Makale

Başyazı / İrfan Geleneğimiz

Başyazı

İrfan Geleneğimiz

Yüce dinimiz İslam, bir ‘ilim’ medeniyeti olduğu kadar, aynı zamanda bir ‘irfan’ medeniyetidir. Kur’an-ı Kerim’in bilgiyi ifade etmede bizlere sunduğu en temel iki kavram olan ‘ilim’ ve ‘irfan’ anlamına gelen ‘marifet’, birbirinden ayrı ve bağımsız olarak düşünülemez. İlimsiz bir irfan, tek başına bizleri maksada ulaştıramayacağı gibi, irfana dayanmayan bir ilim de her zaman eksik kalmaya mahkûmdur. Bu yüzden bilgimizin içselleştirilmesi, derunumuzda bir mana kazanması, hazmedilmesi, pratiğe aktarılması, kısaca ilmimizin irfana dönüşerek gönüllerimizi kemale erdirmesi gerekmektedir. Nitekim Rasul-i Erkem (s.a.s.)’in ‘Allah’ım faydasız ilimden sana sığınırım.’ (Nesai, İstiaze, 64.) hadisi, irfan geleneğimizde ‘İlim, ilim bilmektir. İlim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsin ya nice okumaktır?’ şeklinde karşılık bulmuştur. Maddenin kutsallaştırıldığı, mananın unutulmaya yüz tuttuğu, bilginin yegâne güç olarak görüldüğü içerisinde bulunduğumuz yirmi birinci yüzyılın şu günlerinde, eşyaya, maddeye ve bilgiye ibretli bir şekilde, basiretle bakmayı ön gören İslam irfanına olan ihtiyacımız her zamankinden daha fazladır.
Kur’an-ı Kerim ve hadislerde yer alan ‘ihsan’, ‘bâtın’, ‘basiret’, ‘firaset’, ‘yakin’, ‘hikmet’, ‘nur’ ve daha bir çok kavramı kendisine temel alan İslam irfanı, maddeden manaya, kabuktan öze, zahirden bâtına, hükümden hikmete ulaştırmayı hedeflemektedir. Bu yüce değerlere ulaşmanın öncelikli şartı kişinin kendini bilmesi, tanımasıdır. Amellerini ve şeytanı bilmekle, nefsini tanımaya başlayan insan, ilim ve amel arasında kuracağı bağlarla irfanın en yüce mertebesi olan marifetullaha adım atar. Öte yandan irfana talip olan arif, insanın hakikati, ruh, varlık ve âlem hakkındaki tasavvur ve tefekkürüyle de bu yüce gayeye ulaşmayı arzular.
Bir beşer olan insanın idrak sistemi, bir takım hakikatleri zahiri duyular yoluyla, bazı hakikatleri bâtıni duyular yoluyla, diğer bazı hakikatleri ise basiret kuvvetiyle kavrar. Evvela kalbin bir eylemi olan iman, marifetin konusudur. Allah’ı sevmek, O’na karşı samimi olmak, O’na tevekkül edip, ümidini O’na bağlamak ve O’na yönelmek gibi eylemlerimizin hepsi kalbe özgü hâller olması dolayısıyla ilm-i irfanın konusunu teşkil eder. Öte yandan ibadet, amel, ahlak ve edebin hakikati de irfana ihtiyaç duyar. Nasıl ki, ibadi ve içtimai hayatımızın zahiri, şeklî boyutunu fıkıh ilmi tanzim etmişse, kalbî, manevi ve hikmet boyutunu irfan geleneğimiz üstlenmiştir. İrfanla ibadet ve amellerimiz birer donuk kural ve kaide olmaktan çıkar, ‘muhabbet’, ‘huzur-u kalp’, ‘tefehhüm’, ‘tazim’, ‘reca’, ‘ümit’ ve ‘ihlas’ ile kalplerimizin derinliklerine işler. ‘İrfan’ ve ‘marifet’, nefsin eğitilmesinin, ruhun arındırılmasının yanında toplumda barış, sükûnet, gönül birliği ve huzuru sağlayan önemli bir amil olmuştur. Nitekim kişilik inşa etmede model olma görevini üstlenerek Hz. Peygamber (s.a.s.)’in ‘üsve-i hasene’ misyonunu yerine getirmeye çalışan Hoca Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Mevlana Celaleddin Rumi, Hacı Bektaş-ı Veli ve daha pek çok irfan mektebinin yetiştirdiği gönül erleri, yaşadıkları toplumlarda örnekliğin, muhabbetin, kardeşliğin, hoşgörünün, birlik ve beraberliğin sembolü olmuşlardır.
