Makale

KUR'ÂN TEFSİRİNDE İDEAL YÖNTEM

KUR’ÂN TEFSİRİNDE İDEAL YÖNTEM[1]

Özellikler ve Prensipler

Prof. Dr. Yûsuf el-KARDAVÎ
(Çev: Yrd. Doç. Dr. Muhittin AKGÜL)
Sakarya Üniv. İlahiyat Fak. Öğr. Üyesi

Allah Teâlâ’nın yüce kitabını doğru bir şekilde anlamak, şüphesiz her müslümanın en büyük gayesidir. Zaten Kur’ân-ı Kerim’i tefekkürün, ilmî semeresi anlamak, ameli semeresi de, söz, davranış ve inanarak onun hüküm ve tavsiyelerini kabul etmektir. Kur’ân’ı doğru olarak anlamaya yardımcı unsur, onun maksatlarını açıklamak, anlamını ortaya çıkarmak, içindeki gizli ve değerli hâzineleri keşfetmek, kalp ve akıl için sırlı ve kapalı kısımlarını açmaktır. İşte bu aşamada karşımıza şu önemli soru çıkıyor: Kur’ân tefsirinde takip edilmesi gerekli en doğru ve ideal yöntem nedir? Bu önemli soruya bizim cevabımız şu şekildedir:

Kanaatimizce Kur’ân tefsirinde en ideal yöntem, aşağıda belirteceğimiz şu sağlam usûl, güçlü kaide, bilinçli adım ve prensiplere tam olarak riayet etmektir. Takip edilen yöntem böyle olursa, tutulan yol o zaman doğru olur ve neticeye de varılmış olur.

1. Rivâvet ve Dirayetin Birlikte Ele Alınması

Düşündüğümüz metoda göre ilk adım rivayetle dirayetin birlikte ele alınmasıdır. Tefsir metodunda rivayet ve nakille, dirayet ve yorum birlikte ele alındığında, sahih nakille sağlıklı akıl (akl-ı selim) birleştirilmiş, selefin kültür mirasıyla, sonrakilerin bilgileri mezcedilmiş olur ki, işte bu, en güçlü bir yöntemdir.

Pek çok müfessir bu yöntemi kabul etmiştir. Bunların başında da ansiklopedik bir hüviyete sahip Câmiu’l-Beyân fi Tefsiri’l-Kur’ân müellifi İbn Cerir et-Taberî gelir. İbn Cerir’i rivayet ve nakilci bir kategoride değerlendirmek, büyük bir haksızlık ve onu tam olarak değerlendirememek demektir. Onun tefsirini okuyan, açıkça görür ki, o, rivayetleri nakletmekle kalmaz, onların aralarında tercihlerde bulunur, ilk önce en isabetli rivayeti nakleder ve zaman zaman âyetlere rivayettekilerden daha farklı bir yorum getirir.

Taberî kadar bütün görüşleri rivayet etmese de İbn Kesîr de Tefsîru’l-Kur’ân’il- Azîm adlı eserinde metod olarak ona yakındır. Ancak İbn Kesîr’in, âyeti âyetle, âyeti sünnetle... yorumlama noktasında ona üstünlüğü unutulmamalıdır.

Aynı şekilde Kurtûbî de, el-Câmi’u li Ahkâmi’l-Kur’ân adlı eserinde, her ne kadar re’ye önem vermişse de, onu rivayetle birlikte mütalaa etmiştir.

Sonraki dönemlerden Muhammed b. Ali eş-Şevkânî, Fethu’l-Kadîr el-Câmi’ Beyne Fenneyi’r-Rivâye ve’d-Dirâye fi’t- Tefsir adındaki eserinin mukaddimesinde, takip ettiği metodu belirtmiş ve özelliklerini şöyle açıklamıştır:

Müfessirlerin pek çoğu, iki farklı kategoride bulunmakta ve iki ayrı yöntem takip etmektedirler. Bunlardan bir kısmı, tefsirlerinde sadece rivayetleri almış ve bununla yetinmişlerdir. Diğer bir kısmı ise, kendilerini rivayetten tamamen soyutlayarak, Arap dili ve edebiyatı ve mevcut ilimlerin gereklerine göre yorumlar yapmışlardır. Bu her iki ekolün de isabet ettiği, bazan meseleyi gereğinden fazla uzattığı, genişletilmesi gerekeni de özet geçtiği yerler olmuştur.

Tefsir hususunda Resulullah’tan gelen bir rivayet varsa, onun öne geçirilmesi ve kabul edilmesi kesindir. Fakat şu unutulmamalıdır ki, bu hususta Hz. Peygamber’den Kur’ân’ın bütününe nispetle az bir yorum vardır. Bu konuda, bir iki kişi hariç herhangi bir ihtilaf söz konusu değildir.

Fakat sahabeden gelen rivayetlere gelince, şayet bir lafzı, şâri’ herhangi bir şekilde lügavî anlamın dışındaki bir manada kullanmışsa, bu durumda da onların rivayeti diğerlerine tercih edilir. Şayet bu lafız, şâri’in, lügavî anlamının dışındaki bir manayı kastetmediği lafızlardan ise, bu defa da sahabenin bu konuyla ilgili rivayeti, güvenilir dilcilerden birinin görüşü mesabesindedir. Şayet bu rivayet meşhur müstefıze ters bir durum arzediyorsa, o zaman da, Arap dilinin iktizasına göre yapılan bu yorum, bizim için bir delil teşkil etmez. Sahabenin ki böyle olunca, tabiîn, tebe-i tabiin ve diğer âlimlerden gelen rivayetlerin delil olması daha zayıftır.

Şurası bilinen bir gerçektir ki, sahabe ve selef, çoğunlukla lügat itibariyle Kur’ân lafzının gerektirdiği yalnızca bir anlamla yetinmişlerdir. Bu durum, Arap dilinin ifade ettiği diğer anlamları terketmeyi veya Beyân ve Bedi’ ilmi gibi Arapça’nın inceliklerini ve nüktelerini açıklayan ilimlerden istifadeyi engellemez. Bu şekildeki bir tefsir, lügavî tefsirdir. Yoksa bu, sadece re’ye dayanan ve yasaklanan tefsir çeşidi değildir. Said b. Mansûr’un Sünen’iyle, Beyhâkî’nin Kitâbu’r-Rü’yâ’sında şöyle bir rivayet vardır: "Kur’ân tefsirinde herhangi bir ihtilaf söz konusu değildir. Ancak o, öyle cami’ bir kelamdır ki, bu anlam da, diğeri de kasdedilmiş olabilir."

İbn Sa’d’ın Tabakat’ında ve Ebû Nuaym’ın Hilye’sinde Ebû Kılâbe’den şöyle rivayete yer verilir: Ebu’d-Derdâ şöyle demiştir: "Kur’ân için değişik vecihler öğrenmeden, fıkhın tamamını öğrenmiş sayılmazsın."

Yine İbn Sa’d’ın rivayetine göre Hz. Ali İbn Abbas’a şöyle demiştir: "Onlara (Hariciler’e) git. Ancak onlara karşı Kur’ân’dan delil getirme! Zira Kur’ân’ın değişik vecihleri vardır. Onlara karşı sünnetten delil getir." Buna karşılık İbn Abbas:"Ama ben Allah’ın kitabını onlardan daha iyi bilirim." deyince, Hz. Ali:"Doğru söylüyorsun. Ancak Kur’ân’ın değişik anlamları vardır. O, değişik vecihlere sahiptir." buyurmuştur.

Hakikaten Kur’ân âyetlerinden her biri için, seleften gelen sabit bir tefsir şekli yoktur. Hatta Kur’ân’ın pek çoğu için bu söz konusudur. Elbette tefsirle ilgili olarak, zayıf senedle gelen ve sahih veya güvenilir olmayan kimselerin rivayetlerini buna katmıyoruz.

Öyle anlaşılmaktadır ki, rivayetle dirayeti bir arada mütalaa etmeli, bunlardan herhangi birini devre dışı bırakmamalıyız. Nitekim benim de benimseyip kabul ettiğim yöntem budur. Ancak şu farkla ki, ben, birbirine zıt olan yorumlardan en uygununu tercih ettim. Arapça’nın anlam, irab ve beyan yönlerinden genişçe istifade ettim ve Resûlullah (s.a.s), sahabe, tabiîn, tebe-i tabiîn ve bu sahada önemli kişilerden gelen rivayetlere de özen gösterdim.[2]

2. Kur’ân’ı Kur’ân’la Tefsir

Bu konuda ikinci esas, Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiridir. Şüphesiz Kur’ân âyetleri, birbirini tasdik eder, birbirini açıklar. "Eğer Kur’ân Allah’dan başkasına ait olsaydı, elbette içinde birçok tutarsızlıklar bulurlardı." (Nisa 4/82)

Zira Kur’ân’ın bir yerinde mücmel olan, başka bir yerinde tafsil edilmiş, bir yerde müphem bırakılan başka bir yerde açıklanmış, bir yerde mutlak zikredilen, başka bir âyette takyîd edilmiş, bir yerde umûmi olan hüküm, başka bir yerde tahsis edilmiştir. Bu özelliğinden dolayıdır ki, Kur’ân âyetleri birlikte ele alınmalı ki, tam bir şekilde anlaşılsın ve maksat ortaya çıksın.

Bu konuda ilk örnek Resûlullah’tır ve bize bunu o öğretmiştir. Mesela ashap "İman edip imanlarına zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte korkudan emin olma onların hakkıdır, doğru yolda olanlar da onlardır." (En’âm 6/82) âyetini okuyunca çok etkilenmiş ve endişeye kapılmışlardır. Zira âyetin zahirine göre, imanına küçük de olsa herhangi bir zulüm veya günah katan için, ne emniyet ve ne de hidayet vardır. Bunun için onlar şöyle dediler: "Ey Allah’ın elçisi! Hangimiz nefsine zulmetmez ki? Buna karşılık Hz. Peygamber (s.a.s): "Bu sizin anladığınız gibi değil, buradaki zulümden maksat şirktir." Siz Salih kul Hz. Lokmân’ın: "Evladım! Dedi, sakın Allah’a eş, ortak uydurma. Çünkü şirk pek büyük bir zulümdür." (Lokman 31/13) sözünü okumadınız mı?"[3]

Nitekim Allah Resulü sahabeden bazılarının kader hakkında bazı âyetleri delil getirerek münakaşa etmeleri üzerine, şiddetli bir şekilde onları kınamış ve gadaplı bir şekilde: "Siz bununla mı emrolundunuz?" veya "Bunun için mi yaratıldınız? Allah’ın ayetlerini birbiriyle çeliştiriyorsunuz! Halbuki Allah (c.c) bu kitabını, birbirini tasdik eden bir kitap olarak indirdi." buyurmuşlardır."[4]

Kur’ân tefsirinde Nebevi bir metod olan Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri kuralını en iyi uygulayanlardan biri İbn Kesir’dir. İbn Kesîr, âyeti tefsir ederken, o ayetin benzerlerini zikreder, onu teyid eden diğer âyetleri belirtir, o âyeti takyîd ve tahsis eden âyetleri de hatırlatır ki, böyle bir yöntem aslında, her müfessirin metodu olması gerekir.

Mesela Fatiha sûresini okuyalım: "Her türlü övgü âlemlerin Rabb’i Allah’adır." Burada Rubûbiyet’ten maksadın ne olduğu belirtilmemiştir. Ancak: “Tenzih et Rabb’inin yüce adını. O seni yaratıp, mükemmel yaratılış vereni. O her canlıyı bir ölçüye göre yapıp hayatının devamını sağlayacak yolları göstereni.” (A’la 87/1-3) âyetlerini okuduğumuzda, Rubûbiyet’in, mahlukat üzerindeki tesviye, takdir ve hidayet olarak tecelli ettiğini görürüz. Aynı şekilde Fâtiha’da âlemin’den maksadın ne olduğu açıklanmamıştır. Buna Şuarâ sûresinde, Firavn ve Musa arasında geçen muhaverede işaret edilmiştir: “Firavun: "sahi, şu bahsettiğin Rabbulalemin de ne?" dedi. "Eğer işin gerçeğini bilmek isterseniz söyleyeyim: O, göklerin, yerin ve ikisi arasında olan her şeyin Rabbidir.” (Şuarâ 26/23-24) Bu âyette ise, âleminin anlamının, semâvât ve yeri de içine aldığı görülmektedir. Yine "Din gününün sahibi" âyetini

Okuduğumuzda, bunun anlamını İnfitâr sûresinin 17-19. âyetlerinde buluyoruz: “Din gününün, o hesap gününün ne olduğunu sen bilir misin? Evet, bir daha söylüyorum: Din gününün ne olduğunu sen bilir misin? O, kimsenin kimseye hiç fayda veremeyeceği bir gün! O gün, bütün hüküm ve yetki yalnız Allah’ın!" ve "Din gününün sahibi"nin diğer açılımını, "O büyük Buluşma Günü, bütün insanların kabirlerinden çıkıp meydana çıkarıldıkları bir gündür. Öyle ki onların işlerinden ve hallerinden bir tek şey bile Allah’a saklı kalamaz. Allah onlara şöyle hitap eder: "Bugün mülk ve hakimiyet kimin? Mutlak galip, tek Hâkim olan Allah’ın!" (Gâfır 40/16) âyetinde buluyoruz.

"Nimet ve lütfuna mazhar ettiklerinin yoluna ilet!" âyetin­de, kendisine nimet verilenler açıklanmamış, ancak Nisa sûresinin 69. âyetinde belirtilmiştir:

"Kim Allah’a ve Resulüne itaat ederse işte onlar, Allah’ın nimetlerine mazhar ettiği nebiler, sıddîkler, şehidler, salih kişilerle beraber olacaklardır. Bunlar ne güzel arkadaşlar.”

Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri hususunda söylenilen en güzel söz İbn Vezîr olarak bilinen Muhammed b. İbrahim el-Yemenî’nin Îsâru’l-Hak Ale’l-Halk adındaki değerli eserinde söylediği şu ifadelerdir: "Kur’ân, Kur’ân’la tefsir edilir. Zira her hangi bir mesele bazan farklı yerlerde zikredilebilir. Bazı âyetler genişçe açıklanmış olabilir. Hatta bu konuda İbn Dakîk el-Îd’in Şerhu’l-Umdede zikrettiği üzere müstakil bir tefsir olup, müfessirler de bundan değişik şeyler rivayet etmişlerdir.

Bu kitaptan birkaç örnek verecek olursak, mesela Mü’min süresindeki “...Ama şayet doğru söylemişse, en azından onun sizi teh­dit ettiği şeylerin bir kısmı başınıza gelecektir." (Mü’min 40/28) âyetidir. Burada kasdedilen, dünyada verilecek muaccel azaptır. Zira bu husus, aynı surenin sonundaki “Biz onlara vâdettiğimizin bir kısmını sana göstersek de, yahut senin ruhunu yanımıza alsak da, onlar mutlaka sonunda dönüp huzurumuza geleceklerdir." (Mü’min 40/77) âyetinde belirtilmiştir.

