Makale

Abdurrahman Akbaba ŞİİR ÜSTÜNE… Şair Bahaettin Karakoç ile RÖPORTAJ

RÖPORTAJ:
Abdurrahman Akbaba
“ŞİİR” ÜSTÜNE…
Şair Bahaettin Karakoç ile…

BAHAETTIN KARAKOÇ
1930 yılında Elbistan’ın Ekinözü (Celâ) kasabasında doğmuştur. Köklü ve soyca şair bir ailenin şair üyelerinden birisidir.
İlkokulu kendi köyünde; ilkokuldan sonrasını, köy öğretmeni ve köy sağlık memuru yetiştirmek üzere kurulan Köy Enstitülerinden biri olan Adana-Düziçi Köy Enstitüsü ile Ankara-Hasanoğlan Köy Enstitüsünde okudu. Köy Sağlık Memuru olarak K.Maraş il emrinde memurluk görevine başladı. K. Maraş Merkez Verem Savaşı Dispanserinde Sağlık Memuru olarak çalıştı ve 32 yıllık bir hizmetten sonra kendi isteğiyle emekli oldu.
İlk şiirini 1942 yılında, çocuklara yönelik ilk şiir kitabını ise 1962 yılında yayınladı. Şiirleri, hikâyeleri ve denemeleri birçok dergide yayınlanmıştır.
Kutlu Doğum Haftası dolayısıyla Türkiye Diyanet Vakfı’nın açmış olduğu "NAAT" yarışmasında mansiyon almış, 1991 yılında ise aynı kuruluşun açmış olduğu "MÜNACÂT YARIŞMASl’ nda birincilik ödülünü kazanmıştır.
Yayınlanan Eserleri:
1- Mevsimler ve Ötesi, şiirler/1962
2- Seyran, şiirler, 1973
3- Sevgi Turnaları, şiirler, 1975
4- Ay Şafağı Çok Çiçek, şiirler, 1983 5-Kar Sesi, şiirler, 1983
6- Zaman Bir Beyaz Türküdür, şiirler, 1984
7- İLKYAZDA, şiirler, 1984
8- Bir Çift Beyaz Kartal, şiirler, 1986
9- MENZİL, şiirler,1991
10 - Uzaklara Türkü, şiirler, 1991



• A. AKBABA: Klâsik edeb ve erkânıyla önce selâm verip, gönül kapınızı dostça çaldığımızı vurgulasak ve sonra da sohbet bahçesinin çiçekli yollarında şiirin rüzgârıyla adım adım ilerlesek.
• B. KARAKOÇ: - Niye olmasın? Siz bir gönderiniz, ben bin çoğaltırım selâmınızı. Selâm bir barış, bir güvenlik atmosferidir, bir aydınlık kapıdır. Ben çoktan hazırım sohbet bahçesinin çiçekli yollarında şiirin rüzgânyla sarmaş-dolaş yürümeye.
• Şiir nedir? Size bu tür sorular çok soruldu, siz bu tür sorulara herkesten daha çok cevaplar verdiniz. Bunu bilmemize rağmen bir kez daha tekrarlıyoruz bu soruyu size, evet; şiir nedir?
• Önce şiirin büyük ustaları, şiirle şiiri nasıl anlamışlar, nasıl anlatmışlar, ona bakalım.
Türk mimarisi ve inşaat mühendisliğinin aşılmaz bir doruk çizgisi olan Mimar Sinan’ın çağdaşı olan Yahya Bey:
Yüzine tutmuş nikûb-t hattı Yûsuf-vâr
şi’r
Şîvesindendür hicâb ile ider güftâr şi’r
Bir lisânı gaybdurgûyâ anun her
mısraı
Âlem-i mânâdan eyler kendüyi izhâr
şiir
diye vurguluyor.
Bu iki beyitin günümüz Türkçesiyle anlamı şudur:
Yazıdan peçeyi Yusuf gibi yüzüne tutmuştur şiir; hem nazından, hem edasından dolayıdır ki örtünerek konuşur şiir.
Her mısraı sanki bir gayb (fizik ötesindeki âlem) dilidir; şiir kendisini mânâ âleminden gösterir.
Bu ölümsüz ses, XVI. yüzyıldan kopup geliyor gümbür gümbür.
Aynı yüzyılda yaşamış bir Çinli şair, Hsü WEÎ’de:
Köyde, su kenarında akşamı severim,
Bütün köylülerin bitap oldukları,
Fasulye sırığından yapılmış çardağın altında gevezelik ettikleri
Her sözün bir şiir olduğu anı, severim.
diyor, şiirin anatomik yapısını belirlerken.
