Makale

KUR’ÂN VE SEVGÎ

KUR’ÂN VE SEVGÎ

Dr. Kerim BULADI
Zeytinbumu ilçe Vaizi

Bu yazımızda sevginin tarifini, gücünü, önemini, birey, toplum ve millet haya­tındaki fonksiyonunu ele almaya çalışacağız. Kur’ân’ın sevgiye bakışı nedir? Sevgi­nin ölçüsü ve sınırı nasıl olmalıdır? Kimleri sevmeliyiz? gibi sorulara Kur’ân nasıl cevap veriyor?

SEVGİ VE ÖNEMİ

1-Tarifî

Sevgi, insanı bir şeye veya kimseye karşı yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yö­nelten duygu, eğilim olarak tanımlanmaktadır.[1] Sevgi, insanı yüksek fedakarlıklara götüren ilgi duygusu, zıddı ise nefrettir.[2]

Kur’ân-ı Kerim’de "sevgi" sözcüğünü dile getiren ve en yoğun olarak geçen ke­lime, "el-hubbü" kelimesidir. "El-hubbü" kelimesi sevmek, beğenmek, rağbet etmek, anlamındadır. Bu kökten türeyen ve sevgiyi ifade eden kelimelerin sayısı, çeşitli ka­lıplarda Kur’ân-ı Kerim’de seksen üç yerde geçmektedir.[3]

Türkçe’de "muhabbet" şeklinde kullanılan ve aslı Arapça olan "Mahabbet" keli­mesi, "hubb" kökünden gelir ve sevgi anlamındadır. "Mahabbet", kalbin bir şeye meyletmesidir. Kulun Allah’a olan muhabbeti, O’na itaat etmeyi istemesi, O’nun rı­zasını elde etmeye önem vermesi ve bu hususta itina göstermesidir. Allah Teâlâ’nın kuluna olan muhabbeti ise, kuluna ikramda bulunması, onu kendisine itaat etmeye muvaffak kılması ve emrine itaatsizlikten onu korumasıdır. Başka bir ifadeyle kulun Allah’a olan muhabbeti, O’nun huzurunda, nezdinde yakın olmayı istemesidir. Allah Teâlâ’nın kuluna olan muhabbeti ise, ona lütuf ve ihsanda bulunmasıdır.[4]

Kur’ân’da Allah Teâlâ’nın neyi sevdiği veya neyi sevmediği açık ifadelerle anla­tılmaktadır. Kur’ân. Allah Teâlâ’nın, aşın gidenleri, haddi aşanlan[5], küfürde ve gü­nahta ısrar edenleri[6], kâfirleri[7], zalimleri[8], hainliği meslek edinmiş günahkarları[9], kendini beğenen, daima övünüp duran ve böbürlenen kimseleri[10], kötü sözün açık­tan söylenmesini[11], bozgunculuğu ve bozguncuları[12], israf edenleri[13], çok hain ve nankörleri[14], büyüklük taslayanları[15] ve şımaranları[16] sevmediğini kesin ifadelerle ilan ve izah etmiştir. Diğer taraftan Kur’ân’da Allah Teâlâ’nın, Hz. Peygambere tabi olanları[17], Allah yolunda cihad edenleri[18], muhsinleri[19], muttakîleri[20], tevbe edenle­ri ve temizlenenleri[21], sabredenleri[22], âdil davrananları[23] ve tevekkül edenleri[24] sev­diği de açıkça belirtilmiştir.

Görüldüğü gibi Kur’ân’a inanan ve onu hayat düsturu kabul eden mü’minlerin, sev­gi veya sevgisizliği, hangi şeylere ve kimlere göstereceği önemle vurgulanmıştır. Al­lah Teâla’yı ve O’nun Resulünü seven kimselerin takip edeceği yolda bu şekilde açık­ça belli olmuştur. Bunun dışındaki çeşitli yorumlar, ifadeler ve beyanlar sübjektif ol­maktan öte geçemez ve ancak kişinin kendisini bağlar.

însanlann dünya hayatında, iyi olsun kötü olsun sevdiği şeylerden bazılan da "el-hubbü" (sevmek, istemek, beğenmek) sözcüğü ile ifade edilmiştir. Allah sevgi­si[25], dünya sevgisi[26], kötülüğün yayılmasını sevme[27], küfrü imana tercih etme[28], dün­yayı âhirete tercih etme[29], körlüğü hidayete tercih etme[30], mal sevgisi[31], maddî sev­gi[32], mesken sevgisi[33] gibi hususlar da bu kökten türeyen kelimelerle anlatılmıştır. Demek ki, Kur’ân’da bu kavrama gayet önem verilmiştir. Görüldüğü gibi hem Allah, din ve peygamber sevgisi ve hem de dünyayı ilgilendiren hususlarda sevgi, Kur’ân’ın üzerinde durduğu bir konudur.

Sevgi kavramını ifade eden bir kelime de "el-vüddü" sözcüğüdür. Sevmek, dost, dostluk, seven, her şeye sevgisi çok olan, bir şeyi sevmek ve olmasını istemek, de­mektir. Bu kelime iki anlamda kullanılır. Hem sevgi ve hem de temenni etmek ma­nasını ihtiva eder. Çünkü temenni, sevdiği bir şeyin olmasını arzu etmektir. Bu kök­ten türeyen bir kelime de "meveddet" sözcüğüdür. Sevme, sevgi, temenni etmek an­lamına gelir. Görüldüğü gibi bu kelime de sevgi ve temenni etme şeklinde iki anlam­da kullanılmıştır.[34] "El-vedûd" sözcüğü, "el-vüddü" ve "el-meveddetü" mastarların­dan gelir. Çok sevilen veya "kendisine yönelene ve tevbe edene muhabbet eden" di­ye tarif edilmiştir. Bu kelime, Allah Teâlâ’nın Esmâ-i Hüsnâ’sındandır.[35] Kur’ân’da VDD kökünden türeyen kelimelerin sayısı yirmi sekizi bulmaktadır.[36]

2- Sevginin Fıtrî Oluşu

Sevgi Allah tarafından insanın gönlüne yerleştirilen bir duygudur. Allah her in­sana sevme, sevebilme kabiliyetini vermiştir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmak­tadır: "İman edip de iyi davranışlarda bulunanlara gelince. Onlar için çok merhamet­li olan Allah, (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır."[37]

Bu âyette Allah Teâlâ, imanla ameli bütünleştirenler ve imanın gereğini yapan­lar için sevgi yaratacağını beyan etmektedir Onlar bu sayede hem sevecekler ve hem de sevileceklerdir. Bütün varlıkların yaratıcısı ve sahibi olan Allah tarafından sevile­cekler, gök ve melekût âleminin sakinleri olan melekler tarafından sevilecekler, yeryüzündeki insanlar tarafından sevileceklerdir[38] ki, bu mü’minler için en büyük şeref ve en büyük payedir.

İnsanlığın ilk kurduğu kurum, ailedir. Aile, insan toplumunun çekirdeğini oluşturmaktadır. İslam Dini’nin kutsal kitabı Kur’ân, insan kuramlarından en çok aile üzerinde durur. Aile, cemiyetin çekirdeği ve küçük bir numunesi kabul edilmektedir. Aile, İslam toplumunun en temel sosyal ünitesidir. İslam’ın kapsamlı bir sosyal ka­rakteri vardır ve bu çerçevede aile toplumun özüdür. Beşerî hayatın temelini aile oluşturmaktadır, işte böyle bir yapının, kurumun ve binanın temelini iki önemli fak­tör oluşturmaktadır. Bunlar sayesinde aile devam eder ve mevcudiyetini muhafaza eder. Bu iki temel unsur sevgi ve merhamettir. Bu gerçeği Kur’ân şöyle dile getirir: "Kaynaşmanız için size kendi (cinsi) nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merha­met peyda etmesi de O’nun (varlığının) delillerindendir.[39]

Âyet, ailenin kurulmasını sağlayan, eşler arasında sevgi, saygı, merhamet, şefkat ve hoşgörüyü temin eden temel ilkelerden bahsetmektedir, yette, ailenin istikrarını ve devamını bu ilkelerin sağlayacağına da işaret edilmektedir. Ayrıca eşler arasındaki bu temel unsurların Allah tarafından yaratıldığına dikkat çekilmektedir. Her şeyden önemlisi, eşlerin yaratılması ve aralarında sevginin peyda edilmesi Allah’ın varlığının delillerinden olduğuna vurgu yapılmaktadır. Görüldüğü üzere, insanın tabiatına sevgi ve merhameti yerleştiren Allah Teâlâ’dır. Cemiyetin en küçük birimi kabul edilen ailenin istikrar ve idamesini sevgi ve merhamet sağladığına göre, ailelerden oluşan toplum, mil­let ve devletleri de sevgi ve merhamet idare etmekte ve ayakta tutmaktadır.

