Makale

ANKARA’DA AYLIK OLARAK YAYINLANMAKTA OLAN MİHR DERGİSİNİN KASIM 1996 TARİHLİ VE 55. SAYISI İLE İLGİLİ DİN İŞLERİ YÜKSEK KURULU’NUN BİR DEĞERLENDİRMESİ

ANKARA’DA AYLIK OLARAK YAYINLANMAKTA OLAN MİHR DERGİSİNİN KASIM 1996 TARİHLİ VE 55. SAYISI İLE İLGİLİ

DİN İŞLERİ YÜKSEK KURULU’NUN BİR DEĞERLENDİRMESİ

Mihr Dergisi’nin Kasım 1996 tarihli ve 55. sayısı Din İşleri Yüksek Kurulu’nca incelenmiş ve aşağıdaki değerlendirme yapılmıştır.

İskender Erol EVRENOSOĞLU’ na ait söz konusu dergide;

İslâm dininin değişmez esaslarına, Kur’an ve Sünnetin kati hükümlerine ve ilmi hakikatlere açıkça ters düsen çeşitli iddia ve görüşler yer almaktadır. Aslında bu iddia ve görüşler daha önce çeşitli vesilelerle, adı geçen şahıs tarafından, kitap, dergi, "konferans" vb. yollarla defalarca gündeme getirilmiştir.
Evrenosoğlu’nun bu kabil görüş ve iddiaları, bütünüyle ve tüm detaylarıyla ele alınıp değerlendirmeye değer nitelikte değildir. Ancak, zamanımızda yeterli İslâmi bilgiye sahip olmayan bazı müslümanlar üzerinde olumsuz etki yapacak, akılları teşviş edecek ve insanları itikadi açıdan tehlikeli mecralara sürükleyecek niteliktedir. Bu itibarla, adı geçen şahsın bu tür iddia ve görüşlerinin ortaya konması, asılsız ve mesnetsiz olduklarının gösterilmesi kaçınılmaz hale gelmiştir.
Evrenosoğlu’nun bu iddia ve görüşlerini ele alıp cevaplandırmaya geçmeden önce, o nun ilmi durumunu, Kur’an ve Kur’an dili Arapça hakkındaki bilgi kapasitesini belirlemek uygun olacaktır. Zira o, iddialarının hemen tamamını, Kur’an’a, hadislere ve bunlar üzerinde yaptığı yorumlara dayandırmaktadır.

a) Her şeyden önce Evrenosoğlu, namazın sahih olması için gerekli olan asgari düzeyde dahi Kur’an-ı doğru olarak okuyamamaktadır. Bu durum, konferanslarına, sohbetlerine ve özellikle televizyon programlarına şahit olan ve konu hakkında biraz bilgisi bulunan herkesçe bilinmektedir. Zaten kendisi de "Arapça kelimeleri bile telaffuz edemeyen, Kur’an-ı Kerim’i tecvidle okuyamayan" bir kişi olduğunu itiraf etmektedir. (Mihr, Kasım, 1996. sayı 55. sh. 34)

b) Aynı şekilde Evrenosoğlu, Arapçayı, hiç bilmemekte, buna bağlı olarak da, ne tefsir, ne fıkıh ne de bunların alt yapısını oluşturan diğer ilimlere dair hiç bir bilgisi bulunmamakladır. Oysa, Kur’an-ı yorumlayabilmek, O’na dayanarak bazı sonuçlara ulaşabilmek için bu alanlarda öngörülen asgari bir ilmi düzeye ulaşmış olmak gerekir.
Evrenosoğlu bu durumuna rağmen, iddia ve görüşlerine mesned edindiği bir çok ayet-i kerimeyi çekinmeden yorumlayabilmekte, böylece ayetlere taşımadıkları bir çok anlam ve hükümler yüklemektedir.
Evrenosoğlu Arapçayı bilmediğini bizzat itiraf ederken, Kur’an-ı anlamak için onun lafzını bilmenin şart olmadığını; getirdiği Kur’an’a ve ilme aykırı "yorumları" bizzat Allah’tan aldığını iddia ederek bu konudaki bilgisizliğini örtbas etmeye ve iddialarını kendince sağlam bir kaynağa bağlamaya çalışmaktadır. (Adı geçen dergi, 36,37,40)
Evrenosoğlu’nun bilgi düzeyini ortaya koyan bu kısa mütalaadan sonra onun ortaya attığı bazı iddiaları ele alıp. değerlendirelim:

♦ Vahy ve Resüllük İddiası
Evrenosoğlu Allah’tan vahy aldığını, Allah’ın bu vahyleri, Risalet Nurları adıyla bir kitap seklinde kendine yazdırdığını, kendisinin. Kur’an-ı Kerim’den sonra ilk kitap indirilen kişi olduğunu (Risalet Nurları, s.1), Allah’tan aldığı emirleri tebliğ ile görevli bulunduğunu (R.N. s.3). Hz. Peygamber’in hem Nebi hem Resul olduğunu, nübüvvetin sona erdiğini, ancak risaletin sona ermediğini, kendisinin de peygamber (yani Nebi) değil, Resul olduğunu ve risaletin devam ettiğini (Risalet Nurları, s. 5, MİHR Dergisi, s. 16,48) iddia etmektedir.
Evrenosoğlu’nun bu iddialarını ele almadan önce, kendisine, Allah tarafından yazdırıldığını iddia ettiği "Risalet Nurları" adlı kitaptan kısaca söz etmek uygun olacaktır.
Söz konusu kitap, kapak sayfası hariç (her biri takriben
12x16 cm. ölçüsünde) 68 sayfadan ibarettir. Büyük harflerle, elle yazılmıştır. Kapağında “İskender el-Ekber’e aittir, denmekte, "İtlâ’it- Türk İskender Kulumuza Katımızdan ihsanımızdır” uyarısı yapılmakta ve sayfa sonunda “Biiznillah-i Teâla indirilmiştir” hükmü yer almaktadır. Kapak sahifesinde ayrıca bu indirilmenin başlangıcını ifade eder görünen iki tarih verilmiştir. “7 Safer 1396/8 Şubat 1976 ve 29 Muharrem 1396/31 Ocak 1976”.
Kitapta her biri besmele ile başlayan “Inzâl sûresi” “Anlaşmazlık sûresi”, “Müjde sûresi”, “Mehdi sûresi” gibi 23 bölüm yer almaktadır.
ilk sayfada: “BU KİTAP LEH- Fi... MAHFUZDA... ÜMMÜ... KİTABIN İÇİNDE... MEVCUT... OLUP... KUR’AN-I KERİM’DEN SONRA... DÜNYAYA İNDİRMEKTE OLDUĞUMUZ İLK Ki- TAPDIR...” cümlesi bulunmaktadır.
Evrenosoğlu her ne kadar “Bu kitapta hiç bir şeriat hükmü mevcut değil. Bu kitapta hiç kimseye herhangi bir emir verilmiyor”, “herhangi bir mükellefiyet yüklenmiyor”, demekte ise de adı geçen kitapta yer alan:
“ Onu levhi mahfuza çıkar, inanmazsa kitapları göster.” (s.3)
“ Artık o da ittiba etsin...” (s.3)
“ Onlara aralarındaki anlaşmazlıkları halletmelerini söyle... Artık Rabbinizin katından aldığınız emirleri ifaya başlayınız.” (s.2) gibi ifadeler söyledikleriyle çelişmektedir.
Görüldüğü üzere Evrenosoğlu, her ne kadar “Ben peygamber değilim, resulüm (yeni bir şeriat ve kitap getirmedim] demekte ise de, ortaya attığı bu kitap, onun aynı zamanda -kendi mantığı içinde bile- peygamberlik iddia etmiş olduğunu göstermektedir.
Simdi Evrenosoğlu’nun yukarıdaki iddialarının asılsızlığını ortaya koymak için, konunun ana hatları durumunda olan “resul” ve “nebi” terimleri üzerinde durmak gerekir.
a] “Nebi” : Sözlükte önemli, güvenilir ve yüksek bir anlam taşıyan demek olan “nebe” kökünden, yahut, “yücelmek”, “emsalinin üstüne çıkmak” anlamlarındaki “nübüvvet” kökünden türemiş bir kelimedir. Bu kelime birinci ihtimaline göre, kendisine böyle bir haber verilen”, “böyle bir haberi alan kimse”, ikinci ihtimale göre ise “yüce kimse”, “emsalinin üstüne çıkan kimse” anlamlarını ifade eder.
Resül: Sözlükte “r-s-l” kökünden gelmekte olup; “bir haber ve bir görev ile gönderilen kimse", “elçi” demektir.
Bunların terim anlamlarına gelince:
Nebi: insanın kendi gücüyle elde edemeyeceği bir haberi ya da hükmü; Allah’ın kendisine vahyettiği kimsedir.
Resul ise, Allah’tan aldığı vahyin muhtevasını insanlara tebliğ etmek ve fiilen uygulamakla görevli bir nebidir. Bu vahyin muhtevası yeni bir şeriat/din düzeni olabileceği gibi, önceki bir peygamberin şeriatına uyup onu tebliğ etme emri biçiminde de olabilir.
Resül: Yeni bir kitap ve şeriat getiren, nebi de; yeni bir kitap ve seirat getirmeyip, önceki bir peygamberin şeriatına tabi olarak onu uygulamak üzere gönderilen kimsedir” veya tam tersine “Nebi yeni bir kitap ve şeriat getiren, Resul ise, yeni bir kitap ve şeriat getirmeyip önceki peygamberin şeriatını uygulamak üzere gönderilen kimsedir.” seklindeki tarifler çelişkilidir. Zira, Kur’an-ı Kerim, yeni bir kitap ve şeriat getiren peygamberlere "Resul” diye atıfta bulunduğu gibi, bu tariflerin aksine, yeni bir kitap ve şeriat getirmeyen Lut, Salih ve ilyas (a.s) gibi bazı peygamberleri de “Resul” diye nitelemektedir. (Bak. 26/Suara:143, 162; 37/Saf- fat, 123)
Görüldüğü üzere yukarıdaki tariflere bu ayetler ve benzerleri ışığında bakıldığında onların tutarsızlıkları ortaya çıkmaktadır. Bu tutarsızlık tarifler yapılırken “yeni bir şeriat ve kitab’ ın temel kriter olarak alınmasından kaynaklanmaktadır. Bu kriter tesbitinin hangi delil ya da delillere dayandığını söylemek mümkün değildir. Oysa, “Resul” ve “Nebi” tariflerinde temel kriter vahy alma olayı olmalıdır. Ancak bu takdirde söz konusu tutarsızlıktan kurtulmak mümkün olabilir. Nitekim yukarıda bizim sunduğumuz tariflerde yapılan da budur.
