Makale

Yeşili Koruma ve Dini sevdirme Seferberliği

Yeşili Koruma ve Dini Sevdirme Seferberliği
Halit Güler


TEMMUZ / 1992’nin başında 10 gün izin aldım. Doğup büyüdüğüm, nimetlerinden istifade ettiğim, ilim ve irfanından feyzaldığım Konya’ya gittim. Her nedense fırsat buldukça Selçuklu şehri Konya’ya gitmekten çok hoşlanırım. Bıı hoşnutluğun tesiriyle günlerin yorgunluğunu atanın. Yağmalanmış ve parsellenmiş sahillere, abartılmış tatil köylerine, imar edilmemiş kaplıcalara, düzenli piknik yerleri bulunmayan ormanlara gidemiyeceğimize göre. Bu yerlere dinlenmek için gidenlerin ortak kanaati; oraların yaşanmaz ve çekilmez hale geldiğidir.
Kendi şartlarımıza, kendi zevkimize, felsefemize ve ahlâk anlayışımıza uygun düşen bir yerimiz olsa belki oraya gideriz. Belki değil mutlaka gideriz. Biz bu tip yerlere gidilmesine, insanların yeşille ve denizle dinlenmesine karşı değiliz. Biz bu tarz yerlerdeki anlayışa, yaşayışa ve kültüre karşıyız. Tavernalaşmaya, insanları ahlâkî değerlerimize aykırı yaşamaya özendiren yerler haline getiren anlayışa karşıyız.
Sahiller ve parklar kirli ve hırçın, aynı zamanda saygısız. Mesire yerleri kokmuş çöplerle, bira şişeleriyle, gözü kararmış ve beyni sulanmış insanlarla itici ve ürkütücü. Yeşillikler, pınarlar, göl kıyıları kumarın ve alkolün sergilendiği yerler haline gelmiş. İşte ben bu sebeplerle, insanın huzur duyacağı yer, en hoşlandığı yerdir, diyerek hep Konya’ya giderim. Biraz da güzel örf ve âdetlerimizi hiçe sayanlara inat olsun diye. Turizm mevsiminde uzun uzun Yunan kültüründen ve Roma medeniyetinden bahsedenlere, sahillerde gayesiz festivaller düzenleyen-lere ibret olsun diye...
İşte böylesine karmaşık düşüncelerle ama belli bir niyetle Konya’da iken arkadaşlarımız Akşehir’de ilçe müftüleri toplantısı yapılacağını haber verdiler ve katılıp katılamayacağımı sordular. Daha çok, şehrimin ilçe müftüleriyle beraber olmak hevesiyle katılabileceğimi söyledim. Çok faydalı geçen toplantıdan ve her müftünün ayrı bir camide ifa ettiği vaz-u nasihatten sonra huşu ile Cuma namazlarımızı kılarak Akşehirin meşhur Hıdırlık Tepesine çıktık.
Hıdırlığın şöhretini duymuş ve Konyalı olmama rağmen bu zamana kadar da görmemiş-tim. Tepedeki yeşilliğe kendisini kabul ettiren ulu bir çınarın altında oturarak çaylarımızı yudumlarken ikindi güneşinin aydınlığıyla parlayan Akşehir’i seyrediyorduk. Bu arada dışarıya çokça gönderildiğini öğrendiğimiz Akşehir kirazı da çevredeki yeşilliğe ilgimizi artırıyordu. Kurtuluş Savaşında önemli görüşmelere şahit olan camilerde kıldığımız cuma namazı, Akşehir kirazı -Napolyon kirazı değil-, ulu çınarların gölgesi, tepelere doğru merdiven merdiven yükselen yeşillik ve bardak bardak içtikçe tekrar içesimiz gelen hıdırlık suyu, müftülere hizmet etme mutluluğu yüzünde görülen büfe sorumlusu. Bunlar bize Allah’ın lütfü, nimetleri. İşte bunlar bizi dinlendirir. Biz, tatil diye bunlara deriz. Bunlar bize çevrenin iyilikleri, daha doğrusu çevrenin tâ kendisi. Ne kadar güzel! Son devir ressamlarının insanın zevkini de karıştıran çarpık çurpuk tabloları gibi değil. Müstehcen yayınların sicilli sayfalarına, bazı filmlerin dehşet ve korku dolu sahnelerine hiç benzemiyor.
Herşeye rağmen yine de insana serin bakan, huzur veren.
zihnini dinlendiren, ruhunu ferahlatan ve yorgunluğunu unutturan yeşil tepeler. O tepelere doğru Allah’a şükrederek ve bu güzelliklerin böyle kalmasını dileyerek, memleketimizin her bir köşesinde bizim ilgimizi ve sevgimizi bekleyen nice korulukların olduğunu düşünerek adım adım yürüyorduk.