Bir âyette "De ki: eğer siz Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sev­sin ve günahlarınızı bağışlasın."[40] Demek ki, Allah’a inanan nezdinde O’nu sevmek asıl fıtratı teşkil eder. Fıtratta olan bu sevgiye hitap olunarak, Allah’ın da kendilerini sevmesi için uymaları gereken yola, böylece irşat olunuyorlar.[41]

Sevgi, insanın özelliklerindendir. İdrak ve marifetten mahrum olan kişi sevmez. Her canlının ilk sevdiği kendisidir. Bu sevgi tabiî olarak her canlıda vardır. Bunun dışında kalan, güzelliklere yönelen ve güzelliğin idrâkiyle ilgili estetik sevgi, insana has yüksek heyecanlardandır."[42]

İnsanın temel ihtiyaçlanndan biri olan sevgi, en üstün şekliyle İlâhî sevgide gerçekleşmektedir. İnsan, Allah aşkıyla kendisini aşmaktadır. Varlığımızın şahsiyet ka­zanması ve şahsiyet haline gelmemiz, ancak İlâhî aşkla olmaktadır.[43]

İlâhî sevginin şartlan Kur’ân-ı Kerim’de şu âyetlerde belirtilir; "Allah temizlenenleri sever." (Bakara, 2/222) "Allah sabredenleri sever." (Al-i Imran, 3/146) Allah iyilik yapanları sever. (Bakara, 2/195) iman sevgi alakası Kur’ân’da şöyle anlatılmış­tır: "Hem biliniz ki içinizde Allah’ın Resulü vardır. Eğer o, birçok işlerde size uysay­dı sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize sindir­miştir!" (Hucûrat, 49/7).

Sevgi, insanın asıl fıtratında mevcuttur. Fıtratımızda sevgi olmasaydı, işimizi, eşimizi, aşımızı, çoluk çocuğumuzu, anamızı, babamızı, akrabalarımızı, dostlanmızı ve her şeyden önce Allah’ımızı ve peygamberimizi nasıl sevebilirdik. Bütün filleri­mizde öncü kuvvet sevgidir. Allah, her insanın ve hatta her varlığın gönlüne sevgi to­humunu ekmiştir. Filizlenen ve yeşeren bu sevgi sayesinde yaşamayı anlamlı kılmak­tayız. Bu da Allah’ın biz insanoğluna sunduğu en latif bir ikramıdır.

3- Allah ile İnsanlar Arasında Karşılıklı Sevgi

Allah Teâlâ’nın "Vedûd" vasfı münasebetiyle, O’nunla insan arasındaki karşılık­lı sevgi konusunu ele almaya çalışacağız. Kur’ân’da Allah Teâlâ’nın kulunu, kulun Rabbini sevmesi var mıdır? Kur’ân-ı az çok tanıyan herkesin, bu soruya cevabı müs­bet olmalıdır. Çünkü Kur’ân, bunu doğrudan doğruya veya dolaylı yoldan anlatan de­lillerle doludur. En çarpıcı delil, üzerinde duracağımız "Vedûd" ismidir. Allah Teâlâ, muhabbetini fiilleriyle ifade etmekle yetinmemiş, devam ve mübalağa ifade eden "Vedûd” sözcüğünü bir isim, bir vasıf olarak kendisine vermiştir[44]. Başka hiçbir de­lil olmasaydı bu vasıf yeterdi. Kaldı ki başka deliller de çoktur.[45]

Şu âyet konumuz bakımından son derece önemlidir. "İnsanlardan bazıları Al­lah’tan başkasının Allah’a denk tanrılar edinir de onları Allah’ı sever gibi severler. İman, edenlerin Allah’a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır." (Ba­kara, 2/165) Bu âyet açıkça gösteriyor ki, Ulûhiyyetin en önemli özelliklerinden bi­ri, muhabbettir, sevilmektir. Bundan dolayıdır ki, Kurâ’n ve İslam ıstılahında insan, daha çok "kul” vasfıyla anılır. Kulluk, kendisine kul olunan varlığa karşı beslenen, en ileri sevgi derecesini ifade eder. Zikrettiğimiz âyet gösteriyor ki, Allah’tan başka herhangi bir şeyi veya kimseyi, Allah’ı severcesine seven, O’nun emir ve yasaklarına uymak gibi bu sevginin gereklerini yerine getiren kimse, Allah’tan başka benzerler, eşler edinmiş demektir. Mü’min ise, Allah’ı, halis, katışıksız, sabit ve ileri bir derece­de sevmelidir."[46]

Başka bir âyette şöyle buyurulmaktadır. "(Resulüm) Deki: Eğer Allah’ı seviyor­sanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlannızı bağışlasın. (Al-i İmran, 3/31) Bu âyette "sevmek ve bağışlamak" kavramları arasında kurulan münasebetten anlaşılıyor ki, Allah Teâlâ’nın bağışlaması, kuluna olan sevgisinden ileri gelmekte­dir. Çünkü sevmeyen bağışlamaz.[47]

İnsan, Allah’ı bütün varlığı ile sevmelidir. Bütün varlığına, merkezî parçası olan aklı da dahildir. Öyleyse, O’nu aklıyla da sevmek gerekir. Herkes kabul eder ki, akıl bir duygu değildir. Aksine duygudan çok başka bir şeydir. Buradan anlaşılıyor ki, mukaddes kitapların tann- insan münasebetlerini belirtmek için kullandıkları "sev­gi", sırf duygusal bir anlama haiz olmaktan, cazibe arzusuna delalet etmekten, daha başka bir derinliğe sahiptir.[48]

Allah sevgisi ve O’na itaat, birbirini tamamlayan iki husustur. Allah’a itaat, O’nu sevmenin bir tezahürüdür. Allah’ı seven, O’nun razı olduğu filleri yapar, yasak ettiği fiillerden ise şiddetle kaçınır. Sevgi itaati, itaat sevgiyi zorunlu kılar. Allah sevgisi, insanı teslimiyete, saygıya, hürmete, tevâzua götürür. Seven sevgilisine dik başlılık etmez. Bu açıdan Allah’ı seven O’nun emir ve yasaklarına karşı lakayt davranamaz, gevşeklik gösteremez.

Kur’ân’a göre insan Rabbini, mecazen değil, hakikaten sevebilir. Bu sevgi, Al­lah’ın fiillerinin, isimlerinin, sıfatlarının, zâtının kemâline olan marifetten kaynakla­nan halis, nezih, taşkınlıktan uzak, ululuğun ve ulûhiyyetin sınırlarını tanıyan, : Al­lah’ın iradesini gerçekleştiren, O’na itaati artıran bir sevgidir. Bu muhabbette, Al­lah’ın dünya hayatında kendisine ve öteki yaratıklara olan lütuf ve ihsanının, keza âhiret hayatında beklediği ebedî mutluluğun rolü olsa bile, Rabbini, bunlardan ayrı olarak zatı için de sever. Öbür taraftan Allah da kulunu sever, bu onun bir vasfıdır. Ancak O’nun sevgisi, kullann bildiği sevgiye benzemez.[49]

4- Sevginin Kaynağı

Allah sevgisi, bütün sevgilerin kaynağıdır. O’nun sevgisinin derecesine hiçbir sevgi ulaşamaz. Hiçbir varlık, hiçbir kimse, hiçbir şey, hiçbir iş ve meslek O’nun ka­dar sevilemez, sevilmemelidir. O’nun sevgisinin derecesine ulaşan sevgiyi Kur’ân, hoş karşılamaz ve hatta böyle bir sevgiyi Allah’a eş koşma olarak ilan eder. Kur’ân’ın bu konudaki ifadesine bir göz atalım.