Şair Archibald Mc CLEECE, bir şiirinde şiiri şöyle algılıyor:
Şiir,
Kelimesiz olmalı,
Uçan kuş gibi, sihirli!
Şair Gwendol BENNETT de "ŞİİR" başlıklı şiirinde:
Seni siyahlığın için seviyorum
Şu göğsünü saran karanlık için
Seni efkârlı sesin için seviyorum
Gölgeli gözlerin için.
diye boyutlandırıyor şiiri. BENNETT’e göre kara derili dişi bir köledir şiir; oynaşmak, arada bir de başkaldırı için vardır.
XIX. yüzyıl Fransız şairlerinden sembolist Paul VERLAİNE, "ŞİİR SANATI" şiirinde:
Musiki, her şeyden önce musiki; Onun için tekli mtsradan şaşma. Kıvrak olur, erir havada sanki; Ağır aksak söyleyişe yanaşma.
Güzel gözler tül ardında görünsün Gün ışığı titremeli şiirde.
Dağılıp tuzu sabah rüzgârına
Mısraların alsın başını gitsin
Kekik, nane kokarak-tan, dört yana...
diye şiirin çerçevesini çiziyor.
Abdurrahim KARA-KOÇ, "ŞİİRE DAİR" ad başlıklı şiirinde:
Şiir bir cennet
bahçesi,
Girmeyene
anlatılmaz.
Cennet nedir, bahçe
nasıl?
Görmeyene anlatılmaz.
diye tanımlıyor şiiri. Ahmet Hamdi TANPI-NAR ise; "ŞİİR" ad başlıklı şiirinde:
Sarışın buğdayı rüyalarımızın,
Seni bağrımızda eker, biçeriz.
Acılar kardeşin, teselli kızın,
Zengin parıltınla dolar gecemiz.
diye şiire iltifat ediyor.
Üstad Necip Fazıl, "Şiir, mutlak hakikati arama işidir. Eşya ve hâdiselerin, bütün mantık yasaklarına rağmen en mahrem, en mahcup, en nazik ve en hassas nahiyesini tutarak ve nisbetlerini bularak, mutlak hakikati arama işi..." diye çarpıcı bir biçimde tanımlıyor.
Yahya Bey’in ihtişamlı gölgesini Verlaine’nin, Verlaine’nin gölgesini de A.Hamdi TANPINAR’ın üzerinde ayan-beyan görmekteyiz.
Şiir sanatı bir ışık-gölge oyunu mudur? Yer yer o duyguyu verse de serazat bir gölge -ışık oyunu değildir şiir; sabır, sanat ve disiplinle elde edilen bir ses esansıdır, bir damıtıktır. Duymak, duygular oylumunca çiçeğe durmak ve sonsuza yürümektir şiir.
• "Bu sene, T.D. Vakfının açmış olduğu büyük ödüllü "Münâcât Yarışması" birincilik ödülünü siz kazandınız. Bu nasıl bir duygu ve sizi hangi ölçüde etkiledi?
Türkiye, yarışma düzenlemekte ve bol ödül dağıtmakta çok bereketli bir ülkedir. Zaman zaman iş olsun diye katılırım bu tür yarışmalara. Ama hiç bir zaman inanmadım bu yarışmaların eşit şartlar altında düzenlendiğine ve ödüllerin hakça verildiğine... Daha başında jüri oluşurken tavsıyor bu iş. Neredeyse birbirine bağımlı, birbirinin izine basarak yürüyen uyumlu kişilerden teşekkül ettiriliyor jüri üyeleri, sonuç da daha başında ona göre şekilleniyor çokluk.
T.D. Vakfının iki yıldır düzenlediği yarışmalara katılırım. Giden yıl "NAAT YARIŞMA-SI"nda mansiyon, bu sene de 1. lik ödülünü aldım. İki şiir ile katılmıştım "MÜNÂCÂT YARIŞMASI"na, tabii gerçek adımla değil, rumuzla. BEYAZ DİLEKÇE’nin devamı olan ikinci şiirime 3’üncülük ödülünü vermiş jüri. Kapalı zarflar açılıp gerçek ad ve ad-resler ortaya çıktığında (iki şiir ile katılı-namıyacağı için) üçüncülük ödülünü iptal etmişler. Benim için önemli olan şiirlerimin bütün ödülleri alması değil, şiirlerimin kendisini ispat etmesidir. Benim için en kalıcı, en büyük ödül, şüphesiz ki o şiirleri yazmam ve o yoğun duyguları bizzat yaşamamdır. Hayatım boyunca hatırlayacağım, bir cuma namazında, cami imamı hutbesini okurken, "Münâcât Yarışmasında birinci gelen "Beyaz Dilekçe" adlı şiirimden de bölümler okudu, müthiş duygulandım, adeta beni bu durumda kimseler görmesin diye eriyip içime aktım. Ne cemaat o şiirin benim şiirim olduğunu, ne de imam benim o cemaat içinde bulunduğumu biliyordu.