Tatilim kısa da olsa, değerlendirmek ve daha çok yer görmek için -sağ olsunlar-dostlarımız bizden fazla çaba sarfediyorlar. Kısa mesafeli gezi programları hazırlıyorlar.
Nedense gazinolaşan çevre bizim yapımızdaki kimselerin daha çok evlerine kapanmala-rına sebep oluyor. Çünkü nereye gitseniz bir tatsızlıkla karşılaşma endişesinden kurtulamıyorsunuz. Bu sebeple tabiî halinden çıkarılan, ilâhî güzelliği yok edilen çevreden uzak vakit geçirmek sanki bizim için daha dinlendirici oluyor.
Dostlarımız bir günlük güzel bir programla karşıma çıkınca reddetmek mümkün olmadı.
Bir sabah arabalarımıza atlayarak Konya’dan ayrıldık ve Güneysınır yolunu takiben Göksu’ya gittik. Anadolu topraklarını yeşili bağrına basma gayretinde görmek insanı muV lu ediyor. Çınarlı tepelerin, yemyeşil vadilerin, sürü sürü koyunların komşuluk yaptıkları uzun ince bir yoldan bahçeleri tozlar içinde bırakarak Göksu Elektrik Santralının bulunduğu vadiye ulaştık. Elektrik üreten türbünleriyle, vadiyi daha anlamlı hale getiren cami ve okuluyla şirin bir hizmet ünitesi. Ben olmasam bu yeşillikler de olmazdı, dercesi-ne şırıl şırıl akıp giden Göksu Deresi, derenin ortalığı serinleten şırıltılarına karışan böcek vızıltıları. Bütün bunları bastıran değil, daha da coşturan öğle ezanı. Suyun başına doğru yürürken bir gencin dalından yeni kopardığı kayısılarla doldurduğu sepeti, "buyurun, istediğiniz kadar alın" diyerek önümüze koyuvermesi.
Bütün bunları görmek ve kısa bir müddet için de olsa bu tablo ile beraber olmak insanı kabiliyet ve karakter yapısıyla yeniliyor. İnsan dinlendiğini ve bu manzaranın kendisine kazandırdığı rahatlığı hissediyor. Vadiye sıkışıp kalmış bu yeşilliğin, sel sularıyla akıp giden topraklarımıza varıncaya kadar, yayılmasını dileyerek vadiden ayrıldık.
Göksu deresinden üzüm bağlarının yeşillendirdiği tepeleri sabırla aşarak Hadimî Haz-retlerinin de medfun bulunduğu yamaçtaki mezarlığa ulaştık. Türbe, mezarlığın başlangıcında. Mütevazi camisiyle bakımlı bir görünüm arzediyor. Türbenin Belediyece bugünkü şekline getirildiğini Hadimi! dostlarımız memnuniyetle ifade ettiler. Arkadaşlarımız tarafından okunan Yâsin-i Şerifi, Hadimî Hazretlerinin ve yakınlarının ruhuna bağışlayarak ve ölmüş insanların yeşilliğe, yaşayanlardan daha çok sahip çıktıklarını görerek oradan ayrıldık.
Dönüşte müftülüğü ziyaret ettik. Kısa bir sohbetten sonra Taşkent’e geçtik. Taşkent de adını çok duyduğum ama bu zamana kadar görmediğim yerlerden birisi. Yalçın kayaların adeta dekore ettiği ve himayesinde büyüyen ağaçların gölgelik yaptığı mihrab ismi verilen düzlükteki parka oturarak Taşkent’in eteklerinde derinleşen vadiyi seyrettik. Kayalıkların kovuklarında büyüyen çiçeklerden derledik. Etrafımıza sevgi hâlesi meydana getiren insanlarla konuştuk. Yeşilliği korumak, meyve ve sebze yetiştirmeye müsait toprakları betona kurban etmemek için büyük masraflarla kayalıklara inşâ edilmiş binaları seyrettik.
Taşkent’in meşhur kara dudu henüz çıkmadığı için tadamadık. Taşkent, kayaların yeşille kucaklaştığı, vadilerin yeşilliklerle tepelere ulaşmaya çalıştığı, çevrenin ve insanların huzur ürettiği ender gördüğüm yerlerden birisidir. Ne yazık ki, yağmur bastırdığı için, Mihrab düzlüğünden Taşkent vadisini fazla seyredemedik, Taşkent’e doyamadan ayrılmak zorunda kaldık.