Bu duruma göre nübüvvet, mutlak manada, Allah’tan vahy almak, risalet ise bu vahyin tebliğidir. Her ikisi de bir peygamberin, birbirini tamamlayan iki ayrı vasfıdır. Resul olmak için nebi olmak/vahy almak şart olduğu gibi, risaletsiz/tebliğsiz bir nübüvvet düşünmek de mümkün değildir. Ancak Kur’an duruma göre bir peygamberin bu iki vasfından birini, yahut öbürünü, ya da ikisini birden öne çıkarmaktadır.
Bu açıklamaların ışığında, Evrenosoğlu’nun “ben nebi değilim, peygamber değilim, ben Resulüm” şeklindeki iddiasına bakılacak olursa, onun aynı zamanda nübüvvet iddiasında da bulunmakta olduğu açıkça anlaşılacaktır. Oysa Kur’an’ın ve Sünnetin açıkça ortaya koyduğu gibi nübüvvet (dolayısıyla risalet] sona ermiştir, Hz. Peygamberin vefatıyla vahy kesilmiştir. Ondan sonra bir daha Nebi/Resul gelmeyecektir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de:
“Muhammed içinizden herhangi bir adamın babası değil. O, Allah’ın elçisi ve nebilerin sonuncusudur...”
(33/Ahzab 40] buyrulduğu gibi, hadisi şeriflerde de söyle buyurulmuştur:
“Risalet ve nübüvvet sona ermiştir. Benden sonra ne bir resul ne de bir nebi gelmeyecek” [Tirmizi, Rü’ya, 9; Ahmed ibni Hanbel, Müsned, 3/267)
“Allah’ın resulü olduğunu iddia eden otuza yakın yalancı deccaller çıkmadıkça kıyamet kopmayacaktır” (Buhari, Fiten, 25}
“İsrailoğulları zamanında onları peygamberler idare ederdi. Her ne zaman bir peygamber ölürse, onun yerine başkası geçerdi. Şüphesiz ki benden sonra peygamber yoktur. Ancak halifeler bulunur.” (Buhari, Menakıp, Tecrid- ı Sarih, 9/186)
Özellikle bu son hadisten anlaşılmaktadır ki Resulüllah’tan sonra bir resul gelmeyeceği gibi, -Evrenosoğlu’nun iddia ettiği biçimde sırf tebliğ görevini üstlenmiş olan- bir resul de gelmeyecektir. Zira aksi takdirde, Hz. Peygamber, Halifelere değil, bu resul(ler)e tabi olunmasını isterdi.
Bu konuda başka pek çok hadis zikretmek mümkündür.
Ayrıca, Hz. Peygamberin tebliğ etmiş olduğu emir ve yasaklar nihai, evrensel ve tamamen korunmuş olduğundan, yeni bir resulün gönderilmesi için hiç bir sebep kalmamıştır. Korunmuş olan bu islâmi emir ve yasakların, Hz. Peygamberden sonra, insanlara tebliği “emri bilmaruf ve nehy anilmünker” genel başlığı altında bütün müslümanlara ve özellikle ulemaya intikal etmiştir. Hz. Peygamberin “hatemül-enbiya” olduğu gerçeği, İslam tarihi boyunca, İslâm’ın temel ilkelerinden biri olmuş ve müslümanların, tavır, davranış ve düşünceleri üzerinde derin izler bırakmıştır.
Hz. Peygamberin ashabı, Allah’ın son elçisinin ardından, risaletin sona erdiği ve ondan sonra başka bir resulün gelmeyeceği konusunda icma etmişlerdir. Ashabın bu icmai, İslâm’ın temel bir kuralını teşkil etmektedir. Çünkü Hz. Peygamberin tebliğini onlardan daha iyi anlayıp yorumlayabilecek başka hiç kimse yoktur, iste bundan dolayıdır ki istisnasız bütün sa- habiler Müseyleme’yi sahte peygamber ilan etmiş ve ona karşı harp açmışlardır. Oysa Müseyleme, Hz. Peygamberi tasdik ettiğini iddia ediyor, çevresindekilere de Kur’an’a uymalarını öğütlüyordu. Bununla birlikte, kendisine vahy geldiğini ileri sürüp, Kur’an ayetlerini keyfince yorumlayarak peygamberlik iddiasında bulunmuş oluyordu.
İslâm tarihi, Müseyleme ve benzeri sahtekârları, “mütenebbi=yalancı” peygamber diye niteleyip dışlaya gelmiş, onların hiç bir "yetenek” ve “üstünlüklerini dikkate almamıştır.
Risaletin sona ermediğini iddia etmek, sadece İslâm inanç temellerine ters olmakla kalmayıp, halkın bütünlüğünü, dayanışmasını ortadan kaldıracak, hizipleşmelere sebep olacak biçimde, toplumsal açıdan son derece tehlikeli bir nitelik taşımaktadır. Evrenosoğlu, resullerin gönderilmesine devam edileceği iddiasına delil olarak gösterdiği her kavme kendi dilini konuşan peygamberler gönderdiğini ifade eden ayetleri (Yunus, 47) genellikle ilgi alanları ve amaçları dışında yorumlama yoluna gitmiştir. Zira bu ayetlerde, her kavme kendi dilini konuşan bir resul gönderildiğinden söz edilmektedir. Bu resullerin gönderilmesine devam edileceğinden asla söz edilmiş değildir. "Her kavme kendi içinden bir resul”, “her kavme kendi dilini konuşan bir resul” dönemi, cihanşümul İslâm dininin Peygamberi Hz. Muhammed’le sona ermiştir.

