Makale

İSLAM AİLESİ Mahiyeti ve Yapısı


İSLAM AİLESİ
Mahiyeti ve Yapısı

Doç. Dr. Musa K. YILMAZ
Din İşleri Yüksek Krl. Uzmanı

GİRİŞ :

İNSAN SOSYAL VE TOPLUMSAL BİR VARLIKTIR

İnsan yaratılışı itibariyle sosyal ve toplumsal bir varlıktır, in­sanı sosyalleştiren “medeni-i bir tab” (tabiatı itibariyle medeni) olu­şudur. Allah insanı medeni bir hayat sürmeye müsait bir fıtratta ya- yaratmıştır. Kur’an’ın ifadesiyle, insanın ahsen-i takvimde yaratıl­mış olmasının(1) bir ayrıcalık ifade ettiği göz önünde bulundurulur­sa, diğer mahlûkatın aksine doğuştan İçtimaî bir varlık olduğu an­laşılacaktır.

a — Yaratılışı itibariyle sosyaldir : Allah yarattığı her şeyi, dünyada kalacağı süre içinde üstleneceği görevleri yerine getirecek şekilde cihaz ve aletlerle teçhiz etmiştir. “Bizim Rabbimiz her şeyin hilkatini veren sonra da hidayete yönetendir. ”(2) ve ‘Yaratıp düze­ne koyan, plânlayıp yol gösteren... Rabbinin adını teşbih et.” (3) ayetleri, her mahlûka, hayatiyetlerini ve nesillerini idame ettirecek ka­biliyetler verildiğini ifade eder. Gerçekten de şuurlu şuursuz her mahlûk fıtri olarak kendisine ihsan edilen bazı yetenekler vasatisiyle hayatını devam ettiriyor ve neslinin bekasına çalışıyor. Ancak in­san bütün mahlûkattan farklı olarak genel anlamda “iyi ve kötü’’ gibi kavratılan idrak edecek kabiliyette yaratılmıştır.

İnsanı mükerrem olarak yaratan Allah(4), yapması ve yapma­ması gereken şeyleri de insan nefsine ilham etmiştir. (5) Böyle çok yönlü bir kabiliyet taşıyan ve başka mahlûkları kendisine hizmet ettiren insan, cansız ve canlılardan istifade etmektedir. İnsana ve­rilen bu “hükmetme” kabiliyeti, insanı hemcinslerinden de istifade etmeye sevk edince bir yardımlaşma ve sosyal adalet kavramı zo­runlu olarak ortaya çıkmaktadır. Yardımlaşma ve sosyal adaleti temin etmenin tek yolu ise bir arada yaşamak arzusudur.

İnsanın İçtimaî bir hayat yaşamak istemesi sadece his ve ar­zudan gelen bir ihtiyaç da değil. En ilkel şekilden en gelişmiş şekle kadar maddi hayatın her safhasında, İçtimaî yaşayış yoluyla İçti­maî münasebetler kurmak her. insan İçin ihtiyacın da ötesinde bir zorunluluktur. (6)

b — Bir Arada Yaşamak Arzusu Açısından : Buraya kadar anlattıklarımızı göz önünde bulundurduktan sonra şunu söylemek mümkündür : insanın fıtratı medenidir, insan hemcinslerini düşün­mek mecburiyetindedir. Sadece nefsini düşünen bir insan, insanlık­tan uzaktır, insan hayvan gibi bir posta kanaat edemez. Tek ba­şına yaşayamayan insan, başkalarıyla düzenli bir hayat yaşamak zorundadır. İnsanın yediği ekmekte kaç kişinin emeğinin bulundu­ğu, giydiği elbisenin kaç tezgahtan geçtiği düşünüldüğü zaman in­sanın toplumsal bir hayatın üyesi olması gerektiği hususu açıkça anlaşılacaktır.