T.D. Vakfı’nın başlattığı bu yarışmaları her bakımdan yararlı buluyorum. Bir defa yarışmada dereceye girebilmek için nice genç şair ve yazarlar, o güne kadar bir türlü kıramadıkları kabuklarını kırıyor ve İslâm kültürünün kaynaklarına yöneliyorlar, bilgi edinmek için. Bu güzel bir başlangıç ve takdire değer bir çaba. İkincisi; istemesini, yalvarmasını, duâ etmesini unutan toplumumuz için yeni bir çıkış kapısı. Farkında olsak da, olmasak da bana göre yeni bir üslûp, bir put kırma hadisesidir. Ayrıca, her yarışmanın sonunda güzel bir şiir antolojisi çıkıyor ortaya; her aileye tavsiye edilecek güzel bir antoloji...
Münâcât Yarışması’na, 3.500 şiir girmiş, az bir sayı değil bu. Demek ki eli kalem tutan, yazdıklarına şiir diyebilen herkes katılmış bu yarışmaya... Bu kadar şiirin içinde ipi ilk göğüsleyen şiir senin şiirin olunca, elbette duygulanacaksın helâl olan bir ölçekte. Her insanın fıtratında vardır kazandığı vakit duygulanmak ve sevinmek. Bir bakıma büyük sorumluluklar yükleniyorsunuz bir ödül alınca. Ödül almanın sevinci değil, büyük bir sorumluluk yük-lenmenin bilincidir beni mutlu eden.
Şiirimizin dünü, bugünü ve yarını için neler düşünür ve ne söylersiniz?
Şiirimizdeki yükseliş ve çok seslilik XI. yüzyılda başlar. Kültürümüzle orantılı olarak gittikçe daha da gelişir, güzelleşir. Tamamen ahlâka ve estetiğe yaslanır bu şiir. XIX. yüzyıla kadar şaşmaz çizgisinden. Böyle olduğu içindir ki, Dede Korkut, Ahmet Yesevî, Mevlânâ, Yunus, Bakî, Yahya Bey, Nâbi, Fuzulî, Nedim gibi evrensel değerler yetişmiştir. XLX. yüzyılda Batı sanayi devrimini hayâl çerçevesinden çıkarır ve tamamen hayata geçirir. Sanayinin can damarı ise petroldür. En zengin petrol yataklarının Osmanlı ülkesinde olduğu kokusunu alan Batılılar, sürekli Osmanlı’ya tuzak kurmakla meşguller. Doğu’ya akın akın misyonerler gönderirler. Önce azınlıkları gıdıklarlar, sonra da Osmanlı’nın yenilikçi geçinmeye çalışan snop aydınlarını... Osmanlı’nın yönetimine kafa tutan Paris ya da Londra’ya kaçar, sığındıkları ülkelerde beslenir ve o ülkeler hesabına çalışarak kendi ülkesine ihanet eder. Şiirimize de yansır politikadaki bu çarpıklık. Bundandır ki XIX. yüzyıl, şiirimiz için bir "gusülhane" değil, bir "gasilhane"dir. Cumhuriyet dönemi Türk şiiri ise; dilde arı-duru bir Türk-çe çizgisi tutturmasına rağmen, model ve yorumda Tanzimat döneminin bir mirası olarak devraldığı BATI melankolisine daha fazla sarıldı ve bütün boyutlarını dalkavukluk üzerine inşaa etti. Onca fason mal pazarlayan sanat ve edebiyat dünyamızda Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Mehmet Akif, Necip Fazıl, Arif Nihat Asya ve Sezai Karakoç gibi saygın imzaların ortaya çıkmasına ve çok orijinal sanat ve fikir ürünleri sergilemelerine medenî bir cesaret de diyebiliriz, kültürel bir aykırılık da... Sözlerimi toparlıyorum:
Dün, bir hümâ kuşuydu şiir, şimdilerde çirkin sesli topal bir karga... Bir zamanlar edeb ve erdem sembolü bir sultandı şiir, şimdilerde evinin kapısını hiç kilitlemeyen ve kapısını çalan herkesi içeriye alan bir sokak kadını... Bir zamanlar yetmiş göbek ötesi bilinen bir şehzadeydi şiir, şimdilerde çöplük bidonunun içine bırakılmış nesebi belirsiz bir çocuk... Şiirin kültürü, estetik ağırlığı, imaj zenginliği, ses mükemmelliği ve şiirin işlevleri çoklarının umurunda değil. Herkes şiirden ne anlıyor veya ne anlamıyor-sa şiir odur. Almış başını doludizgin gidiyor. Bunun zararını hâs şiir görüyor, gerçek şairler ve gerçek şiirseverler görüyor...