♦ Peygamber Olmayan İnsanların da Allah’tan Vahy Aldığı İddiası
Evrenosoğlu bir “resul” olarak Allah’tan vahy aldığını iddia etmesinin yanında, peygamber dışındaki insanlara hatta hayvanlara da vahy gelebileceğinden söz etmektedir. (Mihr, s. 25; Mutluluk, Tasavvuf, İslâm, s.7,61 ,70,75,78,82; Tasavvufun Kur’an-ı Kerim’deki Kökleri, s. 78 vd.)
Oysa, “vahy” sözlükte süratle işaret etmek (Rağıb, Müfredat, s. 858) anlamını ifade eder. Bu işaret kelime oluşturmayan bir sesle veya, remz ve tariz yollu bir sözle yahut da bedenin bazı organlarıyla yapılan hareketlerle veyahutta yazıyla olabilmektedir. (Asım Efendi, Kamus Tere IV, 1212) “Vahy”, bu temel sözlük anlamından hareketle “gizlice söz söylemek”, “gizlice bildirmek”, “süratle bildirmek”, “ilham etmek”, “elçi göndermek”, “yazı yazmak”, “fısıldamak” gibi daha başka anlamlara da gelir. (Rağıb, Müfredat, 858; Asım Efendi, III/945, Elmalı, Hak Dini, III, 1525)
Bir terim olarak ise “vahy” Allah Tealanın peygamberlere indirdiği kelamıdır. Kur’an-ı Ke- rim’de vahy genellikle bu terim anlamıyla kullanılmış olmakla beraber, bazı ayetlerde sözlük anlamlarıyla da kullanılmıştır. Mesela aşağıdaki ayetler bunlardan bazılarıdır:
"Bunun üzerine Zekeriya, mabetten kavminin karşısına çıkarak “Sabah, akşam teşbihte bulunun” diye onlara vahyetti (işaret etti).” (Meryem ,11]
“Böylece biz her peygambere, insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar) aldatmak için birbirine yaldızlı sözler vahyederler (fısıldarlar.) {Enam: 112)
“Rabbin bal arısına vahyetti (ilham etti.) [Nahl, 68]
Görüldüğü üzere, insanların, hatta şeytanların vahyetmesinin de söz konusu edildiği bu ayetlerde, vahy kelimesinin dini bir terim olarak [herkesçe bilinen yaygın anlamıyla] kullanılmış olması imkânsızdır. Durum böyle olunca, Evrenosoğlu’nun, bu ve benzeri ayetleri delil getirerek, peygamber olmayan insanlara da vahyedilebileceği iddiasının ne derece temelsiz ve bilgisizce olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla; son Peygamber Hz. Muhammed (a.s.)’ın intihaliyle birlikte Allah Tealanın, kullarla vahy planındaki irtibatı sona ermiş olduğundan; artık, hiç bir insanın, hiç bir şekilde Allah’tan vahy alması söz konusu değildir. Nitekim, Ümm-ü Eymen [r.a.] Hz. Peygamberin vefatından sonra ağlayışının sebebini şu sözleriyle açıklamaktadır:
“Vallahi, Resulullah’ın vefatına ağlamıyorum. Çünkü, onun, dünyadan daha hayırlı bir aleme gittiğini biliyorum. Fakat ben semadan gelen haberin kesilmesine [bir rivayete göre: Vahyin üzerimizden kaldırılmasına] ağlıyorum” [Buhari, Sehadet, 5; Müsned, 1/41 ]