Öte yandan insandaki biyolojik yapı da sosyal hayat ve İnsanî zümreleşmenin sebeplerindendir. Konuyu üç açıdan izah etmek müm­kündür : ’

1 — İnsandaki Beslenme İhtiyacı: İnsanın gıda İhtiyacının ve diğer hayati ihtiyaçlarının tamamen giderilmesi fert düzeyinde hal­ledilecek bir iş değildir. Bu ihtiyaçların işbirliği ve iş bölümü sıra­sında yürüyen teşebbüsler vasıtasıyla daha kolay temin edildiği hu­susu bilinen bir gerçektir.

2 — İnsandaki Tabii Korunma İhtiyacı: Özellikle ilk çağ in­sanlarındaki korunma temayülü insanlar, arası dayanışma ve işbir­liğinin temel nedenlerinden biri olmuştur.

3 — Nesil Üretme İsteği: İnsanda fıtri olarak bir nesil üretme dilek ve temayülü bulunmaktadır. İnsan nev’inin bekasını temin et­mek maksadıyla meydana gelen birleşmelerin bir takım kurallara bağlanması, daha büyük çaptaki gruplaşmalara temel oluşturmak­tadır. (7)

Ruh, akıl, kalp ve nefis gibi cevherlerden meydana gelen insa­nın .benliği de toplum içinde bulunmayı şiddetle arzu eder, insan fıtratındaki takdir edilmek duygusu sosyal hayatta çok önemli rol oynar. Sosyal hayatın herhangi bir kesiminde çalışan birisi, şu ve­ya bu şekilde takdir edilmesini arzu eder. Bu duygu ve düşüncenin zedelenmesi bir takım aşağılık kompleksinin doğmasına sebep olur. (s)

Görülüyor ki, insan şu veya bu nedenlerle toplum içinde ya­şamaya mecbur bir varlık olması onu bir takım gruplaşmalara gö­türmektedir. Kur’an’da, erkek ve kadın olarak yaratılan insanların millet ve kabile guruplarına ayrıldığı ifade edilmiştir. (9) Bu gruplaşma ve zümreleşmenin temelinde daha iyi tanışma, daha iyi sos­yal münasebetler kurma ve daha iyi yardımlaşma gibi esaslar bu­lunmaktadır(10)

4 — Aile Gurubunu Oluşturmak Açısından ; Toplumun bünyesin­de kast, tabaka, sınıf, kabile ve millet gibi zümrelerin yanında AİLE gibi nispeten az sayıdaki fertleri içinde toplayan hayatî züm­reler de bulunmaktadır. Küçük olmasına rağmen çok önemli ve kutsal bir kuruluş olan ailenin, tarih boyunca değişik safhalara uğ­radığı bilinen bir gerçektir. Ne var ki, sosyologların iddia ettiği gibi aile biçimleri insan içgüdüsü sonucu ve tesadüfi olarak mey­dana gelmiş değildir. (11) Zira ilk insan olan Hz. Âdem’in aynı za­manda peygamber olduğu ve kendisine bütün eşya isimlerinin öğre­tildiği (12) göz önünde bulundurulduğu zaman çok şey değişecektir, tik insan aynı zamanda bir peygamber olduğuna göre (13) denebilir ki, ilk ailenin temeli Hz. Âdem ile eşi Hava’nın yeryüzüne indirilmesiyle(14) birlikte atılmıştır.

Hz. Âdem, Allah’a muhatap olmuş bir peygamber olduğuna göre(15), kendisine eşyanın isimleri yanında, kadın ve erkeğin bir­birine karşı olan haklan ve ebeveynin çocuklara karşı olan sorum­lulukları da anlatılmış olmalıdır. Nitekim Kur’an’da Hz. Âdem ile Havva’nın kıssasından bahsedildiği gibi ailenin tabiî bireylerinden olan çocuklardan da söz edilmektedir.