"...İnsanlardan bazüarı Allah’tan başkasını Allah’a denk tanrılar edinir de onla­rı Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah’a olan sevgileri ise (onlarınkin­den) çok daha fazladır. Keşke zalimler azabı gördükleri zaman(anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının çok şiddetli olduğunu önce­den anlayabilselerdi. ” (Bakara, 2/165).

Allah’ın dışındaki hiçbir şeyi "Allah’ı sever gibi" sevmenin doğru olmayacağına işaret eden bu âyet, böyle bir davranış, ahlak ve tutum içerisinde bulunanlan da za­lim olarak nitelemekte ve şiddetli azaba çarptırılacaklarını haber vermektedir. Ayrı­ca bu âyete göre,

Allah Teâlâ’nm dışındaki şeylerin sevgisini, Allah sevgisinin derecesine çıkar­mak, O’na eş koşmakla denk tutulmuştur.

Merhum Elmalılı’nın bu âyetin muhtevası çerçevesinde yaptığı tefsir ve değer­lendirmeler oldukça önemlidir. "Onların emirlerine, (Allah’a denk tuttukları tanrıla­rın) yasaklarına, arzularına itaat ederler de, Allah’a isyan içinde olurlar" diyen Elmalılı, onları Allah’ı sever gibi severler, onlan nimet sahibi olarak tanırlar. Onların sevgisini, hareketlerinin başı kabul ederler. Allah’a yapılacak şeyleri onlara yaparlar. Allah rızasını düşünmeden onların rızalarını elde etmeye çalışırlar. Allah’a isyan olan şeylerde bile onlara itaat ederler, açıklamasını yapmaktadır.[50]

İnsanlar tarafından sevgiyle ma’bûd mertebesi verilerek Allah’a denk tutulan şey­ler o kadar çeşitlidir ki, bir taştan, bir maden parçasından, bir ottan, bir ağaçtan tutun da gök cisimlerine, ruhlara, meleklere kadar çıkar. Bununla beraber, "onları sever­ler" ifadesinde ki akıl sahiplerine ait olan "hüm" "onlar" zamiri, bunların özellikle akıllılar kısmını açıkça ifade etmektedir. Bunun içindir ki, tefsirciler, denk, benzer manasına gelen "endâd"ı "Allah’a isyan ettikleri liderleri, başkanları ve büyükleri" diye açıklamışlardır.[51]

Bu açıklamaya göre akıl sahibi insanları Allah gibi sevmek, onları tek hakim ve yetkili kabul etmek, onların sevgi ve arzularını her şeyin üstünde tutmak, onlann ta­limatlarına uyup ta Allah’ın emrettiği ve yasakladığı prensiplere uymamak Allah’a denk koşmaktan başka bir şey değildir.

Gerçekten servet, büyüklük, kuvvet, makam, itibar, güzellik gibi herhangi bir ümide sebep sayılan dilberler, kahramanlar, hükümdarlar gibi insanları, Allah gibi seven ve onlar uğrunda her şeyi göze alan nice kimseler vardır ki bu, şirk noktasını, putperestlik esasını ve insanlığın en büyük yarasını teşkil eder.[52]

Öyle insanlar vardır ki, işini, mesleğini, liderini, düşüncesini, bağlı bulunduğu siyasi teşekkülü, cemaati, kulübünü, takımını, malını, servetini, makamını, ilmini kutsar. Bunlara karşı aşın bir sevgi, bağlılık ve düşkünlük besler. Bunlann sevgisi gönlüne öyle yer etmiştir ki, Allah’ı ve O’na olan kulluğunu unutmuş, dünyaya geliş gayesini tamamen bir kenara itmiş, dünyevileşerek âhireti terk etmiştir.

Bu âyetten alman ilhamla şunu söyleyebiliriz. Allah’ın sevgili kullan olan pey­gamberlere, sıddîklere, şehitlere, velilere muhabbet bile duyarken ölçülü ve hesaplı olmak gerekir. Bunlann sevgilerini hiçbir şekilde Allah sevgisi derecesine çıkarmak­tan şiddetle kaçınılmalıdır. Allah’a muhabbet duyanlar, Allah’ın yolunda yürüyen sevgili kullanm da severler. Fakat Allah’ı sever gibi değil de onlan Allah için, Al­lah’ın hatın için severler ve bu sevgi ile onlar yaklaşırlar. Çünkü asıl sevgi, Allah sev­gisidir. Diğer bütün sevgiler bu ana gövdeden fışkınr, dal budak salar, çiçek açar ve meyveye durur. Bu ana gövdeden beslenmeyen sevgiler sönmeye, yok olmaya mah­kumdur. Bu ana gövdeden ayrı olarak fışkıran sevgi dallan kurumaya mecburdur. Bu ana gövdeden beslenmeyen sevgi çiçeklerinin solması zorunludur. Bu tür açan fanî sevgi çiçekleri, nefret, adavet, kin, tefrika, ihtilaf, haset, gibi insanlığın ıstırabını, çi­lesini artırmaktan başka bir işe yaramazlar.

Allah’ın sevdiği kullanm sevmek ve onlara uymak günah ve şirk değildir. Aksi­ne bu Allah sevgisine bir delil olur. Fakat bu sevgi hiçbir zaman Allah sevgisi gibi olmamalıdır. Yani Hıristiyanlann Hz. îsa hakkında yaptıklan gibi onlan mabut dere­cesine vardırmaktan kaçınmalıdır. Bunun en güzel misalini, Müslümanlığın iman anahtan olan Kelime-i şehâdet’inde ve ibadetin başı olan namazında buluruz. Bir Müslüman’ın "Ben şahadet ederim ki, Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Yine şaha­det ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve Peygamberidir" derken Allah’tan başka bü­tün mabutlann hepsini reddedip atar da bu temiz kalp ile Peygamberi Hz. Muhammed’in O’na kulluk ve peygamberlikle bağlılığını tasdik eder Ve Allah için bir gerçe­ğe şahitliğini arz eder. Bu şahadetle Allah’tan sonra Peygambere bir sevgi ilanı var­dır. İman bu sevgi ile tamam olur.[53]

"...İman edenlerin Allah’a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır..."

Mü’minlerin, gerek rahatlık zamanında ve gerekse sıkıntı anında, gerek darlıkta ve gerekse genişlikte Allah’a olan sevgisi devamlıdır. Mü’minler tek olan Allah’a inandıkları için bütün sevgileri, bizzat Allah’ta toplanır. Allah’ın yaratıklarına olan sevgileri de bu başlangıç noktasından gelir. Yani sevdiklerini ancak Allah için, Al­lah nzası için severler. Kâfirlerin ve münafıkların sevgileri dağınıktır. Şüphe yok ki, dağınık ve değişen sevgiler, toplu ve sabit sevgiye göre bir hiç demektir.[54]

Mü’minin sevgisine yön ve şekil veren, onu biçimlendiren, derinleştiren Allah sevgisidir. Mü’min her şeyden önce hatta kendisinden önce Allah’ı sever. Kendisin­de kökleşen ve yerleşen bu sevgi ile insanları ve varlıkları sevmeye başlar. Artık böy­le bir insan, sevgi dağıtmaya, muhabbet saçmaya başlar ve sevgi adamı olur.

5- Dini Kökünden Kazıyan Sevgisizlik (Nefret) tir

Sevgisizlik bir hastalıktır. İslam Dininin tebliğ edilmesinde, yayılmasında, kitle­lere ulaşmasında sevgi öncü kuvvettir. Sevgisizlik ise bunlara engel olan en etkili ve tehlikeli bir silahtır. Bu hususta Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır.