Yine "Evet Allah sizin yuvanıza dönüş yapıp tövbenizi kabul buyurmak istiyorken, o şehvetlerinin ardına düşenler ise büsbütün yoldan çıkmanızı isterler" şeklindeki Nisa sûresinin 77. âyetinde Mücâhid’in de belirttiği gibi, ehl-i kitap olarak tefsiri, Nisa sûresinin "Baksanıza kendilerine Kitaptan nasip verilenlerin yaptıklarına! Kendilerinin hidayeti bırakıp sapıklığı satın almaları yetmiyormuş gibi, sizin de yolunuzu şaşırmanızı istiyorlar." 44. âyetinde belirtilmiştir. Bunu böyle tefsir etmek şunu vurgulamaktadır: Müslümanların günahkâr olanları, içlerinden dürüst olan kimselerin kötülüğünü istemez. Yukarıdaki âyette kötülüğü isteyenler, gâib zamiriyle ifade edilmiş, hitap zamiri ise bu işe meyledenlerde kullanılmıştır ki, bu da belirtilen hususu teyid etmektedir.

Aynı şekilde “Kim kötü iş yaparsa onun eczasını bulur” (Nisa 4/123) âyeti, "Başınıza gelen her musi­bet, irtikâb ettiğiniz günahlar, ihmal ve kusurlarınız sebebiyledir, hatta Allah günahlarınızın çoğunu da affeder." (Şûra 42/30) âyetiyle tefsir edilmiştir. Zira buradaki ifade umumiliği tahsis, mutlaklığını takyid etmektedir. Yani sanki bu âyetin de işaretiyle şöyle denmiştir: "Ancak affet­tikleri hariç".

Yine mutlakın mukayyede, umumun hususa hamledilmesi de böyledir. Nitekim "Hülle" (dostluk) ve "şefaat" da, âyette mutlak olarak nefyedilmiştir.[5]

Ancak Cenab-ı Hakk, "hulle"nin (dostluğun) olmayacağı hususundaki umumilikten "Müttakiler dışında dünyadaki bütün dostlar, o gün birbirine düşmandır." (Zuhruf 43/67) âyetiyle muttakileri, şefaat konusunda da "Allah’ın dilediği ve razı olduğu kimseler hakkında geçerli olması için izin çıkmadıkça.." (Necm 53/26) âyetiyle kendisinin izin verdiklerini istisna etmiştir.

Yine ihtilaflı gibi zannedilen Hz. Âdem’in topraktan,[6] tinden[7], suyla karışık topraktan, salsaldan[8] yaratılması gibi hususların aynı şeymiş gibi değerlendirilmesi de doğru değildir.[9]

3. Kur’ân’ın Sünnetle Tefsiri

İbn Teymiye Tefsir Usûlüne ait Mukaddime adlı eserinde şöyle demektedir: "Tefsir metotlarının en sağlamı, Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiridir. Zira bir âyette mücmel olan husus, başka bir yerde açıklanmış, bir yerde kısaca zikredilen şey, başka bir yerde genişçe ele alınmış olabilir.

Buna göre şayet araştırır da onu Kur’ân’da bulamazsak, o zaman sünnetten aramamız gerekir. Çünkü sünnet, Kur’ân’ın sarihi ve açıklayıcısıdır. Bununla ilgili olarak İmam Şafii şöyle demektedir: "Resûlullah’m vermiş olduğu her hüküm, Kur’ân’dan anladığı şeyin neticesidir. Allah Teâla bu hususla ilgili şöyle buyurmuştur: “İnsanlar arasında Allahın sana bildirdiği şekilde hükmetmen için Biz sana Kitabı gerçeğin, hakkın ta kendisi olarak indirdik. Artık hainlerin müdafaacısı (avukatı) olma." (Nisa 4/105), "Ey Resulüm, sana bu Kitabı indirmemiz, sırf onların, hakkında ihtilaf ettikleri gerçekleri açık­laman ve sırf iman edecek kimselere hidayet ve rahmet olması içindir." (Nah! 16/64)

Zaten bunun içindir ki, Resûlullah şöyle buyurmuşlardır: "Dikkat edin, bana, Kur’ân ve bir de onun misli verilmiştir."[10] Burada mislinden maksad ise sünnettir.

Nasıl Kur’ân Resûlullah’a vahiy olarak iniyordu ise, sünnet de vahiy olarak iniyordu. Şu farkla ki, Kur’ân tilavet edilirken, o tilavet edilmiyordu. Bunun içindir ki sünnet, vahy-i gayr-i metluv olarak isimlendirilmiştir. İmam Şafii ve diğer pekçok âlim, bu ifadeden pekçok delil çıkarmışlardır.

Hasılı Kur’ân’ı tefsir ederken öncelikle Kur’ân’dan istifade etmeli, bulamazsak sünnete müracaat etmeliyiz. Bu hususu Resûlullah’m Muaz b. Cebeli Yemen’e gönderirken söylediklerinden çıkarmamız mümkündür. Muaz’a şöyle demişti:

"Ne ile hükmedersin?" o da: "Allah’ın kitabıyla" deyince, Resûlullah: Ya orada bulamazsan? "Resûlullah’m sünnetiyle" deyince, Resûlullah: Orada da bulamazsan? deyince, o: "O zaman da kendi görüşümle ictihad ederim." demişti. Bunun üzerine Resûlullah elini onun göğsünün üzerine koydu ve şöyle buyurdu: "Allah’ın elçisinin elçisini, Allah’ın elçisinin hoşnud olduğu şeye muvaffak kılan Allah’a hatndolsun."[11]

İbn Kesir de Tefsirinin mukaddimesinde aynı şeyleri hocası İbn Teymiye’den nakletmiştir. Hatta pekçok kimse de bunun İbn Kesir’e ait olduğunu zannederler. Halbuki bunlar hocasının görüşleridir.

Zerkeşi de el-Burhan adlı eserinde şöyle demektedir: Tefsirde zayıf ve mevzu rivayetlerden sakınmak gerekir. Çünkü bu tür rivayetler, bir hayli fazladır... Meymûnî de şöyle demektedir: "Ahmed b. Hanbel’den şunu duydum. Üç şey vardır ki, bunların aslı yoktur. Bunlar, Megâzî, Melâhim ve Tefsir."

Ahmed b. Hanbel’in ekolünden olan araştırmacı âlimler bunu şöyle yorumlamışlardır: Yukarıdaki sözle Ahmed b. Hanbel’in kasdettiği şey, genellikle bu konudaki rivayetlerin senetlerinin sahih ve muttasıl olmadığıdır. Yoksa bu konularda sahih pekçok rivayet vardır.[12]

Suyûti de el-İtkân adlı eserinde bu konudaki rivayetlerin gerçekten çok azının sahih olduğunu, hatta merfû olan kısmının daha da az olduğunu bildirmektedir.[13] Nitekim o, gerçekten İtkan’da bu konudaki makbul, merdud, muttasıl ve munkatı" bütün rivayetleri serdetmektedir.

İbn Kayyım da el-İ’lâm adlı eserinde, tefsirle ilgili Hz. Peygamber (s.a.s)’den gelen rivayetlerin çeşidiyle ilgili bölümde makbul senedle gelenlerden bazılarını şöyle sıralamıştır:

Resûlullah, “İman edip imanlarına zulüm bulaştırmayanlar.." (En’âm 6/82) âyetini şirkle,"Hesap defteri sağ eline verilen kimsenin hesabı kolayca görülür." (İnşikâk 8.) âyetini arzla, siyah ve beyaz ipliği, gündüzün aydınlığı ve gecenin karanlığıyla, Sidre-i Müntehâ’nın yanında ikinci inişte gördüğü şeyi Cibril’le, "Rabb’inin kıyamet alâmetlerinden birinin gelmesini mi bekliyorlar?" (En’âm 6/158) âyetini, Güneş’in batıdan doğmasıyla, "Güzel söz, kökü yerin derinliklerinde sabit, dalları ise göğe doğru yükselmiş bir ağaç gibidir ki Rabb’inin izniyle her zaman meyvesini verir.” (İbrahim 14/24) âyetini hurma ağacıyla, “Allah iman edenleri hem dünyada hem ahirette o sabit söz üzerinde sağlam bir şekilde tutar.” (İbrahim 14/27) âyetini, kabirde, Rabbin kimdir? Dinin nedir? şeklindeki sorgu sualle, ehl-i kitabın, Allah’ı bırakıp da, Ahbâr ve Ruhbanlarım dost edinmelerini, onların bazı helalları haram, bazı haramları da helal kılmalarıyla, "Kim kötü iş yaparsa onun cezasını bulur" (Nisa 4/123) âyetini, kulun dünyada başına gelen sıkıntı, meşakkat, yorgunluk ve korku ile, “İyi ve güzel davranışlarda bulunanlara en güzel mükâfat yani cennet ile daha da fazlasıyla görmek var." (Yûnus 10/26) âyetini, Allah’ı (c.c) görmekle, "Rabb’iniz buyurdu ki: "Bana dua edin ki size karşılık vereyim." (Gâfır 40/60) âyetindeki duayı, ibadet olarak. "Geceleyin de, gecenin sonunda yıldızların batışının ardından da Ona ibadet edip tenzih et." (Tur 52/49) âyetindeki, sabah namazından önceki iki rekat namazla, "Geceleyin de, secdelerin peşinden de Ona ibadet et." (Kâf 50/40) âyetindeki jMj du, akşam namazından sonraki iki rekat namazla tefsir etmiştir. Bu husustaki örnekleri çoğaltmak mümkündür".[14]

İbnü’l-Vezir de bu konuyla ilgili olarak Isâru’l-Hak adlı eserinde şöyle demektedir:

"Üçüncü kısım, Hz. Peygamberin tefsiridir. Bu durum, nas ve icma ile kabul edilmiştir. Zira Allah Teâlâ bununla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Resul size ne verirse onu alınız, o sizi neden menederse onu terkediniz." (Haşr 59/7), "Sana da ey Resulüm bu Zikri indirdik ki kendilerine indirileni insanlara açıklayasm." (Nahl 16/44).

Bir hadiste de şöyle buyrulmuştur: "Sakın herhangi birinizi koltuğuna gerilip oturmuş ve kendisine emir veya nehiylerimden biri gelir de "biz, onu bilmeyiz; (Allah’ın kitabı var. Sünnet diye bir şey bilmeyiz.) Kitabullah’ta ne varsa, ona uyarız"’ diyor olarak bulmayayım, (dediğini duymayayım.)[15]

Hz. Peygamberin hadislerinin delil olmasına "Varis için vasiyyet sözkonusu değildir” hadisiyle, varisler için vasiyyet vucûbiyetinin neshedilmesiyle ilgili icmaın varlığı da ayrı bir delildir. Bu hadis, hasen bir hadistir. Nasla belirlenen bu durumun, neshinin kabul edilmesi gerektiğine göre, nasıl olur da diğer hususlarda olmaz! Halbuki vasiyyetin vücubunun neshi, bütün ümmetin kabul ettiği bir durumdur.

Bu hususlarla ilgili rivayetleri içine alan Sahihler, Sünenler ve Müsnedler vardır. Yine bunlara benzer Câmiu’l-Usûl, Mecmau’z-Zevâid ve Müstedrek vardır. Aynı zamanda bunlara Vahidi ve diğer müelliflerin Esbâb-ı Nüzullerini de katabiliriz. Gerçekten esbâb-ı nüzulü bilmek, çok faydalıdır. Çünkü bir sebeple ilgili olarak nazil olan bir âyet, farklı bir sebeple ilgisi olmayabilir. Zira o ifade, hakkında nazil olduğu şey için bir delil olmasına mukabil, kendisi dışındakiler için zan ifade eder. Nitekim "Yaptıklarından ötürü sevinen." (Âl-i İmrân 3/188) âyeti bu tip insanların zemmi hakkında sabit bir nastır. İbn Abbas bu âyetin, hakkı yalanladıklarından dolayı, sevinen Yahudiler hakkında nazil olduğunu söyler. Şayet böyle bir rivayet olmasaydı, bu âyeti doğru bir şekilde anlamak zorlaşacaktı. Zira o zaman buradaki sözkonusu kötü durum, yaptığı iyi işlerden hoşlanan kimseleri de içine almış olacaktı. Halbuki sahih bir rivayette: "Mü’min, iyilikleri kendisini sevindiren, kötülükleri ise üzen kimsedir." buyrulmuştur. Zaten itaat ve hayırlar içinde olan bir insanın sevinmesi aklın ve yaratılışın gereğidir.

4. Sahabe ve Tabiin Tefsirinden İstifade

Ashab, Muhammedi (s.a.s) medresenin talebesidir. Oradan mezun olmuş, oradan aydınlanmış, oradan bilgilerini almış ve o sofradan akıl ve kalplerini doyurmuşlardır. Bunun içindir ki, tefsirle ilgili olarak onlardan belli bir rivayet varsa, ona kulak verir ve onu alırız. Zira onlar, sebeb-i nüzulü müşahedeleri, âyetlerin iniş ortamını bilmeleri ve başkalarının görüp duymadıkları hallere şahid olmaları noktasında ayrı bir konuma sahiptirler. Ayrıca buna, Arapça’yı çok iyi bilmelerini, anlayışlarının son derece berraklığını ve fıtratlarının sadeliğini de eklemek gerekir. Özellikle de tefsirle ilgili bir konuda ittifak etmişlerse, onların bu ittifakı (icmâı), her ne kadar onlar tasrih etmese de aslında bir sünnet olduğunu gösterir. Böyle bir icma’ için, varılan sonucun onların aralarında yayılmış olması, onlardan bir grubun bunu bilmesi ve onlardan buna muhalefet eden kimselerin bulunmaması kafidir.

Böyle bir durumda, şayet onlar aralarında ihtilaf edecek olurlarsa, o zaman da önümüze şöyle bir çıkış yolu açılmış olur. Biz, onların görüşlerinden doğruya en yakın olanını seçer veyahut da onların vardıkları sonuçtan farklı yeni bir netice çıkarırız. Zira onların bu şekildeki bir ihtilafları bize, onların bu âyeti kendi ictihad ve re’yleriyle tefsir ettiklerini gösterir ki, bu ise her durumda masumluğu sözkonusu olmayan bir beşerin görüşüdür.

Diğer bir kısım ulema ise, bir kişi bile olsa, sahabenin tefsirinin kabulünü gerekli görür. Zira onların bu tefsirleri re’y değil, Resûlullah’tan olan bir rivayettir.[16] Ve bu âlimler, sahabenin tefsirini merfu hükmünde kabul etmişlerdir. Gerçi bu hususa birtakım kimselerin katılmadığı da olmuştur. Mesela Ebû Abdillah el-Hâkim bir kitabında, sahabenin tefsirini merfu sayarken, diğer bir kitabında mevkuf saymıştır!

Bu konuyla ilgili olarak İbn Teymiye de şöyle demiştir: Tefsirle ilgili bir hususu Kur’ân ve sünnette bulamadığım zaman, ashabın görüşlerine müracaat ederim. Onlar, âyetlerin indiği hususi ortam ve şartlara şâhid olduklarından, anlayışları tam ve bilgileri güvenilir olduğundan bu hususu daha iyi bilirler. Özellikle de onlardan Hulefâ-i Râşidîn ve Abdullah b. Mes’ûd gibi alim ve ileri gelenlerinin ayrı bir yeri vardır. Nitekim Abdullah b. Mes’ûd:"Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur ki, Allah’ın kitabından inen herhangi bir âyetin, nerede ve kim hakkında indiğini bilmeyeyim."