Ehliirfan, farklı dindarlık aşamalarını ifade etmek için ‘şeriat’, ‘tarikat’, ‘hakikat’ ve ‘marifet’ şeklinde dörtlü bir taksimde bulunmuştur. Bunlardan ‘tarikat’, ‘hakikat’ ve ‘marifet’, şeriata alternatif olarak düşünülmemiş, tam aksine şeriat çerçevesinde ilm-i bâtının kemale doğru giden aşamalarını temsil etmiştir. Arifler bu hakikati, “Veli yeni bir şeriat getirmez. Ancak Kitap ve sünnet hakkında daha önce hiç kimsenin bilmediği yeni bir anlayış getirir.” şeklinde ifade etmişlerdir. Bu yeni anlayışın insanlara ulaştırılmasını Hz. Peygamber (s.a.s.)’in bir sünneti olarak telakki eden arifler, Kur’an ve sünneti farklı bir bakış açısıyla, hikmet nuruyla anlama ve yorumlamayla baş başa kalmış, bu anlama ve yorumlamadan elde edilen anlayış, ariflere hem kendi gönüllerini, hem de başkalarının gönüllerini aydınlatma gibi bir sorumluluk yüklemiştir.
Kur’an-ı Kerim’de “Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.” (Şems, 91/9.) fermanıyla yegâne kurtuluş yolu olarak “nefis tezkiyesi” gösterilmiş, “Ey huzur içinde olan nefis! Sen O’ndan razı O da senden razı olarak Rabbine dön.” (Fecr, 89/27-28.) ayetiyle de nefisten eşyanın tabiatında hâsıl olan bilgiyle değil, letaif cinsinden en deruni ve sırlı bilgileri özümseyerek ilahî hoşnutluğa erişmesi istenmiştir. “…O’na ruhumdan üfledim…” (Hicr, 15/29.) ayetinde varlığın en mükemmeli ve Allah’ın halifesi olan insanın tabiatı konusunda ‘nefha-i ilahî’ meselesini gündeme getiren Kur’an-ı Kerim’in daha pek çok ayeti, kalbi, ilahî nurun yansıdığı bir ayna olarak gören, nefsani arzuları dizginleyerek ruhu inkişaf ettirmeye çalışan irfan geleneğimizi şekillendirmiştir.
Rasul-i Erkem (s.a.s.)’in hayatı, sünneti, sözleri, yaşadığı hâller, ilahî coşku ve heyecanı da irfani işaretlerle doludur. Nitekim peygamberliğine yakın yıllarda uzlet, inziva, düşünceye dalma gibi hâlleriyle ‘afak’ta ve ‘enfüs’te yüce yaratıcının delillerini araştırması, sadece bu aşamada kalmayıp, peygamberlik görevini aldıktan sonra topluma yönelerek, gönderildikleri toplumların kalplerini mamur hâle getirmekle görevli tüm peygamberler gibi, Allah’tan aldığı hakikatleri insanlara iletmek için talim, terbiye ve tezkiye görevini üstlenmesi, nefsin hakkını ihlal etmeden yaşadığı mutedil züht hayatı ve Cibril hadisinde ‘ihsan’ı, “Allah’ı görüyormuşçasına kulluk etmendir. Her ne kadar sen onu görmüyorsan da O seni görüyor.” (Buhari, İman, 37.) şeklinde tanımlaması, irfan geleneğimizin temel referanslarından sadece birkaç tanesidir.
Netice itibarıyla, manevi ve ilahî hakikatleri tadarak elde edilen bilginin adı olan irfan, müminlerin ‘maddi’ ve ‘manevi’, ‘zahir’ ve ‘bâtın’ hayatında basamaklarını tırmandığı bir ilerleme, yükselme ve arınma yolu, kemale açılan kapısıdır. İrfanla nefsini tanıyan insan, bir taraftan Allah’a, diğer taraftan insanlara yaklaşır. İslam’ın irfanı, Müslümanların ayetlerini okuduğu, üzerinde tefekkür ederek gereklerini yerine getirdiği Kur’an-ı Kerim’den ve en güzel örnek olarak model aldıkları Hz. Peygamber (s.a.s.)’den kaynaklanıp neşvünema bulan irfandır.