"Size önceki ümmetlerden sirayet eden en önemli hastalıklar kin ve hasettir. Kin, kökten kazıyıcıdır (tıraş edicidir). Dikkat edin saçı kökten tıraş edicidir, demiyorum. Fakat o dini tıraş eder, kökünden kazır. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ede­rim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe iman etmiş ola­mazsınız. Size bunları sağlayan şeyi haber vereyim mi? Selâmı aranızda yayınız. "[55]

Görüldüğü gibi, hadiste kin ve haset dinî hayatı yok eden, dînî gelişmeyi akame­te uğratan unsurlar olarak takdim edilmektedir. Ayrıca hasedi ve kini yok edecek prensipler de belirtilmiştir. Diğer taraftan hadiste, Mü’minlerin birbirlerini sevmesi ve aralarında sevgiyi hakim kılması imanî bir mesele olarak ele alınmıştır ki, bunlar toplumda güven ve huzur ortamının sağlanmasında en önemli düsturlardır. Demek ki sevgi, imanın tamamlanması, korunması, Allah rızasının elde edilmesi ve neticede cennetin kazanılması için vazgeçilmez bir âmildir. Öte yandan hadiste, Müslümanla­rın arasında sevginin yerleşmesi ve birbirleri ile kaynaşmalarının temel faktörü de "selâm"ı yaymaya bağlanmıştır. Zira selâmlaşmak, sevgi, saygı, ülfet ve dostluğun bir alametidir. Birbirlerini sevenler ve birbirlerine karşı saygılı olanlar selâmlaşırlar.

Bir toplumun güven ve huzurunun zedelenmesi veya tehdit altında oluşunun en önemli sebeplerinden biri de, o toplumda kin ve nefretin hakim olmasıdır. Sevgi ve saygının aranır bir meta’ haline geldiği bir cemiyette, güven ve asayişten bahsetmek mümkün değildir.

Bir toplumda sevginin oluşmasını sağlayan en önemli husus, herkesin görevini ve yüklendiği mesuliyetin sınırlarını bilmesine bağlıdır. Allah Teâlâ, insanların kimi­ni kiminden üstün kılmış, kimine daha fazla servet, ilim, irfan, sağlık ve afiyet ver­miş, kimini de daha az imkan ve nimetlerle imtihan etmiştir. Bu konuda şu âyeti zik­redebiliriz. "Hepsine onlara da bunlara da (dünyayı isteyenlere de âhireti isteyenle­re de) Rabbinin ihsanından (istediklerini) veririz. Rabbinin ihsanı kısıtlanmış değil­dir. Baksana, biz insanların kimini kiminden üstün kılmışızdır! Elbette ki âhiret, de­rece ve üstünlük farkları bakımından daha büyüktür." (Isra, 17/20-21).

Âyetlerden, servet, mevki, sağlık, ilim, ahlak, yaratılış ve yaşayış güzelliği gibi hususlarda insanlar arasındaki farklann, İlahî takdirin bir gereği olduğunu anlamak­tayız. Hatta âhirette bile insanlar eşit durumda olmayacaklar ve herkes dünyada yap­tığı amele göre derece farklılıkları olacaktır. Bu sebeple bu dünyada mutlak eşitlik imkansızdır. Toplum hayatında İktisadî, kültürel ve sosyal alanlarda farklılık kaçınıl­maz ve tabiîdir. Ancak bu farklılıklar içinde herkes, kendi görevini ve sorumlulukla­rını, yetki ve etki alanının sınırını bilerek hareket etmek zorundadır. Toplumsal barış ve güvenin sağlanması da buna bağlıdır.

Toplumun, bünyesini tahrip eden, birlik ve bütünlüğünü yaralayan ve hatta yok eden en önemli etkenlerden bazıları şunlardır: Bir tarafta aşın bir servet, diğer taraf­ta korkunç bir fakirlik ve zaruret. Bir yanda bol miktarda kazanç, öte yanda günlük maişetini temin etmekte zorlanan yoksullar, fakirler. Bir yanda lüzumlu bir ihtiyaç olmadığı halde sadece ihtişam, gösteriş olarak inşa edilen köşkler, yalılar ve sarayla­ra sahip olan savurganlar, öbür yanda başını bile sokabilecek veya insanca yaşayabi­lecek meskenlere sahip olmayıp ta gecekondularda, bodrum katlannda, duvar diple­rinde ömür tüketen insanlar. Böyle bir cemiyette sevgi ve saygı can çekişme nokta­sına gelmiştir ve yerini kin ve nefrete terk etme hazırlığında ve zorundadır. Günü­müzde anarşik olaylar, fitne ve fesat, kıskançlık, mal ve servet düşmanlığı, özellikle hırsızlığın bir sektör haline gelmesinin altında yatan bu gerçeklerdir.[56]

İslam, yalnız ibadet törenleriyle sınırlandınlamaz. Kendi bütünlüğü içinde haya­tın kültürel, sosyal ve ekonomik tüm yönlerini kapsar. İnsanlann sahip olduğu mad­dî ve manevî imkanlann gerçek sahibi Allah’tır, insan sahip olduğu bu imkanlan key­fine göre tasarruf etme hakkına sahip değildir. İslam. Sadece mücerret sevgiyi, be­nimsemez. Sevgiyi oluşturacak sebepleri ve şartları da nazarı itibara alır. Toplumda sevginin hakim olması için Allah Teâlâ’nın lütfettiği imkanlann âdilâne tevzii gere­kir. "Sevelim, sevişelim, sevgiyi hakim kılalım" gibi sözler kulağa hoş gelse de, sev­ginin hakim kılınması için yeterli olamaz.

"Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır." (hadîd, 57/10), "Göklerin ve yerlerin mül­kü Allah’ındır." (Şûra, 42/49), Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır, "(Âl-i İmrân, 3/109), "Doğu da Allah’ındır batı da" (Bakara, 2/115), "(Resulüm!) De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden ge­ri alırsın." (ÂI-i İmrân, 3/26) ve benzen âyetler asıl malikin Allah olduğunu ısrarla vurgulamaktadır. Ayetlerde sunulan İlâhi beyanlar çerçevesinde mülkün asıl sahibinin Allah olduğunu düşünerek imkan sahibi insanların, diğer insanlan gözetmesi, ellerin­deki emanetin hakkını bu şekilde ödeyerek insanlan sevindirmesi ve sevginin temel­lerini atması ve kuvvetlendirmesi, toplum barışı açısından çok önemlidir.

Servet ve varlığını, kendi çalışması, gayreti, zekâsı, ilim ve irfanı neticesinde el­de ettiğini iddia ederek yoksullara, muhtaçlara ve fakirlere "istersem veririm, ister­sem yardım ederim, istesem etmem", "Allah yolunda istersem harcanm, istersem harcamam" gibi telakkiler ve düşüncelerle hep kendi çıkarlarını ve menfaatini düşü­nen insan, bu nimetleri ihsan eden Zâta karşı büyük bir nankörlük yapmış olur. Bu mantık toplumsal dayanışmayı ve kaynaşmayı zedeleyen hatta yok eden bir davra­nıştır. Böyle bir hareket, toplumda yaşayan insanların nefret ve kinini artırmakta en önemli bir âmildir. Allah’ın kendisine ihsanda bulunduğu servetten, ihtiyaç sahiple­rine ikramda bulunmayan kimse sevgiye erişemez. Kendi servetine karşı kin ve ha­sedi oluşturmamanın yolu, mükrim ve muhsin olmaktan geçer. Allah kerem sahibi­dir ve muhsinleri ve mükrimleri sever. Allah Teâlâ’nın ihsanına karşı hasislikle ce­vap veren, O’nun keremine cimrilikle mukabelede bulunan insan, nankör bir kimse­dir. Bu sebepledir ki, nankörlük sevginin yok olmasına, kin ve nefretin oluşmasına sebep olmaktadır.