Yine İbn Mes’ûd şöyle demektedir:"Bizden biri on âyet öğrendi mi, onun manasını öğrenip onunla tam bir şekilde amel’edinceye kadar başkasına geçmezdi.

Aynı şekilde engin-bir ilme sahip Resûlullah’ın amcasının oğlu, Tercümânu’l- Kur’ân olan Abdullah b. Abbas Hz. Peygamberin şu bereketli duasına mazhar olmuştur:"Allah’ım, onu dinde fakîh kıl, ona Kur’ân’ın yorumunu öğret."[17]

İbn Mes’ûd da, İbn Abbas için: "Ne güzel bir Kur’ân tercümanı!" derdi. İbn Mes’ûd, h. 33’de vefat ettiğine göre, İbn Abbas ondan sonra 36 yıl daha yaşamıştır. İbn Mes’ûd hayattayken böyle bir konuma sahip olan İbn Abbas’ın, İbn Mes’ûd’dan sonra ilimde daha ne kadar ileri gittiğini varın siz düşünün!"[18]

Başta da söylediğimiz gibi, bazı alimler şöyle demektedirler:"Ayetleri anlamak ve anlamlarını tam olarak idrâk etmek, ancak tabiinin bu konudaki rivayetlerine müracaatla mümkündür." Nitekim daha önce de şu husus üzerinde durmuştuk:"Tefsir ilminin bir kısmı nakile dayanır. Sebeb-i nüzul, nesh, mübhemin tayini ve mücmelin beyanı gibi. Diğer bir kısmı da nakle bağlı değildir. Onu elde etmek için dikkatli bir şekilde düşünmek ve incelemek kâfidir.[19]

Yine bu konuyla ilgili olarak İbn Teymiye şöyle demektedir:"Pekçok âlim, tefsir edilecek âyetle ilgili olarak, Kur’ân, sünnet ve ashaptan bir delil bulamayınca, tefsirde önemli bir yere sahip tabiinden Mücâhid b. Cebr, Katâde, Said b. Cübeyr, İbn Abbas’m mevlası İkrime, Ata, Haşan Basri, Mesruk, İbn Müseyyeb, Ebu’l-Âliye, Dahhâk b. Müzâhim ve diğerlerinin görüşlerine müracaat ederlerdi."

Şu’be ve diğer bir kısım ulemâ da şöyle demişlerdir: "Fer’î meselelerde tabiinin sözleri, hüccet olmadığına göre, tefsirde nasıl hüccet olur? Yani onların aksine düşünen kimselere delil olamaz. Bu doğrudur. Ancak onlar bir meselede ittifak etmişlerse, o zaman onun delil olmasında herhangi bir tereddüt kalmaz. Şayet ihtilaf ederlerse, onların görüşleri, ne birbirlerine, ne de onlardan sonraki kimselere delil olamaz. Bu durumda Kur’ân’ın lafzına, sünnete, genel Arap diline veya sahabenin bu konudaki görüşlerine müracaat edilir".[20]

Şu mülahaza da unutulmamalıdır: Tefsirle ilgili sahabe ve tabiinden gelen pekçok rivayet, âyetin lafzından kasdedilen manayı, tam bir şekilde sınırlamamakta, sadece mücerred olarak temsili ifade etmektedir. Nitekim İbn Teymiyye ve bazı âlimler de bu hususa dikkatleri çekmiştir.[21]

Mesela "Bizi doğru yola, Sana doğru varan yola ilet." (Fatiha 1/6) âyetinden maksadın, İslam, Kur’ân, sünnet, dört veya iki halifenin sünneti, kulluk yolu Allah ve Resulüne itaat, gibi gibi şeyler olduğu söylenmiştir. Aslında bunlar arasında herhangi bir çelişki yoktur. Aksine herbiri sırat-ı müstakimin farklı bir yönünü ifade etmektedir.

Aynı şekilde ve zar atarak kumar oynayarak elde edilen et­ler haram kılındı.." (Mâide 5/3) âyetindeki ezlamı, zarla; "Öyle insanlar vardır ki hiçbir delile dayanmaksızın halkı Allah yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için laf eğlencesi satın alır." (Lokman 31/6) âyetini şarkıyla tefsir etmek de böyledir. İşte bu bir temsildir, tefsir değil. Yani müfessir kendine gö­re bir anlam vermektedir.

5. Dilin Mantığına Riâyet

Kur’ân "..Açık ve vâzih bir Arapça.." (Şuarâ 26/195) ile indirilmiştir. -Zikredilenlerin ışığında- Yorumlanan lafız, Arapçanın delâlet ettiği ve kullandığı kurallara uygun ve Kur’ân’ın mucizevî belagatına münasip bir tarzda tefsir edilmelidir. Çünkü bazı lafızlar, mecaz, müşterek ve farklı manalara gelebilir. Dolayısıyla iki veya daha fazla anlamdan birini seçme meselesinde, Allah’ın kitabına daha bir dikkat etmek gerekir.

Ancak sadece dille yetinip, diğer şeyleri nazar-ı itibara almamak, bazan kişiyi büyük bir hataya götürebilir. Mesela: kelimesini ele alalım. Bu kelime "Zekâtlar sadece fakirlere, düşkünlere, zekât toplayan görevlilere, kalpleri İslam’a ısındırılacak olanlara, esirlik ve kölelikten kurtulmak isteyenlere, borçlulara, Allah yoluna ve bir de muhtaç kalmış yolcu ve gariplere mahsustur. Allah tarafından kesin olarak böyle farz buyruldu. Allah Alimdir. Hakimdir: her şeyi bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir." (Tevbe, 9/60) âyetinde, asıl kullanılış yeri bakımından her türlü itaati içine alır. Bu kelimeye umumi bir anlam verilince de, zekattan, her namaz kılana, oruç tutana, zikir yapana, teşbih çekene ve Kur’ân okuyana, yollardan insanlara eziyet veren şeyleri kaldırana, ana- babasına iyilik edenlere, akraba ziyaretinde bulunanlara vs. gibi anlamlar verilmesi mümkündür. Halbuki âyette asla bunlar kasdedilmemiştir. Zaten böyle bir yorumu da hiç kimse yapmamıştır. Bunun içindir ki bir âyette, umumi bir hükmü tahsis eden ve ona bazı kayıtlar getiren, gerek Resulullah’tan, gerek sahabeden ve gerekse tabiinden gelen rivayetlere dikkat etmek gerekir. Tâ ki âyete vereceğimiz anlam doğru olmuş olsun.

Kur’ân’daki Bir Kelimeye Anlam Vermede Uyulacak Kurallar

Kur’ân okuyan veya onun yorumunu yapan kimseye, Kur’ân’ı doğru bir şekilde anlamasına yardım eden şeylerden önemli bir âmil de, Kur’ân’daki bir kelimenin, farklı yerlerde, farklı anlamlarda kullanılmasına dikkat etmesidir. Bu husus, gerçeğin anlaşılması ve buradaki kelimenin işaret ettiği doğru anlamın ortaya çıkarılması ve bu konuda herhangi bir hataya düşülmemesi bakımından önemlidir:

Mesela (Mâide 5/90) âyetindeki kelimesini ele alalım: Bu kelime Mâide sûresinde içkinin yasak edilmesini bildirmektedir ve âyetin sonunda içkinin kötülüğünü belirtmek içindir. Ayet şöyledir: “Ey iman edenler! Şarap, kumar, putlara kurban kesilen sunaklar, fal okları, şeytana ait murdar işlerden başka bir şey değildir. Bunlardan geri durun ki felah bulasınız."

Günümüzdeki bazı insanların buradaki»kelimesinin, "Size şunlar haram kılındı: Kendiliğinden ölen hayvan, kan, domuz eti, Allah’tan başkasının adına kesilen, henüz canı çıkmadan yetişip şartına uygun tarzda kestikleriniz müstesna; boğulmuş, bir şey vurularak öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanmış, boynuzlanmış yahut canavar tarafından parçalanmış olup da ölen hayvanların etleri, putlara ait sunaklarda kesilen hayvanların etleri ve zar atarak kumar oynayarak elde edilen etler.." (Mâide 5/3) âyetindeki gibi kesin bir şekilde harama delalet etmediğini iddia etmektedirler.

Halbuki ve onun türevleri Kur’ân’da incelendiğinde, bu kelimenin, şirk, şirke yakın küçük değil, büyük günahlar anlamlarında kullanıldığı görülecektir. Mesela: "O halde Allah’ın yasakladığı her şeyden, özellikle pis putlardan ve yalan sözden kaçının." (Hacc 22/30); "Biz her millete bir peygamber gönderdik, o da "Allah’a ibadet edin, Tağuttan uzak durun!" dedi.." (Nahl 16/36); "Tağut’a ibadet etmekten kaçınıp gönülden Allah’a yönelenlere müjdeler var." (Zümer 39/17); "Eğer size yasaklanan günahların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin öbür küçük günahlarınızı örtüp affederiz." (Nisa 4/31); "Onlar öyle kimselerdir ki büyük günahlardan ve hayasız çirkin işlerden kaçınırlar, kızdıkları zaman öfkelerini yutar, karşıdakinin kusurlarını affederler." (Şûra 42/37);"O iyiler, ufak kusur ve günahlardan olmasa

da, büyük günahlardan, aşikâr hayasızlıklardan kaçınırlar." (Necm 53/32)

Bu kelimenin, Kur’ân’daki kullanılış şekilleri de göstermektedir ki, anlamı, hiç de bunu farklı manaya vehmedenlerin dediği gibi değildir. Hatta bu kelime, yasaklama bakımından, tahrimden daha öte bile anlam içermektedir. Zira tahrim, bir şeyin yapılmasını yasaklarken, ictinab, kişiyle haram kılınan şey arasına ayrı bir engel daha koymak suretiyle o şeye yaklaşılmasını yasaklamaktadır. Zinaya yaklaşılmasını yasaklayan şu âyet de, bu anlamı ihtiva etmektedir: "Sakın zinaya yaklaşmayın: Çünkü o çirkinliği meydanda olan bir hayasızlıktır, çok kötü bir yoldur." (İsrâ 17/32)

Kur’ân’ı anlamada eksik bir bilgiye sahip olmak, kasıtlı anlamak ve belli bir konu etrafındaki âyetleri tam olarak bilememek, genellikle kişiyi Kur’ân’la ilgili hükümlerinde ve yorumlarında hataya düşürmektedir. Çoğu defa da böyle bir hataya düşmenin arkasında bazı heva ve hevesler vardır. Hevâ ise, insanı, hakikatleri doğru bir şekilde görmeye karşı âdeta kör ve sağır yapar. Böyle bir kişi, ancak kendi istediği ve hevasmı destekleyici şeyleri görür ve o doğrultuda hareket eder.

6. Siyaka Dikkat Etmek

Kur’ân’ı doğru bir şekilde anlamak ve onu sağlam bir şekilde yorumlamak için uyulması gerekli kurallardan biri de, o âyetin, sûredeki irtibatıyla, o cümlenin âyetteki irtibatına dikkat edilmesidir. Bir âyeti, bulunduğu yerdeki sıyâkıyla ele almak gerekir. Onun ne önce ve ne de sonrasıyla ilişkisinin koparılmaması gerekir. Tâ ki, verilen anlam doğru, çıkarılan hüküm isabetli olsun.

Kelimelerin Anlamlarını Tam Olarak Belirlemede Siyakın Önemi

Kur’ân-ı Kerim’de bazan bir kelime, farklı birkaç anlama gelebilmektedir. Bu durumda farklı yerlerdeki bu bir kelimenin anlamını, tam olarak ancak sıyâkıyla ele aldığımızda kavrayabiliriz. Siyak derken, kelimenin öncesi ve sonrasıyla olan ilişkisini kasdediyoruz.

Mesela Kitap kelimesini ele alalım: Bu kelime Kur’ân’da farklı anlamlarda kullanılmıştır ki, anlamını ancak siyakıyla düşündüğümüzde anlarız. Kitap kelimesi ketebe fiilinin mastarıdır. Kitap, kitabet (yazı) demektir. Daha çok mektup (yazılan) anlamında kullanılmıştır. Mastarın ism-i meful anlamında kullanılarak, lafzın (söz) melfuz (söylenilen), halkın (yaratık) mahlûk (yaratılan) anlamında kullanılması gibi. Bu kelime kütiibün olarak çoğul yapılır. Bahsettiğimiz hususları Kur’ân’a uyguladığımızda, Kitabın şu anlamlara geldiğini görürüz:

a. Kur’ân Kasdedilnıiştir

"İşte Kitap! Şüphe yoktur onda. Rehberdir muttakilere." (Bakara 2/2) "Sana Kitabı, gerçeğin ta kendisi ve daha önce indirilen Kitapları tasdik edici olarak indiren O’dur. Bundan önce de, insanlara doğru yolu göstermek için Tevrat ve İncil’i indirmiştir.” (Al-i İmrân 3/3) "Ey Resulüm, işte sana bu kutlu Kitabı indirdik ki her şeyi açıklasın.." (Nahl 16/89)

b. Tevrat Kasdedilmiştir

"Biz Musa’ya Kitap verdik ve onu İsrailoğullarma "Benden başkasını Rab edinmeyin. Benden başkasının himayesine girmeyin” diye bu kitabı doğru yolu gösteren bir rehber kıldık." (İsrâ 17/2)

“Biz gerçekten Musaya doğru yolu gösteren Rehberi verdik ve İsrail evlatlarını Kitaba varis yaptık.” (Gâfır 40/53)

c. Tevrat ve İncil Kasdedilmiştir

"O kitabı indir­memiz, "Bizden önce kitap yalnız iki topluluğa indirildi, biz ise onların okudukların­dan habersizdik" dememeniz içindir." (En’âm 6/156)

Aynı zamanda Kur’ân’da her Yâ ehle’l-Kitab! Ellezîne ûtu’l-Kitâbe, Ellezîne âteynahumu’l-Kitâbe gibi âyetlerin hepsinde Tevrat ve İncil kasdedilmiştir.

Mâide sûresinin 48. Âyetinde "Sana da daha önceki kitapları, hem tasdik edici, hem de onları denetleyici olarak bu Kitabı, gerçeğin ta kendisi olarak indirdik.." (Mâide 5/48) kitap kelimesi, iki kez geçmektedir. Birincisinde Kur’ân anlamında kullanılmış olup, İkincisinde ise daha önceki kitaplar kasdedilmistir.

d. Belirli Bir Peygambere Değil de Onlardan Herhangi Birine Nazil Olan İlâhî Kitap

Kasdolunmuştur

“Şu kesindir ki Biz resullerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti gerçekleştirmeleri için, resullerle beraber Kitap ve adalet terazisi indirdik." (Hadîd 57/25), "Bütün insanlar bir tek ümmet teşkil ediyorlardı. Aralarında ihtilaflar başlayınca, Allah onlara içlerinden müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberler gönderdi. Onların beraberinde, gerçekten insanlar arasında hükmetmek için, kitap ve hikmeti gönderdi ki, ihtilaf ettikleri konularda aralarında hükmetsin." (Bakara 2/213),

"Takva, yüzlerinizi doğuya ya da batıya doğru çevirme değildir. Lâkin takva Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara iman eden.." (Bakara 2/177).