♦ Allah Tarafından Mürşitliğe Seçildiği İddiası
Evrenosoğlu, Allah tarafından mürşid olarak görevlendirildiğini de iddia etmekte ve şöyle demektedir.
“Allah’ın hakikatlerini öğretecek olan birisi Allah Teala tarafından mutlaka vazifelenecekti. iste o vazifeli biziz.” [Mihr, s. 23]
“Görülüyor ki Allah’ın hidayete ulaştırmakla vazifeli kıldığı mürşidler, yani imamlar, bu görevlerini Allah’tan aldıklarını emirleri tebliğ suretiyle yapmak mecburiyetindedirler. Acaba Allah’tan vahy almadan bunu yapabilirler mi?” [Mihr, s. 26]
“Hidayetçileri, insanlarla kendisinin arasına Allah koyuyor. Öyle ise Allah ile kul arasına kimse girmez mi? Girer” [Mihr, s. 33]
Yukarıdaki ifadelerinden, Ev- renosoğlu’nun iddia ettiği mür- şitliğin İslâm literatüründe yer alan ve genel olarak insanlara hakikati, doğru yolu gösteren kamil ve âlim insan anlamında olmadığı, aksine, bunun, vahy ile irtibatlı, dolayısıyla peygamberlik anlamında bir "mürşitlik’’ olduğu anlaşılmaktadır. Oysa nübüvvetin sona ermesiyle bu anlamda bir mürşidliğin sona ermiş olduğu kesindir. Dolayısıyla, Allah’tan emirler almak ve bunları tebliğ ile görevli olmak bir mürşidlik iddiası, İslâm’ın temel prensipleri ile bağdaşmaz.