Yetimlerin, yoksulların, muhtaçlann koruma altına alınmadığı bin cemiyette ön­celikle sosyal dengenin bozulması, altüst olması söz konusudur Bu dengenin tıpası atmaya dursun, gerisi yavaş yavaş çözülür gider. O toplumda ne emniyet, ne güven, ne sevgi, ne saygı kalır. Kin ve nefretle birlikte gelişen düşmanlık tohumlan yeşer­meye başlar. Böyle bir toplumda zengin, fakir, âmir, memur, patron, işçi ve kısacası bireyler arasında sevgi, saygı, merhamet, şefkat, adalet vs. gibi toplumu toplum ya­pan yüce değerler yok olmaya başlar ve yerini alt değerlere; kin, nefret, haset, tefri­ka ve anarşiye bırakır. Sosyal adaletin gerçekleşmesinin en büyük faktörü olan İkti­sadî adaletin gerçekleşmediği bir yerde, huzur ve güvenden, sevgi ve saygıdan bah­setmek kanaatimizce safdillik olur.[57]

Bir devlet veya toplumun bünyesinde, ülke zenginliğinin hakkaniyet ölçüsü içe­risinde paylaşılması gerekir. Hakkaniyetten kastımız, herkese hak ettiğini sunmaktır. Bu sağlandığı takdirde insanlar arasında kin ve adavetin oluşması önlenmiş olur. Zengin, fakir, âmir, memur, işveren ve işçi arasında saygı ve sevgiye dayanan bir or­tamın oluşması buna bağlıdır. Bir ülkenin zenginlik kaynaklan, her türlü imkan ve ni­metleri, toplumun belirli kesimlerinin rahat, huzurunu temin etmede, servetlerine ser­vet katmada kullanılıyorsa, orada kin ve nefretin sebep olduğu kitlesel huzursuzluk­ların yaşanması tabiîdir. Zenginlerin, varlık ve sermaye sahiplerinin içki, kumar, lüks, konfor, zevk ve eğlence uğrunda servetlerini tüketmeleri ve bunun yanında fa­kir ve yoksullara karşı görevlerini unutmalan ve onların haklannı hiç hesaba katmamaları önce Allah’a, daha sonra da o toplumdaki insanlara karşı en büyük nankörlük­tür. Kin ve nefrette bu tavır ve uygulamalardan kaynaklanmakta ve beslenmektedir.

Egoist ve çıkarcı bir zihniyete sahip olan ve hep kendi refah ve saadetini düşünen mutlu bir azınlığın oluştuğu bir cemiyette, sevgi ve saygının hakim olması zor­dur. Kin ve nefretin toplumda temel bulmasının sebebi, sınıfsal yapının dengesiz bir şekilde oluşmasındandır. Bu yapının oluşmasının en önemli nedenleri arasında mik­roplarda ulusal servetin yani, toplumun yaşadığı vatan hudutları dahilinde ülke zen­ginliğinin adilâne paylaşılamaması, makroplanda ise bugünkü tabirle küreselleşen dünyamızda gerek üretilen servetlerin ve gerekse tabiî servetlerin belirli toplumlann ya da devletlerin veya bireylerin ellerinde tekelleşmesidir. Bu zihniyetin, ulusal dev­let içinde şekillenmesi, küresel sistemin ana unsurlarıyla tam uyum içindedir. Hatta onun tabiî uzantısıdır. Kapital sermayenin şekillenmesi ve hakimiyet kurması her yerde aynı yolu takip etmektedir. Gerek ulusal ve gerekse küresel sistem içinde ka­pitalist sermayenin temel felsefesi, bencil ve egoist bir zemine oturmuş olmasıdır. "Benim mutluluğum önemlidir. Öncelikle ben zengin olayım. Benim huzurum ve re­fahım önde gelir. Halk feda olsun” zihniyeti ve düşüncesi temel öğedir. Böyle bir oluşumda, büyük bir kitlenin küçük bir zihniyete kurban edilmesi vardır. Büyük bir kitlenin kesesinden küçük bir zümrenin refah ve mutluluğuna yapılan böyle bir trans­ferin neticesinde, sevgi ve barışın gerçekleştirilmesi asla düşünülemez. Bu sebeple diyoruz ki, sevgisevelim, sevişelim, sevgi bağlarını kuvvetlendirelim" gibi kuru ve yavan sözlerle sağlanmaz.

Maddi zevke ve ihtiraslan uğruna ulu orta harcanan servetin, diğer taraftan ge­çimini sağlayamayan, eğitim, öğretim ve sağlık gibi temel ihtiyaçlarına sarf edebile­cek maddî imkan bulamayan büyük bir kitleden esirgenmesi, nefret ve kinden başka ne oluşturabilir? Mal ve servetini aşın derecede severek toplumdaki sevgi ve saygı­yı, kendi menfaatleri uğruna katleden nankör zenginlerin toplum banşına ne katkısı olabilir? "O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi." (Kasas, 28/78) diyerek hareket eden Karun’lann çoğaldığı bir cemiyette hangi saadetten ve sevgiden bahsedilebilir? Malını çok sever ve servetine aşın tutkun olan bir insan nankör bir in­sandır, (bkz. diyât, 100/6-8). Böyle bir insan, insanlan sevmez, topluma değer ver­mez. Hırs, haset, kin, israf ve zevklere düşkünlük onun iç dünyasını kaplamıştır. Bu tip insanlann çoğaldığı bir toplumda kin ve nefret hakim olacaktır.

Bugün dünyamızda gelişen olaylann, toplumlann, milletlerin ve devletlerin karşı karşıya gelmesinin arka planında yatan sebeplerin temelinde gelir dağılımının âdil olmaması ve buna bağlı olarak yoksulluğun süratle artmasıdır. Öyle ki yoksullar ve zenginler diye dünyamızın iki biloka aynlmasından söz edilmektedir.

Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin dünyadaki milli gelir pastasındaki pa­yı beş trilyon dolar civannda iken, gelişmiş ülkeler ise 18 trilyon dolara yakın bir bö­lüme sahip bulunmaktadırlar. Dünya nüfusunun en yoksul yüzde 20’lik kesiminin toplam gelir içersindeki payı son otuz yıl içinde 2.3’ten yüzde 1.4’de gerilemiş bulun­maktadır.[58]

1994 yılında Devlet İstatistik Enstitüsü tarafından yapılan araştırmaya göre, ülke­mizde nüfusun en yoksul yüzde 20’lik kesiminin milli gelirden aldığı pay, yüzde 4.9, en yoksul yüzde 40’lık kesimin payı ise sadece 13.5 ’tur. En zengin yüzde yirmilik ke­sim ise, milli pastanın yüzde 54.9’una sahip. Orta direk olarak adlandırabileceğimiz üçüncü ve dördüncü yüzde 20’lik kesimlerin toplam payı ise yüzde 32 düzeyindedir. Bu rakamlar, ülkemizdeki kişisel gelir dağılımının bozuk olduğunu gösterir.[59]

Bir toplumda bir ekmeği 100 eşit parçaya bölerek, bu payların yansından fazla­sını 20 kişiye, geri kalan kısmı ise 80 kişiye dağıtılması kadar anormal, adaletsiz ve haksız bir taksim olamaz. Böyle bir toplumda kardeşliğin, sevgi ve saygının yerini kin, nefret, haset ve adavet gibi hususlann alması kaçınılmazdır. Nitekim bu sıkıntı ve ıstırabı bütün dünya yaşadığı gibi, özellikle ülkemizde de yoğun bir şekilde ya­şanmaktadır. Toplumsal huzursuzluklann belki de en temel sebebi budur. Bu halle­dilmeden, sevgi ve saygıdan bahsetme, su üstüne yazı yazmaktan farksızdır.

6- Müslümanlar Birbirlerini Sevmelidirler

Müslüman, Müslüman kardeşini sevmelidir. Bazı hatalar ve kusurlar sebebiyle Müslümanlar birbirlerini itmemelidirler. Müslüman, Müslüman kardeşine sabırla, hoşgörüyle ve anlayışla yaklaşırsa, onda sevilecek, sevgiye layık olacak bir ahlak, karakter, huy, fiil ve davranış bulabilir. Çünkü Müslüman Müslümanın dostudur. Kur’ân’ın bu konudaki mesajına kulak verelim: "Mü’min erkeklerle mü’min kadınlar da birbirlerinin dostlandır..." (Tevbe, 9/71). Dost, dostun ayıbını araştırmaz, kusuru­nu örter, hatalannı bağışlar. Bu açıdan mü’minler, birbirlerini gözetirler ve birbirle­rine yardımcı olurlar. Birbirlerinin ufak tefek kusurlanm büyüterek aralanndaki ül­feti, muhabbeti, saygı ve sevgiyi zedelemezler.