Şiir konusunda çok karamsar görünüyorsunuz, yanılıyor muyum?
• "Teşhis, tedavinin yarısıdır" diye çok kullanılan bir söz vardır. Ben şiirimize musallat olan marazın adını koymaya ve etkenini tesbite çalıştım. Bir yerde salgın ya da bir bünyede kronik bir hastalık varsa, elbette bu hastalık karşısında neşe çığlıkları atacak değilsiniz; ileriye dönük bir yığın "acaba?"nın gölgesi vuracaktır içinize ve sesinize. Bilinen bir hastalığın tedavisi daima mümkündür. Üzücü gerçekleri dile getirmek bir karamsarlık değildir, üstelik ben her zaman çok iyimserimdir. Kültür erozyonlarına uğrayan ya da daha etkin kültürlerle kuşatılan her ülkenin başına gelebilir bu benim anlatmaya çalıştıklarım. Bir tanığım var tâ 1952’lerden, çok saygı duyduğum üstat bir münekkittir bu tanık. Şimdi hayatta değil. Prof. Dr. Suut Kemal Yetkin’den bahsediyorum. O, daha 1952’de yazdığı "Edebiyat Üzerine" başlıklı denemesinde: "Şiire dost olmayan bir dönemde yaşıyoruz. Gerçek değerler bir kargaşalık içinde savrulup gidiyor. Öze duyulan açlık, hiç bir zaman kendini bugünkü kadar hissettirmemiştir. Bunun için değil midir ki, gözlerimiz yolda, öz şiirden devşirdiği kitabı koltuğunda gelecek olan yolcuyu bekliyoruz." diye yakmıyordu. Hocanın bunları yazdığı günlerde daha "Birinci Yeni", gündemin ilk maddesiydi; "İkinci Yeni" ise daha yeni yeni filizleniyordu. Sermaye böylesine dışarıya açılmamış, basın ise ahlâkî değerleri böylesine dışlayıp sayfalarında kadın ve erkek pazarlamıyordu. "Bilitis’in Şarkıları" bile müstehcen sayılıyordu genelde. Bugün hangi renkli basının sayfalarını karıştırırsanız karıştırın, en az birkaç eşcinselin imzasına rastlarsınız. Eşcinselliğin alenen erdem sayıldığı, teşvik edildiği, erotizmin her yerde sergilendiği dönemler olmuştur; Sodom ve Gomore bilinenlerden ikisi... Türkiye’yi de Sodom veya Gomere’ye benzetmek isteyen çeşitli sapık akımlar vardır, sanırım başı çeken de edebten nasibini almamış, nesebleri karışık olduğu için de kimlikleri netleşmemiş bir kısım şair ve yazarlardır. Bunlar buğday veya pirinç ambarlarına sızıp, erzak olarak depolanan buğday veya pirincin özünü ke-miren, geriye kapçık bırakan bitler gibidirler. Ben, kültür ve sanat ürünlerimizin daha büyük zararlara uğramaması için, bütün ambarlarımızın bilinçli bir şekilde dezenfekte edilmesini, bu azman bitlerin lâyık oldukları yerlere dökülmelerini bir insanlık borcu Diliyorum.
Yani dikensiz bir gül bahçesi mi?
Hayır! Her gülün dikenleri vardır, şimdiye kadar dikensiz bir gül türü yetiştiren de hiç olmamıştır. Benim sevmediğim, benim aşağıladığım dikenler, inananları çember içine almaya çalışan, sapıklık zehiriyle kıvamlandırılmış telörgülerin dikenleridir. Balansını zehirli bir örümcek ağında çırpı-nırken; şiirimizi de sapıklığın telörgüleri arasında kan kaybederken görmek beni müthiş yaralıyor.
Bunca gerekli, bunca aziz midir şiir? Son sorumuz budur. Teşekkürler.
• Medeniyetler savaşında galipler arasında bulunmak istiyorsak, özünü derinden ve sağlam avuçlayan, ışığını sonsuzluğa yansıtan şiir, bence çok gereklidir. Süflî duyguların ve düşüncelerin ağına düşmeyen, ilhamının gür ve temiz kaynaklarına kokuşmuşlukları sızdırmayan, insanı metafiziğin sonsuz derinliklerine çeken her şiir azizdir, ama put değil. Selâmım, putlarını kıran şairlere, şiirlere ve bu çizgide yürüyen bütün okuyuculara.