? Elbette ki hastada. Demek ki, İslam’ı iyi anlar, ona göre gereğini yaparsak ve bu yaptıklarımızı da hayat boyu bir disiplin içinde uygularsak dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşuruz. Yoksa Müslüman olduğumuz halde İslam’ı hayatımıza tam olarak uygulamadığımız zaman o huzur hâzinesinden gereği gibi faydalanamıyoruz demektir. Yani İslam’ın bize faydası ancak onu hayatımıza yansıttığımız oranda olacaktır.
İnandık demek yetmez, yaşamak gerekmektedir.
İslam’ı olabildiğince yaşamak isteyen bir Müslümanın zamanla hayatı değişir; daha huzurlu, daha olgun ve daha faziletli bir insan haline gelir. Çünkü İslam, bir İnançlar ve değerler sistemidir. Bu inançlar ve değerler sistemini, İç dünyasında şuurlu bir şeklide kuran Müslüman, iç bütünlüğünü sağlamış; duyguları, düşünceleri, inaçlan ve iradesi arasındaki uyumu sağlamış huzurlu bir insandır. Onun bu iç bütünlüğü ferdi hayatında ibadetleri ve ahlaki faziletleriyle; sosyal hayatında iyi geçimi, sağlıklı, sempatik tavır ve hareketleriyle; ticaret ve iş hayatında ise güvenilir, sözünün eri, bilgili, başarılı tutum ve davranışlarıyla kendini gösterecektir. Çünkü İslam, ondan bunu istemektedir, bunu beklemektedir.
İslam, ne sadece inanç ve ibadet, ne sadece güzel ahlak ve ne de sadece şu veya bu değildir. İslam bütün hayatı kapsamına alan bir yapıya sahiptir. O, ne sadece ahireti, ne de sadece dünyayı mamur etmeyi hedef alır. O hem ahiret, hem dünyadır; dünya ve ahire- tin dengeli bir bütünüdür. O bir hayat anlayışı, dünya görüşü ve yaşayış tarzıdır. Bu ölçüler içinde İslam’ı hayatına yansıta- bilen Müslümanlar, ondan gereği gibi faydalanabilirler. Hayatlarında İslam’ın üstünlüklerini, güzelliklerini, insana kazandırdığı değerleri görebilir ve hissedebilirler. Bir Müslümana selam verirken ona değer verdiğini ve ona dua ettiğinin şuurunu yaşarken, sosyal ilişkilerinde başkalarına saygılı ve nazik olmanın, kendine güvenen ve başkalarına güven veren, samimî ve sağlıklı bir kişilik sergileyebilirler.
İslam bir disiplindir, Müslümanın hayatını disipline eder, tanzim eder. Bu sebeble Müslümanın hayatı planlı ve programlı olmalıdır. Kılığı, kıyafeti düzgün, işine vakıf, sözüne sadık ve sorumluluğunu müdrik olmalıdır.
İslam dürüstlüktür, dürüst bir kişilik geliştirir. Bu dürüstlük Müslümanın her şeyiyle, her yönüyle dürüst olması demektir.
Müslüman sözünde dürüst, işinde dürüst, aile hayatında dürüst, sosyal ilişkilerinde ve ticaret hayatında dürüst olmalıdır. Düzenbazlık, sahtekarlık ve iki yüzlülük onun hayatına girmemelidir, girememelidir.
İslam, dünya âhiret dengesidir. İslam, meskenet, zillet ve ezilmişliğe karşıdır. Müslüman dünyasını yaşarken ahiretini unutmaz, unutmamalıdır. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışırken, yarın ölecekmiş gibi de ahireti için çalışacaktır. Aslında bunlar, ona göre ayrı ayrı şeyler değildir. Çünkü o, “el işde, gönül Hazret’te” düşüncesinin sahibidir. Allah’la irtibatını kesmeyen insan için, dünya ahiret ayırımı düşünülebilir mi? öyleyse Müslümanın dini ile dünyası bir bütündür, barışıktır, dünyası İle ahireti birbirinin devamıdır.
İslam iman, ibadet ve ahlakın hayatla, çayın içindeki şeker, çorbanın içindeki tuz gibi bütünleştiği, hayatın tadı ve tuzu olmalıdır. Müslüman, İslam’ı böyle anlamalı ve böyle yaşamalıdır. Gerçekten İslam’ı anlar ve gereği gibi yaşayabilirsek, İslam bizim hayatımızı değiştirir, iyiye, güzele ve mükemmele doğru geliştirir, bizi olgunlaştırır.
Bütün bunlar sadece birer hayal ve düşünceden ibaret değildir. Bunlar, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’ in hayatında, sahabenin hayatlarında, asr-ı saadette ve İslam tarihinde yaşanmış, bizim hayatımızda da yaşanan ve yaşanabilecek olan gerçeklerdir. Bu sebeble İslam’ı en güzel şekilde öğrenmek ve yaşamak suretiyle Allah’la (c.c.), diğer İnsanlarla ve dünyayla ilişkilerimizi düzeltebilir; Allah’ın sevdiği bir kul, insanların sevdiği bir kişi; İşlerinde başarılı, dini ve dünyasıyla barışık bir şahsiyet olabiliriz. Yeter ki bu yolda azimle, sebatla yürümesini bilelim. Tevfik Allah’tandır. ♦