Mü’minleri sevmeyen, kendisi için istediğini diğer Müslüman kardeşleri için de istemeyen insan, gerçek anlamda Müslüman olamaz. Müslümanlar arasındaki sevgi ve yardımlaşmanın özelliği, sırf Allah için olması yani, menfaate dayandırılmamasıdır. Ancak menfaate dayanmayan ve sadece Allah için olan sevgilerin devamlı olma­sından söz edilebilir. Aksi takdirde menfaatlerin bittiği yerde, sevgi ve yardımlaşma da kendiliğinden biter.[60] İmanın kemâle ermesi, tam olması Allah için sevmeye bağlıdır. Nitekim Pey­gamberimiz bu konuda şöyle buyurmaktadır "Kim Allah için sever, Allah için buğ- zeder, Allah için verir ve Allah için vermezse, imanını tamamlamış olur.[61]"

Bu hadisin ışığı altında şu mütalâayı yapabiliriz. Asıl sevgi Allah sevgisidir. İmanın tamamlanması O’nu sevmeye bağlıdır. İmanın kuvvetlenmesi ve gelişmesi için gerekli olan bütün amellerde en başta O’nun rızası gelmektedir. Mü’min fiillerin­de, hareketlerinde ve hayatının her safhasında gerçekleştireceği bütün faaliyetlerinde Allah için hareket etmek ve Allah’ın nzasını temel esas olarak kabul etmek gibi bir şuura ve yükümlülüğe sahip olan bir aksiyon adamı olmalıdır. Bu konuda Peygam­berimizin şu hadisi de bizlere önemli bir mesaj sunmaktadır.

"Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir."[62] Bu ha­dise göre her amelde, her işte Hakk’ın rızası aranmalı ve O’nun sevgisi ön planda ol­malıdır. Amellerin üstün ve değerli olması, onlann Allah rızasına göre yapılıp yapıl­mamasına bağlıdır.

Kıyamet gününde Allah için birbirlerini sevenlerin, hiçbir gölgenin olmadığı bir zamanda gölgelendirileceği belirtilmiştir[63]. Müslümanların birbirlerini sevmeleri o kadar önemli, o kadar kıymetli ki, bunun semeresini hem bu dünyada ve hem de öbür dünyada göreceklerdir. Din binasının temeli sevgiye dayanır. Dinin toplumlara ve milletlere hakim olmasının biricik ilkesi sevgidir. Müslümanlann toplum, millet ve devlet olarak ayakta kalması da bu ilkenin gücüne bağlıdır. Sevginin zıddı olan sev­gisizlik diğer adıyla nefretin bireylere, ailelere, topluma, devlet ve millet hayatına ha­kim olması hem dini hayatı, hem aile müessesesini, hem toplum nizamını hem de devlet ve milleti temelinden yok eder. Bu açıdan sevgiyi hakim kılarak nefreti yok etmek Müslümanlann en önemli bir ideali ve vazgeçilmez bir hedefi olmalıdır.

Bir mü’minin, bir mü’mine kin ve düşmanlık beslemesinin insafsızlık olacağını belirten Bediuzzaman Said Nursî bu konuda şu değerlendirmeyi yapmaktadır. "Ey mü’mine kin ve adavet besleyen insafsız adam! Nasıl ki, sen bir gemide veya bir ha­nede bulunsan, seninle beraber dokuz masum ile bir cani var. O gemiyi batırmak ve haneyi yakmaya çalışan bir adamın, ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini semâvata işittirecek derecede bağıracaksın. Hatta bir tek masum, dokuz cani olsa; yi­ne o gemi hiçbir adalet kanunu ile batınlmaz. Aynen öyle de: sen, bir hâne-i Rabbâniyye (rabbani bir hane) ve bir sefîne-i ilâhiyye (İlâhî bir gemi) olan bir mü’minin vü­cudunda iman ve İslâmiyet ve komşuluk gibi dokuz değil, belki yirmi sıfat-ı masûme (masum sıfat) varken, sana muzır (zararlı) olan ve hoşuna gitmeyen bir cani sıfa­tı yüzünden ona kin ve adavet bağlamakla, o hane-i mâneviye-i vücudun (manevi bir hane olan vücudun) manen gark ve ihrakma, tahrip ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen, onun gibi şeni (çirkin) ve gaddar bir zulümdür."[64]

7- Kur’ân’a Göre Herkes Sevilir mi?

Kur’ân’ın ortaya koyduğu sevgi, geniş kapsamlıdır. Ancak bu, Hakka bağlı olan ve ondan feyiz ve ilham alan bir sevgidir. Diğer bütün sevgiler ondan neşet eden, on­dan sızan ve fışkıran miktarlara göre diğer varlıklara sirayet etmektedir. Kur’ân sev­gi kavramını açıklarken bazı sınırlamalar getirmiştir. Kimlerin, hangi işlerin ve fille­rin sevilip sevilmeyeceğini açıkça ortaya koymuştur.

Bu konuda Kur’ân’ın ortaya koyduğu prensipler, gayet açık ve kesindir. Bu hu­susa yazımızın başında temas etmiş ve Allah Teâlâ’nın kimleri ve hangi işleri sevip sevmediğini ortaya koymuştuk. Kur’ân Allah ve Resulünün sevgisini temel kabul ederken, mü’minlerin de birbirlerini sevmelerini, Allah’ı sevenlere karşı muhabbet duymalarını emreder ve bu konuda izlenmesi gereken kuralları açıklar.

Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’inde hiçbir zaman herkesi sevin şeklinde bir ifade buyurmamıştır. Allah Teâlâ, "Kim olursa olsun adaletli davranın, hakkı ayakta tutun, hiçbir kimseye dini, mezhebi, milleti, ırkı, makam ve serveti dolayısıyla farklı mu­amele etmeyin, ananız, babanız, akrabalarınız, zengin, fakir kim olursa olsun adale­ti yerine getirin" şeklinde emir ve tavsiyelerde bulunmuştur. Aslolan hakkın hakim olması, adaletin eşit bir şekilde uygulanması, herkesin kanun önünde eşit olmasıdır. Yoksa hiçbir kimse, fıtraten herkesi sevemez ve zaten böyle de emredilmemiştir. Hakkaniyet ve adaletle muamele eden kim olursa olsun, hangi ırktan gelirse gelsin, hangi dine, mezhebe ve görüşe mensup olursa olsun insanlar tarafından saygı, sevgi ve hürmet görür. Demek ki, Müslümanların asıl yapması gereken husus, adaleti ha­kim kılmaya çalışmaları, herkese haklannı hak ettikleri ölçüde teslim etmeleri, hiç­bir kimsenin hakkına tecavüz etmemeleri ve birbirlerini sevmeleridir. Hak ve adalet olmadan zaten sevgi de hakim olmaz. İslam Dininde herkesi seveceksin diye bir emir ve kayıt yoktur.

Bu konuda bugün yanlış bir telakki ve yanlış bir düşünce ortaya koyulmak isten­mektedir. "İslam Dini sevgi dinidir" tabiri, "İslam’ı güzel anlatın, sevdirerek tebliğ edin, korkutarak sunmayın." şeklinde anlaşılabilir. İslam Peygamberinin "müjdele­yin, nefret ettirmeyin, zorlaştırmayın, kolaylaştırın” mesajını ise, "İslam Dini zorluk dini değildir. Herkese gücünün yettiği kadarı teklif yapılmıştır. Hiçbir kimseyi bu di­ni anlatırken ürkütmeyin, kaçırmayın, yumuşak ve nezaketle davranın" şeklinde de anlamak mümkündür. Yoksa bütün bunlardan herkesi, her önüne geleni, her işi ve fi­ili seveceksin anlamı asla çıkmaz. Kur’ân-ı Kerim’in bu konuda Müslümanlara ver­diği mesajlara bir göz atalım:

"Muhammed Allah’ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kafirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler..." (Fetih, 48/29).

Bu âyet, mü’minlerin birbirlerine karşı çok yumuşak, nazik, merhametli davran­malarının, sevgi, saygı ve şefkat göstermelerinin gereğine işaret eden bu âyet, aynı zamanda onlann kafirlere karşı zayıflık, yılgınlık, gevşeklik göstermeyeceklerine ve onlara karşı kararlı, tavizsiz ve güçlü davranacaklarına vurgu yapmaktadır.

Sevgi ve dostluğun sınırını tayin eden şu âyetin muhtevası oldukça önemli ve mü’minlerin ufkunu aydınlatmaktadır. "Allah’a ve âhir et gününe inanan bir toplu­mun, babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa Allah ve Resulüne düş­man olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, imanı yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir..." (Mücadele, 58/22).