Bu âyetlerdeki belirli bir kitap kasdedilmeyip, Allah’ın indirdiği bütün ki­taplar kasdedilmistir. İndirilen bu kitaplara iman ise, imanın rükünlerindendir.

e. Kitap, Mahlukatm Kaderinin Yazılı Olduğu Levh-i Mahfuz Anlamındadır.

Şu âyetlerde Kitap, bu anlamda kullanılmıştır: "..Bunlar Kitapta yazılıdır." (Ahzâb 33/6)

“..Yer altı tabakalarının karanlıkları içindeki tek bir tane, hasılı yaş ve kuru hiç bir şey yoktur ki açık, net bir kitapta bulunmasın." (En’âm 6/59) vb. âyetler.

f. Kitap, Yazılan Şeyler Anlamındadır

kelimesindeki takısı ahd için değil, cins içindir. Şu âyette kitap yazılan şeyler anlamındadır: "Elleriyle kitap yazıp, biraz para almak için: "Bu Allah tarafındandır" diyenlerin vay haline! Vay o ellerinin yazdıklarından ötürü onlara! Vay o kazandıkları vebal yüzünden onlara!" (Bakara 2/79).

g. Kâtebe-yükâtibu Kalıbından Marife ve Mastar Olarak Kullanılmıştır.

Zaten sarf ilminde fâale’nin mastarının bazan Hâl, bazan da el-mufâale şeklinde geldiği malumdur. Mesela: Kâtele-kıtâlen-Mukâteleten kalıbında olduğu gibi. Şu âyet buna örnek olarak verilebilir:

"..Eliniz altındaki köle ve cariyelerinizden mükâtebe yapmak isteyenler olursa ve siz de onlarda liyakat görürseniz mükâtebe yapımz..” (Nur 24/33).

Burada "Mükâtebe yapmak isteyenler"in anlamı: "Onlar, belli bir

para karşılığında sizinle (mükâtebe) anlaşma yapmak istiyorlar ki, hürriyete kavuştuktan sonra size o karşılığı taksitle ödeyiversinler."

h. Kitap, Kalemle Yazmak Anlamına ketebe-yektübü’nün Mastarı Olarak Kullanılmıştır

Şu âyette bu anlamda kullanılmıştır “Allah ona kitabı (yazmayı), hikmeti, Tevrat ve Incil’i öğretecektir." (Âl-i İmrân 3/48)

Buradaki kelimesinin anlamıyla ilgili olarak İbn Kesir ve bazı âlimler şöyle demişlerdir: Buradaki anlamı, yazıdır. Zira bunun arkasından Tevrat ve İncil zikredilmiştir ki, atıf, Arapçada muğayereti (farklılığı) gerektirir. Demek ki bunların (Tevrat-İncil) dışındaki bir şeydir.

i. Kitap Kelimesi İnsanın Amellerinin Arşivlendiği ve Kıyamet Günü Karşısına Çıkacak Olan Hesap Defteri Anlamında Kullanılmıştır.

"Şöyle deriz ona: "Defterini oku. Bugün muha­sebeci olarak kendi işini görmeye kendin yetersin!” (İsrâ 17/14)

"İşte herkesin hesap defteri önüne konuldu. Mücrimlerin defterdeki kayıtlardan korktuklarını ve şöyle dediklerini görürsün: "Eyvah bize! Bu deftere de ne oluyor. Ne küçük komuş, ne büyük, yazılmadık şey bırakmamış!” (Kehf 18/49)

Yukarıdan beri verdiğimiz örneklerden de görüldüğü üzere, bir kelimenin bütün bu anlamlara gelmesi muhtemelse, o zaman onun anlamını belirleyip tespit edecek şey siyaktır. Öyle durumlar olur ki, siyaktan kesin bir anlam çıkartamayız. İşte o zaman da farklı yorumlar, değişik tefsir çeşitleri ortaya çıkmış olur.

Mesela "Hem yerde hareket eden hiç bir canlı, kanatlarıyla uçan hiç bir kuş türü yoktur ki sizin gibi birer toplum teşkil etmesinler. Biz o Kitapta hiçbir şeyi ihmal etmedik. Sonra hepsi Rablerinin huzuruna sevkedilip toplanacaklardır." (En’am 6/38) Acaba burada zikredilen "Kitap"tan kasıt, "Ey Resulüm, işte sana bu kutlu Kitabı indirdik ki her şeyi açıklasın.." (Nahl/89) âyetinde belirtilen Kur’ân mı, yoksa "Velhasıl her bir şeyi, apaçık bir Kitap’ta sayıp döken Biz’iz." (Yasin 12) de belirtilen levh-i mahfuz mu? Ayetin siyakı, İbn Kayyım’ın da Miftâhu’s-Seâde adındaki kitabında belirttiği gibi, ikisine de muhtemeldir.

Yine aynı şekilde "O, Ümmiler arasından, kendilerinden olan bir Resul gönderdi. Bu Resul onlara Allah’ın ayetlerini okur, onları inançlarına ve davranışlarına bulaşmış kirlerden arındırır, onlara Kitabı ve hikmeti öğretir. Halbuki daha önce belli ve kesin bir sapıklık içinde idiler." (Cum’a 2) ve bu anlamda Bakara ve Âl-i İmran sûrelerindeki âyetlerde, acaba Kitap’tan maksat, Kur’an mı, kitabet (yazı) mi? Yaygın kanaat, bunlardan kasdın Kur’an olduğu yönündedir. Ancak Kur’ân’ın öğretilmesi hususunun da olması mümkündür.

İkinci görüşü destekleyen hususlar da vardır. Kur’an, ilk inen Alak süresindeki âyetlerde, Kur’ân’ın kalemle öğretilmesine dikkatleri çekmiştir. Yine ilk inen âyetlerden osj^i fiîl’j o "Nûn. Kalem ve ehl-i kalemin satırlara dizdikleri ve dizecekleri şeyler hakkı için." (Kalem 1) ayetinde de bu husus ifade edilmektedir.

İnsanın aklına şöyle bir soru gelebilir: Ümmî olmasına rağmen Resûlullah (s.a.s) onlara Kur’an nasıl öğretebilir? Buna şöyle cevap verebiliriz: Şayet o okuyup yazsaydı da, bizzat kendisi onlara okutacak değildi. Bilakis diğerlerinin vasıtasıyla okutmuş olacaktı. O zaman bundan kasıt, Hz. Peygamber’in (s.a.s) onları Kur’an okuyup yazmaya teşvik etmesi, davet etmesi, onları ümmilikten okuma-yazma bilmeye çıkartacak vesileleri hazırlamasıdır. Nitekim Bedir esirlerine, fidye olarak bir kişinin, müslüman çocuklarından on kişiye okuma yazma öğretmelerini teklif olarak getirmişti.

Yine Âyet kelimesini ele alalım: Ayet kelimesi lügatlerde, alâmet anlamına gelmektedir. Kur’ân’da ise farklı anlamlarda kullanıldığı görülmektedir. 1. İndirilen ve okunan âyet 2. Görünen kevnî âyetler. 3. Hz. Peygamberin doğruluğuna delâlet eden âyet ki- mucize olarak isimlendirilen ve kavmine karşı sıdkını gösteren âyetlerdir.

Kur’ân-ı Kerim’de, âyet kelimesinin geçtiği yerlerde hangi anlama geldiğini ise siyak belirlemektedir. Bazen âyetten kasıt, dille okunup, kulaklarla duyulan âyetlerdir. Bu anlam Kur’ân’da oldukça çok kullanılmıştır. Mesela: "Elif, Lâm, Râ. İşte bunlar o hikmetli Kitabın ayetleridir." (Yunus 10/1).

"Elif, Lam, Râ. Bu öyle bir Kitaptır ki ayetleri en kesin delillerle desteklenmiş, sonra da güzelce açıklanmış, tam hüküm ve hikmet sahibi, her şeyden haberdar olan Hakîm ve Habîr tarafından gönderilmiştir." (Hud 11/1).

"Elif, Lâm, Râ. Bunlar, hakkı açıklayan, Haktan geldiği aşikâr olan Kitabın ayetleridir." (Yûsuf 12/1)

“Elif, Lam, Mîm, Râ. İşte bunlar sana indirilen Kitabın ayetleridir. Sana Rabbin tarafından indirilen Kur’an haktır, gerçektir, ama insanların çoğu buna inanmazlar” (Ra’d 13/1)

"Yâ, Sın, Mîm. İşte şunlar gerçeği açıklayan Kitabın ayetleridir." (Kasas 28/1) ve buna benzer diğer pek çok yer vardır.

Bahsi geçen âyetler, indirilen ve okunan âyetlerdir. Bunlar “O tekvînî ayetlerin yanında, işte bunlar da Allah’ın tenzîlî ayetleridir ki, gerçeğin ta kendisi olarak Cebrail vasıtasıyla okuyup beyan ediyoruz. Allah’a ve Onun ayetlerine inanmadıktan sonra, onlar acaba daha hangi söze inanırlar?" (Câsiye 45/6) âyetinde de belirtildiği gibi, gerek Cenab-ı Hakk tarafından okunan âyetler olsun, gerekse Resûlullah tarafından okunmuş olsun. Zaten Allah Teâla kendi âyetlerinin okunmasını risâletin önemli hatta önde gelen görevlerinden saymıştır. Tezkiye (maddî-manevî kirlerden temizleme), kitap ve hikmetin öğretilmesi ise daha sonra zikredilmiştir. Nitekim bu husus Kur’ân’da dört âyette belirtilmiştir, “O Ümmiler arasından, kendilerinden olan bir

Resul gönderdi. Bu Resul onlara Allah’ın ayetlerini okur, onları inançlarına ve davranışlarına bulaşmış kirlerden arındırır, onlara Kitabı ve hikmeti öğretir. Halbuki daha önce belli ve kesin bir sapıklık içinde idiler." (Cum’a 62/2)

Hatta Kur’ân, ehl-i kitaptan olan mü’minleri, "Onların içinde öyle dosdoğru bir cemaat vardır ki, gece saatlerinde Allah’ın ayetlerini okuyarak secdelere kapanırlar.” (Âl-i İmrân 3/113) âyetinde, Allah’ın âyetlerini okumuş olmaları yönüyle medhetmektedir.

Bazen de âyetle, kevnî âyetler kasdedilmiştir. Bunlar, Allah’ın birliği, varlığı, kudretinin sonsuzluğu, rahmetinin sınırsızlığı ve hikmet sahibi olduğuna delalet eden, âfâk ve enfüste yayılmış olan ve aynı zamanda gözle görülen âyetlerdir. Nitekim bu husus, şu âyette açıkça belirtilmektedir, "Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile

gündüzün birbiri ardınca gelip-gidişinde düşünen insanlar için elbette ayetler vardır. (Âl-i İmrân 3/190).

"Yeryüzünde kesin inanmak isteyenler için birçok deliller vardır. Bizzat kendi varlıklarınızda da böyle deliller vardır. Hâla görmeyecek misiniz?" (Zâriyat 51/20-21),

“Evet, Biz ileride onlara delille­rimizi gerek dış dünyada, gerek kendi öz varlıklarında göstereceğiz; ta ki Kur’an’ın, Allah tarafından gelen gerçeğin ta kendisi olduğu onlar tarafından da iyice anlaşıla­cak." (Fussilet 41/53).

"Elbette bunda alınacak ibret vardır, fakat onların ekserisi ibret alıp da iman etmezler. (Şuarâ 26/67),

“Elbette bunda alınacak ibret vardır; takat onla­rın ekserisi ibret alıp da iman etmezler." Şuarâ 26/103),

"Arkasından geride kalanları da suda boğduk. Elbette bunda alınacak ibret var, fakat onların ekserisi ibret alıp da iman etmezler." (Şuarâ 26/120-121).

Âyet, kâinattan ve ondaki delillerden çıkartıldığı gibi, tarihten ve onun ibretli noktalarından da çıkarılabilir. Bazen de âyetle, Cenab-ı Hakk’ın, peygamberlik davasında elçilerinin doğruluğunu göstermek, yalanlayanlar karşısında onlara destek vermek, onların bu görevi kendiliklerinden değil, adıyla konuştukları Yüce Yaratıcı’nın elçisi olduklarını göstermek için verdiği harikulade olaylar kasdedilmiştir.

Çoğu kez de bu âyetler kevnî, hissî ve dokunulabilen cinsten olup, işleyen kanunlara göre de benzerini insanlar getirmekten acizdir.

Hz. Musa’nın dokuz âyetini bu hususa misal olarak verebiliriz: "Musa’ya, açık açık dokuz mucize, açık belge verdik. İşte İsrailoğullarını sor: Musa kendilerine geldiğinde Firavun ona: "Bana bak Musa!" dedi, "ben senin büyülendiğini zannediyorum." (İsrâ L7/101).

Bu dokuz âyet (mucize), Asa, el, Firavun ve kavminin başına gelen kıtlık, ürünlerin azlığı, Tufan, çekirge, bit, kurbağa ve kandır ki, âyâtun mufasselât olarak Kur’ân’da geçmektedir.

Yine Hz. İsa’nın "Sen benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyor, ona üflüyordun; o da Benim iznimle kuş oluveriyordu. Düşün ki: Sen benim, iznimle a­nadan doğma âmânın gözünü açıyor, abraşı da iyileştiriyordun. Düşün ki: Sen Benim iznimle ölüleri kabirden diri olarak çıkarıyordun.." (Mâide 5/110) âyetinde anlatılan mucizeleri de bu kabildendir.

Bundan önce de Hz. Sâlih’in devesi anlatılmaktadır ki, o, Semud kavmini tevhid ve Allah’a hakkıyla saygıya davet etmiş, ancak onlar: (153)

“Sen" dediler, "bir sihirin etkisine kapılmışlardan birisin. Hem bize hiç bir üstünlüğün yok, bizim gibi bir insansın. Yok eğer böyle değilsen, iddianda doğru isen mucize göster bize!" (Şuarâ 26/153-154) demişler. Buna karşılık Cenab-ı Hakk da ona mu’cize olarak deveyi vermiştir. Hz. Salih onlara “Ey milletim! İşte size mucize olarak Allahın devesi! Bırakın onu Allahın mülkünde yayılsın, yesin içsin. Sakın kötü bir maksadla ona el sürmeyin, yoksa çok geçmez sizi bir azap kıstırıverir." (Hûd 11/64) demiş.