Taşkent’ten Konya’ya dönerken meşhur Eğitse Deresinden geçtik. Her şeyin süratle değiştiği Türkiye’de, nedense hiç değişmeyen Eğitse Deresinden, arabalarımız tepeden aşağıya kıvrıla kıvrıla inen yolda ilerlerken dereye doğru uzanan arazide çalışan kadınlar, orakla ekin biçen köylüler görülüyordu. Hiç bir şekilde imar görmemiş, katır yolu araba geçecek şekilde genişletilmiş, o kadar. Asfaltlanmamış dolambaçlı yolu kısaltacak tarzda tepeleri birbirine bağlayacak geçitler de yok. Yer yer yük taşıyan katırlar görülüyor. Eğitse Deresinde taşımacılık halen katırla yapılıyor. Eğitse Deresi bu haliyle daha orjinal. Keşke bu dereyi kıvrım kıvrım haliyle şekillendiren o yol asfalt olsa da katırların arkasında yürüyen yavrular, bağlar ve bahçeler tozdan topraktan kurtulsa. Yollarında yürüyen sabırlı insanlar, tarlalarında çalışan mahallî kıyafetli kadınlar, pınarlarından içen kurtlar, kuşlar Eğitse Deresini ziynet-lendiriyor. Varsın bu tablo tabiî haliyle kalsın. Eğitse’li hemşehrilerim ne derler bilmiyorum ama ben asfalt yoldan da vazgeçtim.
Kısa iznimden dönüp görevime başlayınca masamın üzerinde bir davetiye buldum. Okuduğum zaman İstanbul Ehl-i Kur’an ve Mevlithanlar Derneği’nin 23. geleneksel hafızlar gününe çağrıldığımı anladım. Bunun üzerine 18 Temmuz 1992 Cumartesi günü Sarıyer Çırçır Suyundaki hafızlar tablosunun mütevazi bir köşesinde biz de yerimizi aldık. Ev sahipliği yapan İstanbullu hafızlara Bursa’dan, Manisa’dan, Başkent Ankara’dan gelenler de katılmışlardı.
Dünyanın incisi, İstanbul’un kalbi boğazın insan eli değmemiş her yeri güzeldir. Neresine insan eli ulaşmış ise maalesef orası çirkindir. Başta değerli dostumuz Adem ERİM olmak üzere, hafızlar zevk sahibi kimseler oldukları için boğazda insan eli değmemiş bir yer bul-muşlar. Yapılaşmamış, beton-laşmamış ve meyhaneleşmemiş bir yer.
Başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere ilâhiler, kasideler, konuşmalar, kahramanlık türküleri ve destanları Boğaz’ın bu şanslı köşesine ne güzel yakışmış. İnsanlar mutlu, çınarlar mutlu ve tatlı tatlı esen yel mutlu. Okuyanları ve dinleyenleri zevkle gölgelendiren dallar ve yapraklar mutlu. Ulu çınarların altına her halde bu merasim için konulmuş masalarda programı huşu ile takip eden seçkin davetliler, Kur’an-ı Kerim’le feyizlenen yeşilliğin gönüllerde uyandırdığı serinlikle huzurlu.
Düşünceleri ve orman sevgileri dinî musikî ile olgunlaşan bu insanlar, bulundukları ma-hallin ve benzeri yerlerin titizlikle korunması gerektiğine bir kerre daha inanmışlardı. Mera-simin sonunda yapılan duada Allah’a yönelen gönüller bunun için de âmin demişlerdi.
Bu merasim insanla ve tabiatla bütünleşmişti. Beş hafız tarafından okunan öğle ezanı bu güzel nimetleri bize bahşeden Allah’a şükretmenin belgesi idi. Aşağıdan bakıldığı zaman göklerin maviliğine ulaşmış gibi görünen çınarlar, âdeta düşüncelerin yücelmesine rehberlik ediyordu. Eğer aşağıdaki tablo değişik olsaydı, ezan sesi yerine sarhoş çığlıkları, âmin diyen gönüller yerine her şeye isyan eden nefisler bulunsaydı bu yeşillik küser, bu rüzgâr susardı. Bülbüller ötmez, pınarlar akmaz olurdu.