Âyette, kesin ve açık bir ifade ile Allah ve âhiret gününe inananların Allah ve Resulüne karşı gelenlerle sevgi ve dostluk bağını kuramayacakları belirtilmektedir. Bu âyette insanın tabiî olarak en çok sevdiği babası, oğullan, kardeşleri ve akrabaları zikredilerek bunlann dahi Allah’a karşı düşmanlık beslemeleri halinde sevilmeyeceği ilan edilmektedir.

Elmalılı’nm bu âyetin tefsirindeki yorumu dikkate şayandır. "Allah’a ve âhiret gününe iman eden hiçbir kavmi, Allah’a ve Resulüne karşı düşmanlık eden kimseler­le sevişir bir halde bulamazsın. Öyle kimselerle sevişmek Allah’a ve âhirete imanın gerekleriyle taban tabana zıttır. Zira onlara o durumda dostluk yapmak küfre sevgi göstermektir. Çünkü Allah ve Resulüne düşmanlık etmek, küfrün en şiddetlisidir. Küf­re muhabbet ise, iman ile bir arada bulunmaz. yetin zahirî anlamı için bu mana da­ha uygundur. ”[65]

Anlamını sunacağımız şu âyetler, Müslümanlann, Müslüman olmayanlarla olan hareket tarzını açıklamaktadır. "Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurt­larınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı yasakla­maz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever." Allah, yalnız sizinle din uğrunda sava­şanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlara dost olursa işte zalimler onlardır." (Mümtehine, 60/8-9).

Her iki âyetin sunduğu prensipleri bir arada düşündüğümüzde, mü’minlerle din uğrunda savaşmayanlara, mü’minlere düşmanlık yapmayanlara, mü’minleri vatanlarından çıkarmayanlara, mü’minlerle iyi geçinenlere ve bu hususlarda mü’minler aley­hine birbirlerine yardımcı olmayanlara iyilik yapılmasına müsaade edilmiş olduğu­nu, onlara âdil davranılmasının istenildiğini anlamış oluruz. Görüldüğü gibi öncelik­le mü’minlerden istenilen adaletle davranmak ve iyilik yapmaktır. Yoksa onlan sevi­niz veya sevebilirsiniz, diye herhangi bir kayıtın olmadığı gibi bunu çağnştıracak bir telmih, bir işaret de yoktur. Hatta âyette yukarıda anlattığımız hususlara bağlı kalma­yanlarla dostluk kurulması yasaklanmıştır ki, bu önemli bir husustur.

Bu konuda pek çok âyet vardır. Ancak biz, aşağıda sunacağımız âyetle iktifa et­mek istiyoruz "Ey iman edenler! Eğer benim yolumda savaşmak ve rızamı kazanmak için çıkmışsanız, benim de düşmanım, sizinde düşmanınız olanlara sevgi göstererek, gizli muhabbet besleyerek onları dost edinmeyin. Oysa onlar, size gelen gerçeği in­kar etmişlerdir. Rabbiniz Allah’a inandığınızdan dolayı Peygamberi de sizi de yur­dunuzdan çıkarıyorlar..." (Mümtehine, 60/1)

Âyette geçen "adüvvî ve adüvveküm" lafızları, bana ve size düşmanlık edenleri dost yerine koymayın demektir. Allah düşmanı, Allah’a düşmanlık eden, O’nun dini­ni, hukukunu tanımayan, resûlü ile yanşa kalkışan ve Mücâdele Sûresinde yer alan "Allah’a ve Resulüne düşman olanlar, işte onlar en aşağıların arasındadırlar" (Mü­cadele, 58/20) âyetinde ve benzerlerinde halleri beyan edilen kâfirler, müşrikler ve zalimlerdir. Burada âyetin iniş sebebi hususi, yani Mekke müşrikleri olmakla bera­ber, mana umûmidir. Mü’minlerin buğzu, kendi özel kin ve hislerine göre değil, her şeyden önce Allah ve umumun menfaati için Allah düşmanlanna karşı olması, düş­manlığın ancak o ölçü ile ölçülüp, gerek nefret ve gerek sevgi hareketlerinde hak nok­tasından aynlmamak gereğine işaret için, sakınılması lazım olan düşmanların başında Allah düşmanlan, sonra da mü’minlerin düşmanları zikredilerek "benim düşmanımı da sizin düşmanınızı da dostlar edinmeyin, buyrulmuştur.”[66]

"Siz onlara sevgi besliyorsunuz" ifadesinde geçen "meveddet" kelimesi, muhab­bet ve sevgi demek olduğu gibi, bizim muhabbetnâme ve meveddetnâme diye de ifa­de ettiğimiz mektuba da denilir ki bu da, meveddetin gereğidir, yete bu anlam da ve­rilmiştir.[67]

Âyet, bütün mü’minlerin, inanmayanlara karşı sevgi bağı kurulmasını, sevgi gös­terilmesini ve bunlann gereği olan dostluk edinmeyi yasaklıyor. "Halbuki onlar, size gelen gerçeği inkar etmişlerdir” cümlesiyle onlara sevgi ve dostluk gösterilmemesinin sebebi anlatılıyor, yette mü’minlere şöyle bir mesaj sunulmaktadır "Ey mü’minler! Onlar, size gelen hakkı, yani, Allah Teâlâ tarafından size gönderilen gerçekleri, sizin hak dininizi ve onun kitabını inkar etmektedirler. Onlar bu hareketleriyle ne Al­lah’ın, ne de sizin haklarınızı tanımıyor, Allah’a ve mü’minlere düşmanlık ediyorlar. O halde onlara sevgi beslemeyiniz, onlarla dostluk kurmayınız."

Sunacağımız şu âyetlerde mü’minlere, neden ve niçin onlara sevgi gösterileme­yeceği ve onlarla dostluk kurulamayacağı, bu konuda başka bir izah ve yoruma ge­rek duyulmayacak şekilde kesin ve net olarak anlatılmaktadır.

"Ey iman edenler! Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar si­ze fenalık etmekten asla geri durmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Ger­çekten, kin ve düşmanlıktan ağızlarından (dökülen sözlerden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Eğer düşünüp an­lıyorsanız, âyetlerimizi size açıklamış bulunuyoruz. İşte siz öyle kimselersiniz ki. Onlar sizi sevmedikleri halde siz onları seversiniz. Siz bütün kitaplara ina­nırsınız; onlar ise, sizinle karşılaştıklarında "inandık" derler; kendi başlarına kaldıklarında da, size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırır­lar..." (Al-i tmran, 3/118-119)

İnananların ufkunu, önünü, zihin ve düşünce hayatını aydınlatan bu âyetler, mü’minlerin kendi dışında olan kimselerin; milletlerin, devletlerin karakterini anlat­maktadır. Bu evrensel bildiriyi anlatan Zât, bütün varlıkların, kâinatın, yerin göğün ve insanların sahibi ve yaratıcısı olan Allah Teâlâ’dır. İnsanın karakterini, ahlakını, iç ve dış dünyasını, zihin, düşünce ve hayal alemini en iyi ve mükemmel bilen onu ya­ratan Allah’tır. Ondan başka insanı hakkıyla bilecek, tarif edecek, anlatacak hiçbir kimse yoktur. İnsanı en iyi tanıyan O’dur. O halde O’nun böyle bir özelliğe, güce ve O’nun mutlak kadir olduğuna itikat eden mü’minlerin, bu âyetlerde sunulan İlahî me­sajın doğrultusunda hareket etmeleri zorunludur. Onlardan, mü’minleri sevmelerini, mü’minlere muhabbet duymalarını, müminlerin menfaatine uygun hareket etmeleri­ni, mü’minlerin barış ve huzur içerisinde yaşamalarını istemelerini, mü’minlerin kut­sal kitaplarına iman, saygı ve hürmet göstermelerini beklemek safdillik olur. Zaten böyle bir düşünce Kur’ân’ın beyanına, Kur’ân’ın sahibi olan Allah’ın tanıtımına ve tas­virine aykırı olur. Bugünkü Müslümanların bu gerçeği anlaması gerekir. Ama ne ya­zık ki bunu anladıklarını söylemek de oldukça zor gibi görünüyor.