Buna benzer mu’cizeleri müşrikler de Resûlüllah’tan (s.a.s) istemişlerdir ki, Kur’ân onların bu isteklerine bir vesika olarak bizlere bildirmektedir: "Bir de: "Ona "bizim de görebileceğimiz bir melek gönderilmeli değil miydi?" dediler. Eğer Biz bir melek gönderseydik elbette iş bitirilmiş olur, sonra kendilerine göz bile açtırılmazdı." (En’âm 6/8)

Bazen de siyaktan, anlam tam olarak belirlenemediğinde âyet kelimesi birkaç manaya gelebilmektedir. Mesela: “Biz bir ayetin yerine onun hükmünü neshedecek başka bir ayet getirdiğimiz zaman -ki Allah göndereceği ayetleri pek iyi bilmektedir- onlar: "Sen iftiracının tekisin” dediler. Hayır, hiç de öyle değil! Onların çoğu işin gerçeğini bilmiyorlar." (Nahl, 16/101)

Onlara de ki : “İman edenlere tam bir sebat vermek ve Allah’a teslimiyet göste­recek müslümanlara bir hidayet ve müjde olmak üzere Kur’an’ı, Rabb’in tarafından gerçek olarak getiren, Ruhu’l Kudüstür." (Nahl 16/102).

"Biz, tatbik edenlerin elde edecekleri mükâfat bakımından, daha hayırlısını veya benzerini getirmedikçe, herhangi bir ayetin hükmünü neshetmez veya ertelemeyiz. Allah’ın her şeye kadir olduğunu bilmez misin? Bilmez misin ki göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır. Sizin Ondan başka ne bir haminiz, ne de bir yardımcınız yoktur. Yoksa siz daha önce Musa’dan istendiği gibi Resulünüzden olur olmaz şeyler istemek, onu sorguya çekmek mi istiyorsunuz? Kim imana bedel inkârı alırsa, artık düz yolda sapıtmış olur." (Bakara 2/106-108) gibi.

Bu âyetlerle ilgili yaygın ve nakledilen görüş, neshedilen veya unutulan âyetten maksat, Kur’ân’daki âyetlerdir. Neshedilmesi ise, usülcüler arasında da yaygın olan şekliyle, kendisinden sonra gelen bir delille hükmünün ortadan kaldırılmasıdır. Böyle bir anlamı teyid eden husus, bu âyetlerin, kıblenin Beyt-i Makdisten, Ka’be’ye çevrilmesi hükmüne hazırlık bağlamında zikredilmesidir. Reşid Rıza ise, buradaki âyetin mucize anlamına geldiğini söylemektedir.

Böyle bir anlamı da şu husus desteklemektedir: Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılma hükmü, Kur’ân’ın herhangi bir âyetiyle sabit değildir ki, başka bir âyetle, daha hayırlı ya da ona eş bir hükümle değiştirilmiş olsun. Aksine daha açık olanı, bu hususun amelî sünnetle sabit oluşudur. Bu sünnet ise, ya Allah’tan bir vahiy, ya da Resûlüllah’m ictihadıyladır ki, Cenab-ı Hakk o ictihad üzerinde elçisini takrir etmiştir. Nitekim âyetin sonu da bu hususa işaret ediyor gibidir: Burada kudretin zikredilmesi de, âyet kelimesinin, harikulade kevnî bir olay anlamına geldiğini teyid etmektedir. Şayet kasdedilen, indirilmiş ve okunan âyet ol­saydı, kudret yerine, ilim, hikmet ve buna benzer bir kelimenin kullanılması daha uygun olurdu.

Ayrıca bu âyetten sonra gelen âyetlerde ifadesi de söylediğimiz anlamı teyid elmektedir.

Zira bu âyetle onlar, Hz. Musa’ya mu’cize noktasında o kadar ileri gittiler ki, sonunda ondan, Allah’ı açık bir şekilde göstermesini istediler.

Bir Anlamın Farklı Lafızlarla Zikredilmesi

Kur’ân-ı Kerîm’de bir kelime bazen nasıl birkaç anlama geliyor ve buradaki anlamı da siyak belirliyorsa, bazen de tek bir anlam, farklı birkaç lafızla ifade edilebiliyor. Böyle bir özellik, bir kısım dilcilerin iddia ettikleri gibi müteradiflik değildir. Nitekim onlar, bu farklı lafızların müteradif olduğunu, hepsinin de anlam bakımından aynı olduğunu iddia etmektedirler. Ancak mesela kaede-celese, serra- feriha vs. gibi kelimeler üzerinde iyice düşünüldüğünde, durumun böyle olmayıp, tersine, bir şeyin veya bir anlamın farklı lafızlarla ifade edildiği ve herbir lafzın, kendine has anlamlarının olduğu anlaşılacaktır.

Mesela Kur’ân kelimesini ele alalım. Bu kelimenin aslı de de olduğu gibi Kareedir. Daha sonra Allah tarafından indirilen Kur’ân için kullanılmıştır. Nitekim Arapçada, masdarla, ism-i meful kasdedildiği yaygındır. Halkın, mahluk anlamında, lafzın melfuz anlamında kullanıldığı gibi. Şu âyetlerde de söz konusu durum vardır:

"Gerçekten bu Kur’ân insanları en doğru yola, en isa­betli tutuma yöneltir." (İsra 17/9),

“Ey Resulüm! Kur’an’ı sana parça parça Biz indiriyo­ruz." (İnsan 76/23)

"Biz Kur’anı mü’minlere şifa ve rahmet olarak indiririz. Ama o, zalimlerin ise sadece ziyanını artırır." (İsra 17/82)

“Bir de O kâfirler dediler ki: "Bu Kur’ân ona toptan, bir defada indirilmeli değil miydi? "Halbuki Biz vahiyle Senin kalbini pekiştirmek için böyle ara ara indirdik ve onu parça parça okuduk." (Furkân 25/32)

Bazen Kur’ân, Kitap olarak adlandırılır. Şu âyetlerde olduğu gibi: “İşte Kitab! Şüphe yoktur onda. Rehberdir mürtakîlere.” (Bakara2/2)

"Elif, Lam, Râ. Bu öyle bir Kitaptır ki ayetleri en kesin delillerle desteklenmiş, sonra da güzelce açıklanmış, tam hüküm ve hikmet sahibi, her şeyden haberdar olan Hakîm ve Habîr tarafından gönderilmiştir." (Hûd 11/1)

"Elif, Lam, Râ. Bu, Rabb’lerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, üstün kudret sahibi ve her işi övgüye layık olan Allah’ın yoluna, göklerde ve yerdeki her şeyin sahibinin yoluna insanları çıkarman için sana indirdiğimiz bir Kitaptır." (İbrahim 14/1)

"Ey Resulüm, işte sana bu kutlu Kitabı indirdik ki her şeyi açıklasın, doğru yolu göstersin, Allah’a teslimiyetle itaat edecek olanlara, rahmetin ve müjdenin ta kendisi olsun." (Nahl 16/89).

Kur’ân’ın Kitap olarak isimlendirilmesi, onun, okunmasının yanında ayrıca bir de yazılmasıdır. Nitekim Allah Resulü de daha ilk günden itibaren onun okunmasına ihtimam göstermiş, ashaptan herkesin güvendiği kimseleri vahiy katibi olarak görevlendirmiştir.

Yine Kur’ân, “Hayır ve bereketi ne muazzamdır o Zatın ki, bütün ins ve cinni uyarsın diye o has kuluna doğruyu eğriden ayıran Furkanı indirdi." (Furkân 25/1) âyetinde de olduğu gibi Furkân olarak isimlendirilmiştir. Kur’ân’a, doğruyu yanlıştan, hidayeti dalâletten, rüşdü ğayydan ayırdığı için bu isim verilmiştir. Zâten semavî kitapların gayesi de budur. Bunun içindir ki, "Biz, Musa ile Harun’a, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için bir ışık ve öğüt olan Furkân’ı (hakkı batıldan ayıran kitabı) verdik." (Enbiyâ 21/48) âyetinde de belirtildiği gibi, Tevrat’a da Furkân ismi verilmiştir.

Yine Kur’ân, Zikir olarak isimlendirilmiştir. Evet o Zikirdir. Zira insanlara Allah’ı, Allah’ın isimlerini, sıfatlarını, sonunda O’na varılıp, hesap verileceğini, O’nun yolunu ve prensiplerini hatırlatıyor. Bu hususla ilgili: "Zulme maruz kaldıktan sonra Allah uğrunda

hicret edenleri, elbette dünyada güzel bir yere yerleştiririz. Ahiret mükâfatı ise daha büyüktür. Bunu bir bilselerdi! (Nahl 16/44) ve "Sen ey Resulüm, şu kimseyi uyar: İrşada can kulağıyla tâbi olur. Görmediği Rahmanı sayıp çekinir. Müjdele onu: Mağfiret onun, şerefli mükâfat onun..." (Yâsîn 36/1 1) buyrulmaktadır.

Aynı şekilde zikir kelimesi aşağıdaki âyetlerde de Kur’ân anlamında kullanılmıştır:

"Kendilerine gelen bu şanı yüce dersi inkâr edenler elbette cezadan kurtulamazlar. Halbuki o eşsiz ve pek kıymetli bir Kitaptır. Öyle bir kitaptır ki batıl ona ne önünden, ne ardından yol bulamaz. Tam hüküm ve hikmet sahibi, bütün hamdlerin ve övgülerin sahibi o Hakîm ve Hamîd tarafından indirilmiştir. Sana söylenenler, senden önceki peygamberlere söylenen sözlerden başka bir şey değildir. Senin Rabb’in hem mağfiret hem de gayet acı bir azap sahibidir. Eğer biz Kuran"ı yabancı bir dille gönderseydik derlerdi ki: "Neden, onun ayetleri açıkça beyan edilmedi. Dil yabancı, muhatap Arap! Olur mu böyle şey?” De ki: "O iman edenler için hidayet ve şifadır." Ama iman etmeyenlerin kulaklarında ağırlıklar vardır. Kur’ân onlara kapalı ve karanlık gelir. Onların, çok uzak bir yerden sesleniliyor da söyleneni hiç anlamıyorlar gibi bir halleri vardır." (Fussilet 41/41-44). Buradaki Zikir’den maksat Kitap olup o da Kur’ân’dır.

Aynı şekilde Tevrat da şu âyetlerde Furkân ve Zikir olarak isimlendirilmiştir. “İnsanların hesap verme vakti yaklaştı. Ama onlar hâla koyu bir gaflet içinde haktan yüz çevirmekteler. Rabbieri tarafından kendilerine gelen her yeni uyarıyı, alaya alıp kalpleri eğlenceye dalarak dinlerler." (Enbiya 21/1-2) ve "Şu kesindir ki, Biz Zikr’den (Tevrattan) sonra Zeburda da: "Dünyaya salih kullarım varis olacaklar. Dünya onlara kalacak" diye yazmışızdır." (Enbiya 21/105).

1. Esbabı Nüzul Meselesi

Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanmasında önemli konulardan biri de esbâb-ı nüzul meselesidir. Alimlerin kanaatine göre Kur’ân’m nüzulü iki şekildedir. Birincisi herhangi bir sebebe bağlı olmaksızın inmesi ki, bu Kur’ân’m büyük bir bölümünü içermektedir. İkincisi de 23 sene gibi vahyin iniş sürecinde meydana gelen bir hâdise veya Resûlullah’a sorulan bir sorudan dolayı nazil olan kısımlar. İşte bu son kısımdaki âyetlerle ilgili sebeb-i nüzul araştırılır. Zira sebeb-i nüzulü, âyetin nazil olduğu ortam ve şartlan bilmek, âyetten kasdedilen anlamın daha doğru bir şekilde anlaşılmasına yardımcı olur.

İbn Dakîku’l-İd bu hususla ilgili şöyle demektedir: Sebeb-i nüzulün bilinmesi, Kur’ân’ın anlamını kavrama noktasında önemli bir yoldur.

İbn Teymiye de: Sebeb-i nüzulü bilme, âyetin anlaşılmasına yardımcı olur. Zira sebebi bilme, kişiye neticenin bilgisini kazandırır.[22] Mesela:

"Ey iman edenler! Mümin hanımlar size katılmak üzere hicret etmiş olarak geldiklerinde onları imtihan edin. Gerçi Allah onların imanlarını pek iyi bilir. Ama siz de onların mü’min olduklarını anlarsanız, artık onları kâfirlere geri göndermeyin. Bundan böyle bu hanımlar kâfir kocalarına, kâfir kocaları da bu hanımlara helal olmazlar. Bununla beraber kocalarına da vermiş oldukları mehirleri, siz iade ediniz. Kendilerine mehirlerini vererek bu kadınlarla evlenmenizde bir sakınca yoktur. Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın. Onlara harcadığınız mehri, varacakları kâfir kocalarından isteyin. Kâfirler de, İslam’a girip sizinle evlenen eşlerine sarfetmiş oldukları mehri sizden geri istesinler. Allah’ın hükmü budur. Aranızda O hükmeder. Zira Allah her şeyi hakkiyle bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir. Eğer eşlerinizden biri dinden dönüp kâfirlere kaçar da, sonra yaptığınız savaşta siz galip gelirseniz, eşleri gitmiş olan kocalara ganimet malından, harcadıkları mehir kadar verin. İnandığınız Allah’a karşı gelmekten sakının." (Mümtehine 60/10-11) âyetlerini ele alalım. Bunu okuyan kimse, şayet bu âyetlerin sebeb-i nüzulünü ve iniş zamanını bilmiyorsa, âyetlerde kasdedilen anlamı kavraması oldukça zordur. Bu âyetler, Hudeybiye anlaşmasından sonra inmiş olup, o anlaşmadaki şartlarla yakından ilgilidir. O da, "müslümanlardan bir kişi Hz. Peygamber (s.a.s)’e geldiğinde onun tekrar Kureyş’e iade edilmesi" maddesidir. Acaba bu madde, kadınlar için de uygulanacak mı, yoksa uygulanmayacak mı? İşte bu âyetler bahsi geçen meseleyi açıklamak için nazil olmuştur. Buradan da anlaşılmaktadır ki, sebeb-i nüzulü bilme önemli bir meseledir.

Şâtıbî de Muvafakat adlı eserinde bunu şöylece teyid etmektedir: Kur’ân’ı tam olarak anlayabilmek için, nüzul sebeplerini bilmek gerekir. Buna iki husus delalet eder: Kurân’ın i’cazı iki şeyle bilinir: a. Arap dilinin kullanılışında gözetilen maksatları bilmek, b. Meânî ve beyan ilimlerini bilmek. Bu ilimlerin esasını ise, halin iktiza ettiği durumları bilmek teşkil eder.

Mesela bizzat hitap yönünden hitabın halini, hitap edenin veya muhatabın halini ya da hepsinin halini bilmek gibi. Zira aynı söz, iki ayrı hale, iki ayrı muhataba ve daha başka durumlara göre farklı farklı anlaşılabilir. Mesela istifhamı (soruyu) ele alalım: Bunun lafzı aynıdır; fakat gerçek soru yanında takrîr (onaylama), tevbîh (azarlama) vb. gibi başka manaları da verir. Keza emir sığası, emretme yanında, ibâha, tehdit, ta’ciz... vb. gibi manalar da içerir. Bu durumda maksud olan manaya delaleti ancak harici unsurlar (hal karineleri) belirler. Bunların esasını da halin gerekleri oluşturur. Her hal nakledilemez, her karine de nakledilen sözle birlikte bulunmaz. Maksadı belirlemeye delalet eden bu karinelerden bir kısmı yok olduğu zaman, o sözün anlaşılması tümden imkansız hale gelebilir veya ancak kısmen doğru anlaşılabilir. İşte nüzul sebeplerini bilmek, bu türden olan müşkilleri ortadan kaldırır. Dolayısıyla nüzul sebeplerini bilmek, Kitab’ın anlaşılabilmesi için zaruri olan ilimlerdendir. Sebebin bilinmesi ise, halin gereğini bilmek demektir.