♦ Allah’ı Gördüğü ve O’nunla Konuştuğu İddiası
Evrenosoğlu’nun bir başka iddiası da Allah’ı gördüğü ve onunla konuştuğu ve bunu istediği her zaman gerçekleştirebileceğidir. Üstelik, Allah ile konuşabilen sadece kendisi değil, çevresindekilerden çok sayıda kisi de bu özelliğe sahiptir. [Risalet Nurları, s. 16, MİHR, s. 51,56] Evrenosoğlu, Allah’ın [dünyada] görülemeyeceğini açıkça ifade eden [7/Araf, 142] ayetinin hükmünden kurtulabilmek için bu görüşün dünya gözü ile değil, kalp gözü ile olduğunu söyleyerek, konuyu tamamen indi bir mecraya çekmektedir. Allah ile dilediği zaman konuşabilme iddiası da, O’nu görme iddiası kadar indi ve mesnedsiz olup, İslâm itikadı açısından son derece tehlikelidir. Zira insanın bir takım tasarruf ve sözleri “bana Allah yaptırdı”, “Allah söyletti” gibi ifadelerle ü’na isnadda bulunması Allah’a iftiradan başka bir şey değildir. Kur’an, Allah’a karsı yalan uydurandan daha zalim bir kimsenin bulunmadığını bildirmektedir. (Saff Sûresi, 7] Allah Teala’nın değil herhangi bir kul ile konuşması, bir peygambere vahyi bile o peygamberin isteğine değil, Allah Teala’nın dilemesine bağlıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz’e Yahudiler’in akıl vermesiyle Ashab-ı Kehf, Zülkarneyn ve Ruh hakkında soru sormaya gelen müşriklere Resulüllah, “sorduklarınıza yarın cevap vereceğim” buyurmuş, fakat işi, “inşallah” diyerek, Allah’ın dilemesine bağlamamış olduğu için ilgili bilgiye ertesi gün ulaşamamış, bu sebeple müşriklerin alay ve dedikodularına onbes gün süreyle katlanmak zorunda kalmıştı. Nihayet isra 85. ayetinin nüzulü ile, beklediği bilgilere ulaşabilmişti.
Hal böyle iken, her hangi bir kimsenin, kendisini, dilediği zaman Allah ile konuşabilir göstermesi, islâmi açıdan ancak dalalet olarak nitelendirilebilir.