Herkesin birbirini sevmesi fıtrata aykırıdır. Her insan, kendi akrabasını, kendi dindaşını, kendi ırkından olanı daha fazla sever. Dünya coğrafyasında yaşayan insan­ların davranışlarını tetkik ettiğimizde bu gerçeği görmemiz mümkündür. Dünyada bugün konuşulan sevgiden ziyade "insan hakları" dır. Önemli olan ve vazgeçilmeye­cek gerçek; herkesin hakkına saygılı ve hürmetkar olmak, hiçbir kimsenin hakkına tecavüz etmemektir. Zaten Kur’ân da bunu emretmekte ve tavsiye etmektedir.

Gerek kâfirler ve gerekse münafıklar (iki yüzlüler), inananları fesada ve zarara uğratmakta hiç kusur etmezler. Mü’minlere zahmet ve meşakkat veren şeylerden memnun olurlar. Mü’minlerin aleyhinde devamlı propaganda yaparlar. Ama mü’minler, öyle kimseler ki, kendilerinden başkalarını da severler. Herkesin iyiliğini ister, herkese iyiliksever davranır, sevgi gözüyle bakar, haklarını korur, kimseyi belaya sokmak istemezler. Fakat mü’min ve Müslüman olmayanlar, onlara karşı öyle değil­dir. Onlar, mü’mi’nleri sevmezler. Bunun böyle olmasının sebebi de Müslümanlann bütün kitaplara iman etmeleridir. Fakat onlar, öyle değillerdir. Mü’minlerin kitabına inanmazlar, küfrederler. Müslümanlann, Müslüman olmayanlara karşı bakışlan ve muameleleri mü’mine yakışır olduğu halde, Müslüman olmayanlann Müslümanlara bakış ve muameleleri daima zorunlu olarak kafirce olur. Bundan dolayıdır ki, hakiki bir Müslüman, herkesin işlerinin sırdaşı olmaya layık olduğu halde, Müslüman olma­yanlann Müslümanlara sırdaş olması, hem kendilerine, hem Müslümanlara zarardır. Netice olarak Müslüman’ın vicdanı temiz ve geniş, diğerleri ise dar ve bulaşıktır.[68]

Kur’ân’ın Müslümanlann, Müslüman olmayanlara karşı nasıl davranacağını, on­larla hangi şartlarda dostluk kurup kurmayacağını, Onları sevip sevemeyeceklerini anlatmaya çalıştık. Elbette bu konu, sadece bizim anlattıklarımızla sınırlı değildir. Çünkü bu mesele Kur’ân ve hadislerde geniş bir şekilde anlatılmıştır. Biz sadece bu mevzuda Kur’ân’ın temel düstûrunu, fikrini ve tutumunu anlatmaya, özetlemeye ça­lıştık. Böyle bir konuda bir ip ucu vermeye gayret ettik.



[1] Meydan Larousse, İstanbul, 1992. XVII. 548; Dictionnaire Larousse, İst. 1993-1994. VI. 2114.

[2] Kemal Demiray-Ruşen Alaylıoğlu, Ansiklopedik Türkçe Sözlük, Ankara, 1993. s. 579.

[3] Bkz. Muhammed Fuad Abdulbâki, Mu’cemû’l-Müfehres li Elfâzi’l-Kur’âni’l-Kerim. İst. s. 191-193.

[4] Rağıb el-lsfehânî. el-Müfredât fi Ğaribi’l-Kur’ân. Beyrut, ts. s. 105; Kadî Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vil, Beyrut, ts. (Mecmuatün mine’t-Tefasîr içinde). I, 237.

[5] Bakara. 2/190; Mâide. 5/87; A’raf, 7/55.

[6] Bakara. 2/76.

[7] Âl-i İmran, 3/22; Rûm, 30/45.

[8] Âl-i İmrân 3/57; 140; Şûra, 42/40.

[9] Nisa, 4/107.

[10] Nisâ, 4/36; Kasas, 28/77; Lokman, 31/18; Hadîd, 57/23.

[11] Nisâ 4/148

[12] Bakara, 2/205; Mâide, 5/64.

[13] En’ am, 6/141; A’raf, 7/31.

[14] Enfâl, 8/58. Hac, 22/38.

[15] Nahl, 16/23.

[16] Kasas, 28/76.

[17] Âl-i lmrân, 3/31.

[18] Maida, 5/57; Saf 60/4.

[19] Bakara, 2/195; Âl-i İmrân, 3/134. 147; Mâide, 5/13, 93.

[20] Âl-i İmrân, 3/76; Tevbe, 9/4,7.

[21] Bakara, 2/222; Tevbe, 9/108.

[22] Âl-i İmrân, 3/146.

[23] Mâide, 5/45; Hucürât, 49/9.

[24] Âl-i İmrân, 3/159.

[25] Bakara, 2/165; Âl-i İmrân, 3/31: Mâide, 5/57.

[26] Kıyamet, 75/20; İnsan, 76/27.

[27] Nur, 24/19.

[28] Tevbe, 9/23.

[29] Nahl, 16/107, İbrahim, 14/3.

[30] Fussilet, 41/17

[31] Fecr, 89/20; Âdiyât, 100/8.

[32] Yusuf, 12/30.

[33] Tevbe, 9/24.

[34] Isfehânî, s. 516; ayrıca bkz. Ferit Devellioğlu, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara, 1978, s. 759, 1373, 1383, 1386

[35] Hûd, 11/9; Bürûc, 85/14.

[36] Bkz. Fuad Abdulbâki, s. 747.

[37] Tâhâ, 19/96.

[38] Bkz. Buhârî, Bedü’l-halk, 6, Edeb, 41, Tevhid, 33; Müslim, Birr, 157; Tirmizî, Tefsir, sûre, 19; Mu-vatta, Şiir, 15; Ahmed b. Hanbel, II, 267, 341, 413, 480.

[39] Rûm, 30/21.

[40] Âl-i lmrân, 3/31.

[41] Bkz. Suat Yıldırım, Kur’ânda Ulûhiyyet, İstanbul, 1987. s. 161.

[42] Mahmut, Çamdibi, Din Eğitiminin Temel Meseleleri, İstanbul. 1994, s. 20.

[43] Mahmut, Çamdibi, s. 97.

[44] Bkz. Hûd, 11/90; Bürûc, 85/14.

[45] Bkz. Suat Yıldırım, Kur’ân’da Ulûhiyyet, İst. 1987. s. 159-160.

[46] Bkz. Suat Yıldırım, s. 160-161.

[47] Bkz. Suat Yıldırım, s. 161.

[48] Bkz. Suat Yıldırım, s. 164.

[49] Bkz. Suat Yıldırım, s. 165.

[50] Elmahlı, I, 572.

[51] Elmalılı, I, 572-573.

[52] Elmalılı, I, 573.

[53] Elmalılı, I, 574.

[54] Elmalılı, I, 579.

[55] Tirmizî Kıyâmet, 56; Ahmed b. Hanbel, I, 165, 167.

[56] Geniş bilgi için bkz. Kerim Buladı, Kur’ân’a Göre Nankörlük Kavramı, İs. 1999. s. 47-477 (basılma­mış tez).

[57] Bkz. Kerim Buladı, s. 475-476. 200.

[58] Coşkun Can Aktan, Türkiye Günlüğü, Ankara, 1997, sy. 46, s. 48.

[59] Coşkun Can Aktan, Türkiye Günlüğü, s. 49.

[60] Recep Kılıç. Hz. Pcygamber’in Hayatında Davranış Modelleri, Ankara, 1998. s. 48.

[61] Ebû Dâvûd Sünnet, 15; Tirmizî, Kıyamet, 60; Ahmed b. Hanbel, III. 438. -440.

[62] Ebû Dâvûd Sünnet, 3.

[63] Bkz. Müslim Bir, 38 Timıizî, Zühd 53; Ahmed b. Hanbel, V. 229, 239, 328, 341, 342, 343; Dârimî, Rikâk, 44; Muvatta. Şiir. 13.

[64] Bediuzzamuıı Said Nursî, Mektûbât, İst. 1991, s. 242-243.

[65] Elmalılı, VII, 4804.

[66] Elmalılı, VII, 4895.

[67] Elmalılı, VII. 4896.