Nüzul sebeplerini bilmemek, şüphe ve çıkmazlar içerisine düşülmesine yol açar. Aslında zâhir olan nassları, mücmel hale sokar ve bunun sonucunda ihtilaflar doğar. Bu ise, anlaşmazlıklara ve ümmetin bölünmesine sebep olabilir.

Bu hususu Ebû Ubeyd’in naklettiği şu olay gayet iyi açıklar: İbrahim et-Teymî anlatır: Birgün Hz. Ömer yalnız başına kaldı ve düşünceye dalarak kendi kendine: "Bu nasıl olur da ihtilafa düşebilir; peygamberi bir, kıblesi bir" dedi. (Onun bu düşüncesini okur gibi (İbn Abbas şöyle dedi: "Ey mü’minlerin emiri! Bize Kur’ân indi ve biz onu okuduk. Okurken onun kimin hakkında nazil olduğunu biliyorduk. Bizden sonra kavimler gelecek; bunlar Kur’ân okuyacaklar fakat kimin hakkında indiğini bilmeyecekler. Bunun sonucunda Kur’ân hakkında şahsi görüşler ortaya çıkacak. Onun hakkında şahsi görüşler ortaya çıkınca da ihtilafa düşecekler, ihtilafa düşünce de birbirine girecekler." Böyle deyince Hz. Ömer onu susturdu ve azarladı. İbn Abbas da oradan ayrıldı. Hz. Ömer onun sözleri üzerinde düşündü ve ne kasdettiğini anladı. Bunun üzerine onu çağırttı ve: "Sözlerini bana tekrarla!" dedi. O da tekrarladı. Hz. Ömer, sözünün manasını anladı ve bu yorum hoşuna gitti.

İbn Abbas’ın sözü dikkate alınması bakımından sahihtir ve o anlaşıldığında maksat en yakın bir şekilde ortaya çıkacaktır.

İbn Vehb, Bükeyr’den rivayet eder: O Nâfı’e: "İbn Ömer’in Harûriyye[23] hakkındaki görüşü ne idi?" diye sorar. Nâfı’ şöyle der: "Onları insanların en şerlileri görürdü. Çünkü onlar, kâfirler hakkında inen âyetlerden hareket etmişler ve onları mü’minler aleyhinde kullanmışlardır." İbn Abbas’ın üzerine dikkat çektiği re’yin manası işte budur ve Kur’ân’ın niçin indiğini bilmemekten kaynaklanmaktadır.

Mervan, kapıcısına: "Yâ Râfı! İbn Abbas’a git ve ona de ki: Eğer kendilerine verilen şeylerden dolayı sevinen ve yapmadığı şeyden dolayı da övülmeyi seven herkes azap görecekse, o zaman biz hepimiz azap göreceğiz demektir." (Bu soruya) İbn Abbas şöyle cevap verdi: "Bu âyetle sizin ne ilginiz var? Hz. Peygamber (s.a.s) yahudileri çağırmış ve onlara bir şey sormuştu. Yahudiler onu sakladılar ve yanlış bilgi verdiler. Üstelik kendilerine sorulan konuda cevap vermiş olmaktan dolayı övgü beklediklerini ihsas ettiler ve gizleyip yanlış bilgi verdikleri için de sevindiler." İbn Abbas sonra şu âyeti okudu:

"Vaktiyle Allah, Ehl-i Kitaptan "Kitabı mutlaka insanlara açıklayıp anlatacaksınız onu asla gizlemeyeceksiniz" diye teminat almıştı. Fakat onlar bu ahdi önemsemeyerek kulak ardı ettiler, onu az bir bahaya sattılar. Bakın ne kötü bir alışveriş! Yaptıklarından ötürü sevinen, öbür taraftan yapmadıkları işlerden dolayı övülmek isteyen kimselerin sakın azaptan yakayı kurtaracaklarım sanma! Çünkü onlara o can yakıcı azap vardır." (Âl-i İmrân 3/187-188) Bu sebep, âyetten maksadın, Mervan’ın anladığı şekilde olmadığını ortaya koymuştur.[24]

Esbab-ı Nüzulü Bilme Yolları

Vahidî şöyle demektedir: Kur’ân’ın sebeb-i nüzûlüyle ilgi olarak, herhangi bir kimsenin, rivayet ve âyetlerin inişine şâhid olan, sebeplerini bilen ve bu hususta derin bilgiye sahip kimselerden duymanın dışında başka bir görüş beyan etmesi caiz değildir. Bu hususla ilgili Muhammed b. Şîrîn de şöyle demektedir: Ubeyde’ye Kur’ân’daki bir âyet hakkında sordum da, o bana şöyle dedi: Allah’tan kork ve doğruyu söyle! Nüzul sebeplerini bilenler artık aramızdan ayrılıp gittiler.[25]

Bu konuyla ilgili ayrıca şöyle denmiştir: Sebeb-i nüzulü bilme, ancak sahabe için mümkündü. Hatta onlardan bazıları bu durumu kesin bilmiyorsa, o zaman şöyle derlerdi: Zannediyorum bu âyet falan konu hakkında nazil oldu. Bununla ilgili Kütüb-ü Sitte’de geçen bir misal şöyledir. Abdullah b. Zübeyr rivayet etmektedir: Zübeyr ile Ensar’dan bir şahıs arasında, bir su kanalıyla ilgili anlaşmazlık çıktı da çözümü için Hz. Peygambere (s.a.s) müracaat ettiler. Durumu inceleyen Resûlullah (s.a.s): "Ey Zübeyr! Önce kendin sula, sonra da bırak komşun sulasın!" buyurdu. Bunun üzerine Ensardan olan şahıs: "Yâ Resûlellah! Ne de olsa o halanın oğlu!"’ dedi. Bu ağır itham üzerine Resülullah’ın yüzü değişti. Zübeyr (r.a) diyor ki: Zannediyorum şu âyetler başka değil, bu olayla ilgili olarak nazil oldu "Hayır, hayır! Senin Rabb’in hakkı için, onlar aralarında ihtilaf ettikleri meselelerde seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükümden ötürü içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın sana tam bir teslimiyetle bağlanmadıkça iman etmiş olmazlar." (Nisa 4/65)[26]

Sebeplerin Hususîliği ve Lafızların Umumiliği Meselesi

Her ne kadar özellikle sebeb-i nüzule riayetin gerekliliği üzerine vurgu yapsak da bu, günümüzde bazı kimselerin aşırı bir şekilde bu konunun üzerinde durmalarını tasvip etmek anlamına gelmemelidir. Öyle ki, bunlardan bir takım kimseler, nerdeyse Kur’ân’ın umûmi lafızlarını, sadece nazil olduğu dönem olan Hz. Peygamberin devrine hasretmektedirler. Böyle bir durumun kabul edilmesi ise, asla mümkün değildir. Çünkü böyle bir durum, zaman ve mekan bakımından evrensel olan Kur’ân’a taban tabana zıttır. Kur’ân, bütün zamanları içine alan bir Kitap’tır.

Usul âlimleri bu konuyla ilgili şöyle demişlerdir: Kur’ân’ın naslarında sebebin hususiliğine değil, lafzın umumiliğine itibar edilir. Birtakım sebeplere binaen nazil olan âyetler, bu sebeplerin dışındaki hükümleri de ilgilendirir. Mesela Seleme b. Sahr hakkında nazil olan zıhar âyeti, Hilal b. Ümeyye hakkında nazil olan lian âyeti ve Hz. Âişe’ye iftirada bulunanlar hakkında nazil olan kazif haddiyle ilgili olan âyet, aynı zamanda başkaları için de geçerlidir. Zemahşeri de Hümeze sûresi hakkında şöyle demiştir: Burada sûrenin inmesine vesile olan olay husûsi olsa da, yapılan vaîd umumilik ifade eder. Böylece bu çirkin işi yapmış olan herkes, sûredeki hükme dâhil olmuş olur.

Suyuti de bu konuyla ilgili şöyle demektedir. Lafzın umumiliğini gösteren delillerden birisi de, gerek sahabe ve gerekse diğer âlimlerin, ortaya çıkan pekçok meselede, bir sebebe binâen inen âyetin hükmünü, bu hadiselere de teşmil etmeleridir.

İbn Cerir et-Taberî, Saîd el-Makburiyle, Muhammed b. Ka’b el-Kurazî arasında geçen şu müzakereyi nakletmektedir. Saîd: İlâhi kitaplardan birinde şöyle bir ifade vardır: Birtakım insanlar vardır ki, dilleri baldan daha tatlı, kalpleri ise, sabir otundan daha acıdır. Yumuşaklık yönüyle koyun yününden daha narin giyinişlidirler. Bunlar, din karşılığında dünyayı satın alırlar.

Buna karşılık Muhammed b. Ka’b şöyle dedi: Bu dediğin husus Allah’ın kitabında zaten mevcut: "İnsanlardan öylesi vardır ki dünya hayatına dair sözleri senin hoşuna gider. Üstelik sözünün özüne uyduğuna Allah’ı da şahit gösterir. Halbuki gerçekte o düşmanların en yamanıdır. Senin yanından ayrılınca, ülkede fesat çıkarmaya çalışır, ürünleri ve nesilleri mahvetmek için uğraşır. Allah, elbette fesadı (bozgunculuğu) sevmez." (Bakara 2/204-205).

Sa’id bu defa şöyle dedi: Bu âyetin kimler hakkında nazil olduğunu biliyor musun? Ka’b: Evet bu âyet bir kişi hakkında nazil oldu. Ancak bundan sonra hükmü herkese şâmil oldu.[27]

Şayet İbn Abbas’ın "Yaptıklarından ötürü sevinen, öbür taraftan yapmadıkları işlerden dolayı övülmek isteyen kimselerin sakın azaptan yakayı kurtaracaklarını sanma! Çünkü onlara o can yakıcı azap vardır." (Al-i İmrân 3/188) âyetine umumi değil de, ehî-i kitapla sınırlı tutarak husûsileştirmesini nasıl değerlendireceğiz dersen, buna şöyle cevap verebiliriz: Açıkça görülmektedir ki, buradaki lafız, sebepten daha geneldir. Ancak o, buradaki lafızdan maksadın hususilik olduğunu açıklamıştır. Bunun benzeri, Hz. Peygamberin (s.a.s) "İman edip imanlarına zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte korkudan emin olma onların hakkıdır, doğru yolda olanlar da onlardır." (En’âm 6/82) âyetindeki zulmü, sahabenin her türlü zulüm olarak anlamasına rağmen, "Lokman oğluna nasihat ederken: "Evladım! dedi, sakın Allah’a eş, ortak uydurma. Çünkü şirk pek büyük bir zulûmdur." (Lokman 31/13) âyetindeki şirkle tefsir etmesidir. Ayrıca İbn Abbas’m, lafzın umumiliğini kabul ettiğine dair rivayet vardır. Mesela İbn Abbas, hırsızlık cezasıyla ilgili inen âyetin, hırsızlık yapan bir kadın hakkında nazil olduğunu bilmektedir. Buna rağmen kendisine "Hırsız erkek ile hırsız kadının irtikâb ettikleri suça bir karşılık ve Allah tarafından insanlara ibret verici bir akıbet olmak üzere ellerini kesiniz. Allah Azîz ve Hakimdir. Mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir." (Mâide 5/38) âyetinin umûmi mi, yoksa husûsi mi olduğu sorulduğunda, bunun umûmi olduğunu söylemiştir.

İbn Teymiye de şöyle demektedir: Bu konuyla ilgli çoğu zaman, şayet hakkında âyet nazil olan kimse bir şahıs ise: "Bu âyet, falan hakkında nazil oldu." denilir. Mesela: "Zıhar âyeti, Sabit b. Kays’m hanımı hakkında nazil oldu, Kelâle âyeti Câbir b. Abdullah hakkında nazil oldu;

"Ve şu emri indirdik: Aralarında, Allah’ın sana indirdiği ahkâm ile hükmet. Sakın onların keyiflerine uyma ve Allah’ın indirdiği hükümlerin bir kısmından seni caydırmalarından sakın. Şayet yüz çevirirlerse bil ki Allah onları bazı günahlarından dolayı musibete uğratmak istiyordur. Zaten insanların birçoğu Allah’ın emrinden dışarı çıkmaktadırlar. (Mâide 5/49 âyeti, Benî Kureyza ve Nadir hakkında nazil oldu."Yine buna benzer olarak" şu âyet, Mekke’de müşrikler hakkında nazil oldu veya Yahudi ve Hrıstiyanlar hakkında nazil oldu veyahut da mü’minler hakkında nazil oldu." denilir. Ancak bütün bunları diyenler, asla bununla, bu âyetlerin hükümlerinin yalnızca belirtilen kimseleri kapsadığını kasdetmiyorlar. Zaten böyle bir şeyi aklı başında bir mü’minin söylemesi düşünülemez. Alimlerin arasında, bir sebeple ilgili nazil olan umûmi bir lafzın, sadece indiği sebebe has olup olmadığıyla ilgili çeşitli tartışmalar olsa da, kesinlikle bunlardan hiçbirisi: "Kitap ve sünnetin umûmi lafızları, belirli şahısları ilgilendirir." dememişlerdir. Ancak dense dense şu denmiştir: ’Bu lafızlar, bu şahsın konumunda olan kimseleri içine almaktadır ki, hüküm de buna benzeyen herkese şamil olur ve o zaman buradaki umumilik, lafızla değildir. Belirli bir sebepten dolayı nazil olan âyet, şayet bir emir veya yasak ihtiva ediyorsa, bu hüküm, hem hakkında nazil olan kimseyi, hem de bu konumda olan kimseleri içine alır. Şayet bu âyet, birisini öven veya yeren bir haber ise, aynı şekilde bu âyet de, hem bu şahsı, hem de bu konumda olan herkesi içine almaktadır.[28]

Suyûti’nin, Sebeb-i Nüzulü Bilmenin Faydasının Olmadığını İddia Edenlere

Tepkisi:

Suyûti şöyle demektedir: Bazı kimseler, sebeb-i nüzulü bilmenin faydasız olduğunu, bunun, târihi bir bilgiden öteye geçemeyeceğini iddia etmektedirler. Halbuki böyle bir iddia tamamen yersizdir. Aksine sebeb-i nüzulü bilmenin değişik faydaları vardır: Bunlar: Hükmün konulmasındaki hikmet anlaşılır, sebebin hususiliğine itibar eden kimse, hükmün hususiliğini kavrar, âyetin lafzı genel olabilir, bazı deliller bunu tahsis eder. Şayet sebep bilinirse, âyetin zahiri anlamı dışında tahsis ortaya çıkmış olur. Ayetin umumi anlamına sebebin girmesi ona kesinlik kazandırır. Sebeb-i nüzulün bilinmesi âyetin daha iyi anlaşılmasına sebep olur. Vahidi: “Ayetin nüzulü ve nüzûlündeki olaylara vakıf olmadan tefsirini yapmak mümkün değildir.” der.