Gezerken olduğu gibi yazarken de beni dinlendiren ve mutlu kılan bu yazıya bir paragraf da Bursa’dan eklemek İstiyorum: Bursa; Osmanlı şehri. Sanki Osmanlı İmparatorluğundan geriye kalan bir çekirdek Osmanlı ruhunun, yalnız karakter ve mede- M niyetinin değil, ruhunun yaşatıldığı bir öz. İmparatorluk coğrafyasından; Yunanistan, Bulgaristan, Yugoslavya, Arnavutluk, Kırım, Kafkasya, Güney Asya ve Kuzey Afrikadan gelen Türklerin kaynaşarak, anlaşarak hayatlarını devam ettirdikleri bir sosyal merkez. Bu şekliyle Selçuklu Konya’da, Osmanlı Bursa’da yaşıyor. Camileriyle, medreseleriyle, türbeleriyle, ker-vansaraylarıyla, ilim ve hikmetiyle, Hz. Mevlânâ ve Emir Sultanıyla. Bu şehirleri anlatmak çok zor. Çok zor ama ünlü edebiyatçı ve yazar A. Hamdi TANPINAR anlatmış. Hem de ne güzel anlatmış...
Sabah namazını Ulu Camide kıldık; imamın sesiyle birleşen ana kubbenin altındaki havuzlu şadırvandan etrafa dağılan suların şırıltısını dinleyerek....
Namazı müteakip, kısa bir istirahattan sonra, Uludağ’ın eteğindeki "Muhtarın Yeri" denilen meşhur çınara çıktık. Sanki o çınar bizi Uludağ’a çeken güzelliğin ve kültürün nirengi noktalarından birisi. Uludağ’ın her tarafı güzel ama. bu çınar altı daha bir başka güzel. Bu ulu çınar herhalde Bursa’nın ve Uludağ’ın halen varlığını sürdüren en yaşlı şahididir. Dili olsa da anlatsa. Anlatamadığı için, derdini dökeme-diği için dalları diğer çınar ağaçlarının gövdelerini geçmiş. Yeşilliği betonlaştırmaya çalışanlara meydan okurcasına etrafa yayılan dallarının al-tında otururken bunları düşünüyordum. Şimdi çoğunlukla yerli ve yabancı turistler görülüyor ama vaktiyle ne kumandanlar, gaziler, vezirler, âlimler, seyyahlar burada oturup sohbet etmişlerdir. Belki bereketi ve neşesi de onların ruha-niyetinden ileri gelmektedir. Sanki çevredeki yeşilliğe renk veren cevher, bu çınarda gizlenmiştir.
Fazla vaktimiz olmadığı için çınarın altından ayrılmak zorunda kaldık. Arabalarımıza binip aşağıya gitmemiz gerekirken yeşillik bizi daha yukarılara çekti. Zirveye yakın bir noktadan geri döndük. Uludağ’ın zirvesi mutlaka vardır ama yeşilliğin zirvesi de bu çınardır.
Bu, kısa süren Uludağ seyahatimizde hoş olmayan işlerle de karşılaştık. Eteklere yer yer yapılmasına fırsat verilen zevksiz, biçimsiz beton yığmalar, inşaatı yarım kalmış gazinomsu binalar. Bu binaların ve mesire yerlerinin yakınındaki çöp yığınları. Açılan gazinolar hangi gafletin ürünü bilmiyorum. Yalnız ihanet derecesinde bir yanlışlık.
Bu gidişle, ulu çınarın dallarının kahrından bir gecede yere iniverdiğini görürseniz hiç şaşmayın.
Size memleketimizin güzel köşelerinden yeşille kucaklaşmış bir kaç örnek sunmaya çalıştım. Gün geçtikçe bu güzel örneklerin azaldığını görmek bizleri üzüyor. Benim gördüğüm yerlerden daha güzel yerler de mutlaka vardır. Bu güzel örnekleri çoğaltmak da bizim elimizdedir. Bu, sevgi ile mümkün olur. Vatanımızı sevmekle, insanımıza saygı duymakla, vatanımızın her bir köşesinde yükselen medeniyet eserlerimizi korumakla. Bunların tamamına sahip çıkmayı bize öğretecek olan dinimizi sevmekle. Dinimizi sevdirmeden diğer değerleri sevdirmek de mümkün olmaz. Yeşili korumak, çevreyi temiz tutmak isteyen bütün kişi ve kuruluşlar, eğitim kurumları, basın yayın organları dinimizi sevdirme seferberliği ilân etmeli. Memleketimizin kalkınması, tarihî değerlerimizin korunması, insanımızın değerinin artması, yurdumuzun yeşillikler tablosuna dönüşmesi, ilim ve hikmetin söz sahibi olması, canlı cansız her türlü yaratığın saygı görür hale gelmesi, buna bağlıdır. Gelin korkmadan, çekinmeden bu seferberliği ilân edelim. Emin olun, korktuklarınız başınıza gelmez.