♦ Onikinci İmam Olduğu İddiası
□ nikinci imamın kaybolduğu, ölmediği, halen sağ olduğu ve bir gün mutlaka geri dönerek yeryüzünü zulümden arındırıp adaletle dolduracağı iddiası Şiiliğe aittir. Onlar İmamı muntazar” ve “Mehdi” olarak adlandırdıkları onikinci imamın döneceği günü beklemektedirler.
Eski tarihlerden itibaren ima- miyye’nin temsilcisi olan isnâas- riyye’ye göre Allah’ın yeryüzün- deki halifesi ve zamanın mehdisi hicrî 265 (m.878) tarihlerinde ortadan kaybolan onikinci imam Muhammed b. el-Hasen’dir. 0 hala sağdır, zamanı gelince dönecektir.
Evrenosoğlu bu iddiasıyla da 265 tarihlerinde ortadan kaybolan ve Siilerce halen sağ olduğuna inanılan Muhammed b. Hasen olduğunu iddia etmektedir.
Ehl-i sünnetin inanç sisteminde onikinci imam diye bir sey yoktur. Bu tamamen Şiiliğe ait bir iddiadan ibarettir.

♦ Huzur Namazı ve İmamlık İddiası
Evrenosoğlu, “Risalet Nurları” adlı kitabını kaynak ve delil göstererek, kendisinin “Huzur Namazı’nın imamı” olduğunu söylemekte ve söyle eklemektedir: “Biz orada, Allah’ın huzurunda kılınan huzur namazının imamıyız” Allah’ın huzurunda, indi ilahide namaz kılınır mı kılınır” (MİHR, s.64) “Huzur namazı nasıl namazdır?” Onde imam vardır ve mutlaka hayatta olan biridir. Arkasında Peygamber Efendimiz ve Hz. İsa vardır... Namazdan sonraki duada sadece imam değil, üçü birden cemaate dönerler...” (MİHR.65) "Zaman Sûresi’nde [Risalet Nurları’nda) Allah’ın belirttiği gibi Peygamber Efendimiz de, su anda Hz. İsa da arkamızda namaz kılmaktadır. Vaktiyle hakkın rahmetine kavuştukları için huzur namazının imamı olmuyorlar.” [MİHR, s. 66)
Evrenosoğlu, Secde sûresi 24. ayetinde geçen “liderler” önderler anlamını ifade eden “eimme” kelimesini, “cemaatle namaz kıldıran adamlar" anlamına alarak, bu ayetin; kendinin, adı geçen namazın imamı olduğuna işaret ettiğini söylemektedir. Söz konusu ayet israiloğul- ları’na kendi aralarından yol gösterici liderler gönderdiğinden söz etmektedir. Ayette geçen “eimme” kelimesinin, zikredilen anlamdaki “imamlar” ile ilgisi yoktur.
Evrenosoğlu “Huzur namazı imamlığı” seklindeki kuruntusuna, yukarıdaki ayeti işaret olarak gösterirken bizzat kendisinin bu sıfatı taşıdığına da, Allah’ın yazdırdığını iddia ettiği yukarıda işaret ettiğimiz kitabına dayandırmaktadır.
Ne Kur’an’da ne Hz. Peygamberin sünnetinde, ne de diğer islâmi kaynaklarda böyle bir namaz ve imamlıktan asla söz edilmemektedir. Diğer iddialarında olduğu gibi bu da Evreno- soğlu’nun kuruntularından ibarettir. Bu sebeple, “huzur namazı” ile ilgili olarak ileri sürülen diğer hususlara değinmeye gerek yoktur.
Evrenosoğlu, yukarıda bir kısmına değindiğimiz iddialarını, genellikle Kur’an’a dayandırmaya çalışmakta ve bu amaçla ele almış olduğu ayetlerin hemen hemen tamamını asıl amaçlarından, anlamlarından uzaklaştıracak biçimde, indi, keyfi ve bilgisizce yorumlara ve eklemelere tabi tutmaktadır.
Mesalâ
a) “Herkes kazancına bağlı bir rehindir. Ancak defteri sağdan verilenler böyle değildir”. (Müddessir, 37-38) ayetlerinde geçen sağ (taraf) anlamına gelen “yemin” kelimesini kasem anlamında algılayarak, "kitaplarını sağ yanından alanlar” anlamındaki ashabul-yemin" ifadesini “yemin sahipleri”, “yeminlerini yerine getirenler” diye tercüme etmiştir.
b) “Onlar Allah’ın, birleştirilmesini emrettiği şeyleri birleştirirler...” (Râd, 21) ayeti, “Allah’ın Allah’a ulaştırılmasını emrettiği seyi yani ruhlarını O’na [Allah’a] ulaştırırlar.” diye tercüme edilmiştir.
c) “Ey iman edenler, siz kendinize bakın.” [Maide, 105) mealindeki ayet “Ey ame- nu olanlar, nefislerinizin sorumluluğu (yani nefsinizi terbiye etmek) üzerinize farzdır.” diye tercüme edilmiştir.
d) “Hücürat, 7. ayetinde yer alan ve (“. .. mutlaka zor duruma düşerdiniz” anlamına gelen "le’anittüm” ibaresine “Allah’ın lanetine bile uğrayabilirdiniz” anlamı verilmiştir.
Bu zikredilenler sadece birer örnek olup, Evrenosoğlu, ele aldığı hemen bütün ayetlerde benzeri pek çok tercüme, algılama, yorum ve ifade yanlışlıkları sergilemektedir.

Sonuç olarak;
İskender Erol Evrenosoğlu isimli kişi, yukarıda sadece bazı örneklerini sunduğumuz çeşitli yayınlarında yer alan görüşleri, İslâm dininin değişmez esaslarına, Kur’an ve Sünnetin temel hükümlerine kesin olarak aykırıdır. Ve bu sebeble ciddiye alınacak hiçbir tarafı yoktur. Kur’an ve Sünnetin aydınlık yolu dururken, bu kaynakları tahrif ederek kendisine göre bilgisizce yorumlayan bu gibi kimselere müslüman halkımızın itibar etmiyeceği açıktır.