“Osman b. Maz’ûn ve Amr b. Ma’dikerib: "İman edip iyi ve yararlı işler yapanlara bundan böyle Allah’a karşı gelmekten sakındıkları ve imanlarında sebat ile iyi ve yararlı işlerine devam ettikleri, sonra takvaları ve imanları tam sağlamlaşıp kökleştiği, daha sonra da bu takva ile beraber, başkalarına iyilik eden ve her yaptığını güzel yapan ihsan mertebesine erdikleri takdirde, daha önce yeyip içtiklerinden dolayı kendilerine bir vebal yoktur. Allah da böyle güzel davrananları sever." (Mâide 5/93) âyetine göre, içkinin mübah olduğunu söyledikleri rivayet edilmiştir. Adıgeçenler, bu âyetin nüzûl sebebini bilselerdi, bu şekilde söylemezlerdi. Halbuki içki yasaklanınca bazı kimseler: "Allah yolunda savaşıp ölenler, haram kılman içkiyi içerlerdi. Bunların durumu ne olacak?" demişlerdi de, âyet bunun üzerine inmişti. Bunu Ahmed b. Hanbel, Nesâî ve diğerleri rivayet etmiştir.

Yine diğer bir örnek de "Doğu da Batı da Allah’ındır, hangi tarafa dönerseniz, orada Allah’a itaat ve ibadet ciheti vardır. Muhakkak ki Allah’ın lütfü ve rahmeti geniştir, ilmi her şeyi kuşatır." (Bakara 2/115) âyetidir. Buradaki lafzın ifadesine göre, seferde olsun mukim olsun şayet bir kimsenin namaz kılarken kıbleye dönme mecburiyetinin olmadığını kabul edecek olursak, icmaın tersine hareket etmiş oluruz. Ancak bu âyetin nüzul sebebi bilinince, bunun seferde kılınan nafile namazı veya içtihadıyla namaz kılan hakkında olduğu anlaşılır.

Sebeb-i nüzulü bilmedeki diğer bir hikmet ise, hasr tevehhümünün ortadan kalkmasıdır. İmam Şafiî (r.a) "De ki: Bana vahyolunanlar içinde, bu haram dediklerinizi yemek isteyen kimseye haram kılındığını görmüyorum. Ancak leş, yahut akıtılmış kan, yahut pis olduğunda hiç şüphe olmayan domuz eti veya Allah yolundan çıkarak Allah’tan başkası adına kesilen hayvan olursa başka (bunlar haramdır). Fakat kim çaresiz kalırsa başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret sınırını aşmamak üzere bunlardan yiyebilir. Çünkü Rabb’in Gafurdur, Rahimdir: Affı ve merhameti boldur." (En’âm 6/145) ’ayetine şöyle anlam vermiştir: Kâfirler, Allah’ın haram kıldıklarını helal, helal kıldıklarını haram kabul ederek, Allah’ın koyduğu sınırları çiğnemişlerdi. Âyet onların bu şekildeki iddialarının yanlışlığından dolayı nazil olmuş ve âdeta onlara şöyle denmiştir: "Helal, ancak haram kıldıklarınız, haram da ancak helal kıldıklarınızda. Bu, âdeta: "Bugün tatlı yeme!" diyen kişiye karşı: "Bugün tatlıdan başka bir şey yemem!" demek gibidir. Ayetteki maksat, onların Allah’ın emirlerine karşı geldiklerini göstermektir, nefiy değil, gerçeği belirtmektir. Sanki Cenab-ı Hakk şöyle buyurmuştur: "Sizin helal kıldığınız ölü eti, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanlar dışında haram yoktur. Allah Teâla bu âyetiyle burada sayılanların dışındaki her şeyin helal olduğunu kasdetmiyor. Zira maksat, helal olanların değil, haramın ispat edilmesidir.

İmam-ı Harameyn şöyle demiştir: "Bu son derece yerinde bir cevaptır. Şayet İmam Şafii bu açıklamayı getirmeseydi. İmam Mâlik’in haram kılınan şeyleri, âyette zikredildiği gibi hasretmesine muhalefet edemeyecektik." der.[29]

Ancak vurgulamamız gereken bir husus var ki o da, sebeb-i nüzulle ilgili sahih rivayetlerin oldukça az olduğudur. Onun için de, uydurma rivayetlerden sakınmalıyız. Zira onların İlmî hiçbir değerleri yoktur.

8. Kur’ân’a Asıl Olarak İtibar Etme

Kur’ân, Tabî Olan Değil, Tabî Olunandır

Kur’ân’ı anlama veya yorumlamayı isteyen kişi, daha önceki fikir ve düşüncele­rinden tamamen tecerrüt etmeli, Kur’ân’ı kendine değil de, kendini Kur’ân’a tâbi kılmalı ve Kur’ân’ı, öteden beri sağdan soldan aldığı düşünce akımlarının etkisi veya kabul ettiği bir düşünceye göre yorumlamamalıdır.

Hatta böyle bir kimse, Kur’ân karşısında kendisini, onun yönlendirmesiyle kendisine yön veren bir öğrenci gibi kabul etmeli; onun bir asıl olup, diğer şeylerin ona göre şekil aldığını ve ihtilaf halinde hükme bağlayacak olanın da yine Kur’ân olduğunu benimsemeli ve onun tâbi olan değil, kendisine tâbi olunan, hükmedilen değil, hükmeden, fer’î değil bir asıl konumunda olduğunu unutmamalıdır.

Bizim Kur’ân’a diğer mukaddes kitap sahiplerinin kitaplarına baktıkları gibi, bakmamız da mümkün değildir. Zira yakînen bilinmektedir ki, onlar çeşitli tahriflere maruz kalmışlardır. Dolayısıyla “Ey insanlar! Sizi bir tek kişiden yaratan ve ondan da eşini yaratıp o ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar türeten Rabb’inize karşı gelmekten sakının. Kendi hakkı için birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’a saygısızlık etmekten ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakınınız. Allah sizin üzerinizde tam bir gözeticidir." (Nisa 4/1)

"Odur ki sizi bir tek candan yarattı ve bundan da, gönlü kendisine ısınsın diye eşini yarattı. Erkek eşini sarıp bürüdü, o da hafif bir yük yüklendi, hamile kaldı. Onu bir müddet taşıdı. Hamileliği ağırlaşınca her ikisi de Rableri olan Allah’a yönelip "Eğer bize sağlıklı, kusursuz bir evlat verirsen mutlaka Sana şükreden kullarından oluruz" diye yalvardılar." (A’raf 7/189) âyetlerini, Tevrat’ta belirtildiği gibi Havva’nın, Hz. Adem’in kaburga kemiğinden yaratılması şeklinde yorumlamamalıyız. Zira Kur’ân’ı, bu türlü fikirlerden tecrid içinde okuduğumuzda, o zaman yukarıdaki anlamın aklımıza gelmesi imkansız olur.

Mesela şu âyetlere bakalım: "O’nun varlığının ve kudretinin delillerinden biri de: kendilerine ısınmanız için, size içinizden eşler yaratması, birbirinize karşı sevgi ve şefkat var etmesidir. Elbette bunda düşünen kimseler için ibretler vardır." (Rûm 30/21),

"Allah kendilerinizden, insan kardeşlerinizden size eşler yarattı. Eşlerinizden size oğullar, torunlar verdi ve sizleri hoş, güzel gıdalarla besledi. Böyle iken onlar batıla inanıyor da Allah’ın bunca nimetlerini inkâr mı ediyorlar?” (Nahl 16/72).

Bu iki âyetten anlaşılan. Allah Teâla’nın, kendisiyle ünsiyet ve huzur bulmamız için, kendi cinsimizden eşler yaratmasıdır.

Yine buna örnek olarak Sâd sûresinde, Hz. Dâvûd’la iki hasım arasında geçen bir hadiseyi anlatan şu âyetleri verebiliriz:

"O mahkemeleşen hasımların olayından haberin oldu mu? Onlar mabedin duvarına tırmanıp Davudin yanına birden girince o, onlardan ürktü. Onlar da "Korkma! dediler, biz sadece birbirimize hakkı geçen iki dâvâlıyız. Senden dileğimiz: aramızda adaletle hükmet, haktan uzaklaşma ve bize tam doğruyu göster." "Benim şu din kardeşimin doksan dokuz koyunu var, benimse bir tek koyunum! Böyle iken "onu da bana bırak!" dedi ve çenesiyle beni bastırdı." Dâvud: "’Doğrusu, senin tek koyununu, kendi koyunlarına katmak istemekle o sana haksızlık etmiştir. Zaten malda ortak olanların çoğu birbirlerine haksızlık ederler. Ancak gerçekten iman edip makbul ve güzel davranışlarda bulunanlar böyle yapmazlar ki onlar da o kadar azdır ki!" Davud kendisini imtihan ettiğimizi anladı, derhal Rabb’inden mağfiret diledi, eğilip secdeye kapandı ve Allah’a yöneldi. Biz de ondan bunu affettik. Muhakkak ki onun Biz’e yakınlığı ve güzel bir akıbeti vardır." (Sâd 38/21­25).

Bir kimse bu kıssayı, Tevrat’ta anlatılanları düşünmeden okusa, buradaki lafızların ifade ettiği anlam şudur: Hz. Dâvûd bir dava hususunda, karşı tarafı dinleyip tespit etmeden, diğer tarafın şikayetini sadece dinlemekle yetinip aceleden karar vermiştir. Halbuki onun bu konudaki kararı, şu sözde denildiği gibi olmalıydı: "Sana iki davacıdan biri, gözünün biri çıkartılmış olarak gelse, diğer davacı gelinceye kadar asla karar verme! Belki de diğerinin iki gözü çıkartılmıştır."

Pakistan’da Hanefi alimlerinden bir Zat,[30] talebelerine ve kendisini sevenlere mutlaka kaydedilmesi gerekli olan şu tavsiyede bulunmuştu. Bu tavsiyeyi de onlara - ki onlar Hanefi mezhebindendiler- hadis dersi takrir ederken yapmıştı. Onlara son derece makul ve münsif bir şekilde şöyle demişti: "Hanefi mezhebini tutmanızda bir sakınca yok. Hatta onun lehine delil getirmenizde de bir sakınca yoktur. Ancak herhangi bir hadisi Hanefıleştirmeden sakının!"

Üstad ne kadar da doğru söylemiş! Hadisin mezhepleştirilmesi doğru değildir. Onu sadece Hanefıleştirmeme değil, aynı zamanda Malikileştirilmemeli, Şafiileştirilmemeli ve Hanbelileştirilmemeli! Zira hadis bütün mezheplerin üstündedir. Ve hadis, kendisi tabî olan değil, tabî olunandır.

Hadisle ilgili olarak böyle söylenince, Kur’ân hakkında bu kural evveliyetle geçerlidir ve gereklidir de. Kur’ân’ın, asla ne fıkıhtaki bir mezhebe, ne kelamdaki bir ekole, ne felsefedeki bir akıma ve ne de tasavvuftaki bir şatahata tabi olması ne caiz, ne uygun ve ne de doğrudur.

Kur’ân’ın, Hanefıleştirilmesi, Şâfıileştirilmesi, Mâlikileştirilmesi, Hanbelileştiril- mesi veya Zâhirileştirilmesi kabul edilemez. Aynı şekilde onun Mu’tezilileştirilmesi, Eş’arî, Haricî veya Şiileştirilmesi de kabul edilemez. Onun, Aristo, Fârâbî veya İbn Sînâ’laştırılması da kabul edilemez. Yine onun, Ismaili, Nusayri ve Kâdiyânileştirilmesi de kabul edilemez. Aynı şekilde onun, Cüneydî, Kuşeyrî, Kadiri ve Nakşibendileştirilmesi de kabul edilemez.

Kur’ân’ın İnsan Düşünce Ekollerinin Te’yidi İçin Kullanılması

Kur’ân’ın, herhangi bir fikri akımı desteklemek için kullanılması caiz değildir. Böyle yapmak, gerçekleri tersine çevirme, işlerinin değerinin yok edilmesi, öne geçirilmesi gerekli birini geriye bırakma, geriye bırakılması gerekeni ise ileriye geçirmedir ki, böyle bir durumda hâkim, mahkûm, asıl, tâli, metbû da tâbi konumuna gelmiş olur!

Böyle bir durum, büyük bir dalâlet, ayağın kayması ve doğru yoldan ayrılma çizgisidir. Yani bir insanın, Kur’ân’ı tefsir ederken, aklının bir sürü fikir ve düşünceyle dopdolu olup, kalbinin çeşitli hüküm ve ön kabullere inanmış olması. Öyle ki yaşadığı bölgede bu ön kabuller ve sahip olduğu fikirlerin etkisinde büyümesi, bunları birtakım hocalardan öğrenmesi, çocukluğunu, gençliğini bu doğrultuda geçirmesi ve yetişkinliğinde de aynı düşünceleri devam ettirmiş olması. Sonra da kalkıp Kur’ân’ı bu gibi yönlendirmelerle okuyup, kendi düşüncelerine -zorlamayla da olsa- uygun olanları açıklayıp önemsemesi, uygun olmayanları ise bir tarafa atıp, görmezlikten gelmesi, açıkça görüşlerine ters olan yerlerin de zorlama tevillere veya reddine girişmesi bu cümledendir.

Felsefecilerin Kur’ân’a Yaklaşımı

Felsefecilerin Kur’ân’ı okumasının bundan farkı yoktur. Nitekim Meşşâi dediğimiz müslüman felsefeciler, birinci muallim olarak Hz. Muhammed’i (s.a.s) değil de, Aristo Teles’i, Ka’be olarak Mekke’yi değil de Atina’yı, düstur olarak Kur’ân’m hikmetini değil Yunan felsefeni kabul ettiler.

O zaman da Kur’ân’ı, "getirdiği her şey doğrudur" inancıyla Aristo’ya tâbi kılıp, ba’s, neşr, cennet, nâr, nübüvvet, vahiy, semavat ve arzın yaratılması, yerin çıkardığı ve çıkaracağı, semadan inen ve ona çıkanlar gibi her şeyin Allah’ın ilminde olduğunu ifade eden muhkem âyetleri dahî yoruma tabi tuttular.

Şimdi ise Fârâbî, İbn Sînâ ve bu ikisinin dışında, özelde Aristo genelde Yunan felsefesine meftun kimselerin üzerinden takriben 10 asır geçmiş durumda. Gelişen bu yeni dünyada Aristo’nun kâinatın oluşumu, hayat ve insanla ilgili fikirleri oldukça basit kabul ediliyor. Hatta onun görüşlerinin büyük bir çoğunluğunun hatalı olduğu kesin olarak ispat edilmiş durumda. Mesela: Evrende yeryüzünün konumu, yerin, sadece toprak, hava, ateş ve su unsurlarından ibaret oluşu gezegenlerin katı cisimler olup, parçalanma ve bölünme imkanlarının olmadığı... Hatta o kadar ki, günümüz ilim adamlarından biri şöyle demektedir: "Bugün bir ilkokul talebesinin kainat hakkındaki doğru bilgileri, Sokrat, Eflatun ve Aristo’nunkinden çok daha fazladır."

Mu’tezile’nin Kur’ân’a Yaklaşımı

Felsefecilerin düştükleri konuma, çeşitli oranlarda bazı kelamcılar da düşmüştür. Mu’tezileden Kur’ân’ı okuyan ve onu yorumlayanlar, Mu’tezilî bir akıl ve inandığı fırkanın etkisiyle onu okumuş ve değerlendirmişlerdir: Mesela onlar; “İnsan, kendi nefsinin yaptığı fiillerin yaratıcısıdır. Zira Allah (c.c) kötülüğü istemez. O’nun, ilim, kudret, irade, hayat vs. gibi subûtî sıfatları yoktur. Kur’ân, mahluktur... Allah âhirette görülemez. Büyük günah işleyen iki menzile arasındadır. O ne mü’min, ne de kâfirdir. Ancak sürekli ateştedir. .Peygamberler, melekler ve mü’minler şefaat edemezler...” demişlerdir.

Mesela bir insan Zemahşerî’yi okuyacak olsa, -ki çoğu kimse onun ilim ve faziletini kabul etmektedir- orada onun gibi bir âlime yakışmayacak bir tarzda, kendi mezhebi doğrultusunda zorlama yorumlara girdiğini, görecektir. Mesela şu âyetlerde olduğu gibi:

"Şu muhakkak ki Allah Kendisine şirk koşulmasını affetmez, ama bunun altındaki diğer günahları dilediği kimse hakkında effeder. Kim Allah’a ortak icad ederse müthiş bir iftira etmiş, çok büyük bir günah işlemiştir.’" (Nisa 4/48), V

“Allah Kendisine şirk koşulmasını affetmez, ama dilediği kimse hakkında bunun altındaki diğer günahları affeder. Her kim Allah’a şirk koşarsa, haktan çok uzağa sapmış olur. (Nisa 4/116). Bu âyetteki durum sûrede iki kez tekrarlanmıştır. Burada Cenâb-ı Hakk, şirkle diğer günahların arasını ayırmıştır. Fakat Zemahşerî bu günahların ikisinin de aynı olduğunu, ikisinde de ancak tevbeyle affedilmenin söz konusu olacağını iddia etmektedir.

Yine aynı şekilde “İzni olmadan huzurunda şefaat etmek kimin haddine?" (Bakara 2/255)

"Onlar, sadece O’nun razı olduğu kimse hakkında şefaat ederler." (Enbiyâ 21/28) âyetlerini de böyle çok farklı bir tarzda ele almıştır. Halbuki bu âyetler, bir şarta -ki o şart da Allah’ın izniyle ehl-i tevhidedir- bağlı olarak şefaati ispat etmektedir. Ancak bütün Mu’tezile ekolünden olanlar gibi, Zemahşerî de, adaleti rahmete, vaîdi va’de, aklı nakle üstün kabul ederek bu âyetleri yorumlamıştır. Halbuki bu insanlar, insaflı davranarak, bu âyetler üzerinde gerçekten düşünecek olsalardı, hevâdan uzak bir akim kesin olarak şefaatin varlığını kabul ettiğini göreceklerdi. Zira şefaat, Allah’ın kemâline uygun, engin rahmet ve şefkatinin eseri ve ihsanının büyüklüğünü ifade eder.

Bunun bir benzerini “Yüzler vardır o gün pırıl pırıl... O güzel ve Yüce Rabb’lerine bakakalır..." (Kıyamet 75/22-23) âyetlerinde görmekteyiz. Bu konuda bu âyetler oldukça açık ifadelerdir. Hele bir de buna bu konudaki sahih hadisleri ekleyecek olursak herhangi bir tereddüte mahal yoktur.

Kadıyânîler ve Kur’ân

Bu yeni asırda ortaya çıkmış ayrı bir zümreyi daha görüyoruz. Bunlar, doğruluğuna kendilerinin inandığı bir takım inanç ve fikirlerle insanları, yeni bir ekole veya Hz. Muhammed’in (s.a.s) nübüvvetinden sonra yeni bir nübüvvete veyahut da Muhammed İkbâlin de çok yerinde ifade ettiği gibi Hz. Muhammed’in (s.a.s) nübüvvetine karşı ihtilal yapan bir fikre davet ediyorlar. İşte Kâdiyanîler böyle kimselerdir.

Evet görüşleriyle müslümanlardan ayrılan bu toplulukla karşılaştık. Bunlar, Kur’ân’ı okuyor ve onun tefsirini yapıyorlar. Ama bundaki maksatları, kendi görüş, düşünce ve batıl inançlarım Kur’ân âyetlerine hakim kılarak, onları maksadından farklı yorumlara çekme, asıl anlamından uzak bir şekilde tevil etme, sonra da yaptıkları bu tahrif ve batıl yorumları dünyadaki çeşitli dillere tercüme ederek müslüman ve gayr-i müslim herkese ulaştırıp, bunların Kur’ân’ın tercümesi veya Kur’ân’ın anlamlarının bir tercümesi olarak sunmaktır.

Bu şu anlama gelmektedir. Onlar Kur’ân’a Allah’ın kitabı olarak değil, Gulam Ahmed’in bir kitabı olarak, müslümanlarm kitabı değil, Kâdıyanilğin bir kitabı olarak bakmaktadırlar. Zira böyle bir yorum şekliyle Kur’ân, Kâdiyaniliğin inanç ve fikirlerinin hizmetinde bulunmaktadır.

Kâdıyaniler, nübüvvetin Muhammed (s.a.s)’le bitmediğine inanırlar. Bunun için de mesela “Muhammed, içinizden hiçbir erkeğin babası değildir, lâkin Allah’ın resulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkiyle bilir.” (Ahzâb 33/40) âyetini onlar: "O peygamber, insanların süs ve zinet için parmaklarına taktıkları yüzük gibi, peygamberlerin süsüdür." şeklinde yanlış yorumlarlar. Yoksa hâtem, kendisiyle kitapların sona erdirildiği anlamına gelmemektedir." şeklinde yorumlarlar. Bunlar, diğer sahih bir kıraat şekli olan te harfinin kesresiyle okunmasını da kabul etmezler. Halbuki bu hususu hadisler açıkça ifade etmektedir. O, peygamberlik binasının son kerpicidir. Ondan sonra nübüvvet devam etmeyecektir. Nitekim bu hususta bütün müslümanlar dini bir zaruret olarak ittifak halindedir.

Aynı şekilde Kâdiyaniler, Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği ve Kur’ân-ı Kerîm’de kıssalarından bahsettiği peygamberlerin hissî herhangi bir mucizelerinin bulunmayıp, ellerinden meydana gelen kevnî bir mucizenin de olmadığına inanmaktadırlar. Onların bu şekildeki mucizeleri kabul etmemelerindeki asıl sebep, birilerinin onlara, Gulam Ahmed’in nübüvvetini ispat eden bir mucizenin varlığını soracakları korkusudur. Bunun için de, bolca peygamberlerin mucizelerinden bahseden Kur’ân âyetlerine karşı, zorlama tevil kılıcını çekerek hücum etmektedirler. Mesela: Hz. Musa’nın asası ve onun yılana inkılabı, elini cebinden kusursuz bir şekilde bembeyaz olarak çıkarması, asasıyla denizi ikiye yarması ve her iki parçanın kocaman bir dağ haline gelmesi, yine asasını taşa vurarak ondan her kabilenin içeceği 12 gözenin fışkırması.

Hz. İsa’nın mucizeleri: Çamurdan kuş şeklinde bir varlık yapması, sonra ona üfleyerek Allah’ın izniyle uçan bir kuş haline gelivermesi, alaca hastalığı ve dilsizi sağlığa kavuşturması ve Allah’ın izniyle ölüleri diriltmesi.

Hz. Süleyman’a rüzgarların ve cinlerin musahhar kılınması, kuşlar ve karıncalarla konuşması. Hz. Peygamberin İsrâ mucizesi... ve Kur’ân’ın zikrettiği diğer bir kısım nebi ve resullerin mucizeleri... Arapça’yı bilen herhangi bir kimse bunları okuduğunda, bahsi geçen hususların harikulade ve hissi olduğunu, Allah Teâla’nın, ya onları davalarında tasdik, ya birer ikram ya da tabî olanların kalplerini tespit için peygamberlerin ellerinde meydana getirdiğini ve bununla da onları desteklediğini en küçük bir tereddüte düşmeden anlamış olur.

Fakat Kâdiyaniler, yukarda bahsi geçen mucizeleri, lafızlarda kasdedilen anlamlarından uzaklaştırarak, garip ve maksatlı yorumlara çektiler.

Kâdiyaniler, müslüman memleketlerini müstemleke haline getiren kâfirlere itaat etmenin farz olduğuna da inanarak, böylece onların işlerini kolaylaştırdılar ve onları güzelce desteklemiş oldular. Özellikle de İngilizler’e karşı, bunu yaptılar. Kur’ân âyetlerini onların işlerine yarayacak şekilde tevile giderek onların işlerini kolaylaştırdı, emellerine hizmet ettiler.

Mesela: Allah Teâlâ: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Resulüne ve sizden olan ulülemre de itaat edin. Eğer Allah’a ve ahirete iman ediyorsanız, hakkında ihtilafa düştüğünüz meseleyi Allah’a ve Resulüne arzediniz. Böyle yapmanız hem daha hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir." (Nisa 4/59) âyetindeki anlamını farklı ve yanlış bir yönde yorumladılar. Halbuki buradaki "ulü’l-emr"den maksat, hitaptaki de anlaşıldığı gibi müslümanlardır. Nahivcilerin de belirttiği üzere buradaki baziyet bildirmektedir. Yani âyette kendilerine uyulması emredilenler, mü’minlerden bir kısımdır. İşte Kâdiyaniler, son derece açık olan bu anlamı tahrif ederek, kendi yanlış ve kasıtlı yorumlarıyla buradaki (sizden), fîküm (içinizden) şeklinde yorumladılar. Tâ ki müstemlekeciler de itaat edilmesi gereken gruba dahil olsun ve onlara itaat âdeta Allah’a ve Resûlü’ne itaat konumunu almış olsun.

Bunlar, Hz. Peygamber (s.a.s), sahabe ve daha sonraki dönemlerde müslümanlara farz kılınan cihadın neshedildiğini iddia etmek suretiyle de tamamen çığırdan çıkmış oldular. Onlara göre bugün böyle bir şey söz konusu değildir. Zira bu yeni nübüvvet, eskisinin hükümlerini neshedip ortadan kaldırmıştır. Bu şekildeki yanlış bir anlayış, müslümanlann mukavemetlerini kırmış, düşmana teslim-i silah yaptırmış, tırnaklarını sökmüş, din için mücadele edilemeyeceği kanaatini yaymış, böylelikle onları boyunları bükük birer pasif hale getirmiştir.

Bu Yanlış Yorumların Kaynağı Neredendir?

Yeni ve eski çeşitli fraksiyon ve ekollere baktığımızda, hepsinin arasında yaygın olan bu yanlış yorumları iki ana grupta toplamamız mümkündür. Bunlar: 1. Ya bilgi ve düşünce noksanlığı, 2. Ya da niyet ve maksattaki bozukluk.

Zaman zaman bu iki faktörün bir şahıs veya grupta olduğu da mümkün olabiliyor. Böylece büyük bir fesat ve yaygın bir bozulma ortaya çıkmış oluyor. Bil­gisi az olsa da nefsî arzuları peşinde koşmayan bir kimsenin, hakikat ortaya açıkça çıkınca ve hatası düzeltilince, yanlış düşüncesinden vaz geçmesi mümkündür. Ancak niyeti kötü olanın düşüncesinden dönmesi imkansızdır. Zira o: “Baksana kendi heva ve hevesini ilah edinen, ilmi olduğu halde Al­lah’ın kendisini şaşırtıp, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözlerine de perde çektiği kimsenin haline! Hakkı görmemekte ve azgınlıkta ısrar etmesi sebebiyle Allah’ın şa­şırttığı bu kimseyi kim yola getirebilir? düşünmüyor muşunuz?" (Câsiye 45/23) âye­tindeki insan konumundadır.



[1] Bu makale el-Müslimu’l-Muâsır dergisinin 83. sayısında yayınlanmıştır.

[2] Şevkânî, Fethu’l-Kadir, 1/12-13.

[3] Buhâri, Tefsir (31), 1.

[4] İbn Mâce, Mukaddime 10.

[5] Ey iman eden­ler! Ne alışverişin, ne bir dosttan yardım beklemenin, ne de bir kimseden şefaat ummanın mümkün olmadığı bir gün gelmeden önce, sizi rızıklandırdığımız şeylerden harcayın." (Bakara 2/254).

[6] Kehf, 37.

[7] En’âm 2; Mu’minûn 12; Secde 7. gibi âyetler.

[8] Hicr 26, 28, 33; Rahman 14.

[9] Bkz: İbn Vezir, !sâru’l-Hakale’l-Halk, s. 161-162.

[10] Ebû Dâvûd, Sünne 5.

[11] İbn Teymiye, Mukaddime, fı Usûli’t-Tefsir, s. 93.

[12] Zerkeşî, el-Burhân, 2/156.

[13] Suyûti, el-Itkân, 4/181

[14] İbn Kayyım el-Cevziyye, İ’lâmu’l-Muvakkiin, 2/330-331.

[15] Ebû Dâvûd, Sünne 5; İbn Mâce, Mukaddime 2; Tirmizî, İlim 10; Ahmed b. Hanbel, 4/132.

[16] Zerkeşî, el-Burlıan. 2/175.

[17] Buhârî, Vudû 10; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 138; Ahmed b. Hanbel, 1/266.

[18] İbn Teymiyye, Mukaddime, s. 95-97.

[19] Zerkeşî, el-Burlıan, 2/157.

[20] İbn Teymiyye, Mukaddime, s. 104-105.

[21] Bu konuyla ilgili bir eserden Suyûtî el-ltkan’da genişçe bir özetle alıntı yapmıştır. İtkân, 2/176.

[22] Suyûtî, el-İtkân, 1/38.

[23] Hariciler grubuna verilen isim.

[24] Şâtıbî, el-Muvâfakât, 3/347-348.

[25] Vahidî, Sebeb-i Nilzûl, s. 4.

[26] Vahidî, a.g.e; 163-164.

[27] Taberî, Câmiu ’l-Beyân, 4/31.

[28] Suyûtî, el-İtkân, 1/84-87.

[29] Suyûtî, el-İtkân, 1/82-84.

[30] Bu Zât, döneminin Pakistan Müftüsüdür. Arkadaşımız Fakih Muhammed Takiy el-Osmantnin babasıdır.