Hz. Âdem’in iki oğlu arasında geçen olaylar anlatılırken, çocuk­lardan birisinin kıskançlıktan ötürü ailede gördüğü terbiyeye aykırı davranarak kardeşini öldürmesine dikkat çekilmektedir. Katil olan çocuğun "Ben seni öldüreceğim.” sözüne karşı maktulün “Ant olsun ki, sen Öldürmek için elini uzatsan bile ben sana Öldürmek için el uzatacak değilim. Ben âlemlerin rabbi olan Allah’tan korkuyo­rum.” (16) demesi, ilk ailede uygulanan terbiyenin İlâhî bir terbiye olduğunu göstermektedir.

Ayette (Maide, 27, 28) Öldürülen kardeşin bilgin ve muttaki {Allah’tan korkan) bir şahıs olarak zikredilmesi,(17) aile bireyleri

olarak çocukların çok ciddi bir terbiyeden geçtiklerine İşaret sayı­labilir. Gerek katil gerek maktul ailede aynı temel terbiyeyi gör­müşlerdi. Ancak katil olan kardeşin nefsi, onu öldürmeye itti. (18) Şu halde insanların kendiliklerinden meydana gelip aile oldukları ve ilk insanların ciddi bir aile terbiyesi olmadığı şeklindeki düşün­celer varsayımdan başka bir şey değildir.

Bir insan için toplumsal hayat yaşamının temel sebebi, yara­tılışın gayesine uygun olarak sorumluluğunu yerine getirebilmesidir. İnsanı yaratan Allah onun asgari olarak nasıl yaşaması gerektiği­ni de fıtratına derç etmiştir.(19) Fakat ideal düzeydeki yaşama bi­çimi daima peygamberler eliyle insanlığa sunulmuştur. Pey­gamberleri dinleyen insanlar ilkellikten kurtuldukları gibi uy­garlığın gelişmesine de hizmet etmişlerdir. Fakat peygamber­leri dinlemeyenler daima doğru yolu .bulmakta güçlük çektikleri gibi yeryüzünde fesat ve anarşi çıkararak insanlığın rahatını kaçır­mış ve kurulan uygarlıklara zarar vermişlerdir. “Nihayet onların peşinden öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı (insanın Allah’a karşı yapmakla yükümlü olduğu kulluk görevini) bıraktılar; nefislerinin arzularına uydular. Bu yüzden ileride azgınlıklarının cezasını çeke­cekler.” (20) âyeti bu mânaya işaret etmektedir Bugün vahyi dinle­meyen toplumlarda, en ilkel topluluklardan bile beklenmeyen barbar­lıklar görülmektedir.

5 — Din İhtiyacı Açısından : İnsanın bu dünyaya gönderilme­sinin asıl sebebi kainatın yaratıcısı olan Allah’ı tanımak ve ona kul­luk yapmaktır. Yaratılışı itibariyle daimî bir hayat ve sürekli bir mutluluk isteyen, sonsuz emelleri ve sayısız üzüntü kaynakları bu­lunan insan için, ebedi mutluluğun kaynağı olan Allah’ı bilmek ve ona kulluk yapmaktan daha büyük bir gaye olamaz. İnsanın bir dine bağlılık ihtiyacının yaratılıştan geldiği hususu genellikle bütün bi­lim adamları tarafından da kabul edilir. Bir diğer ifadeyle, insanın cinsiz yaşamayacağı gerçeği vakıa olarak kabul edilmiştir.

I — AİLENİN TOPLUMDAKİ YERİ :

Aile, karı, koca ve çocuklardan meydana gelen ve yaratılıştan gelen bağlar üzerine kurulan küçük fakat sosyal bir topluluktur. İnsanlığın ilk temeli ailedir. Çünkü insanın başlıca karakter ve özellikleri burada şekillenir. Bu itibarla aile küçük olmasına rağmen toplumun çekirdeğini oluşturmaktadır. Aile sadece insanlığın değil, uygarlığın da ilk kaynağıdır.

Aile deyince, iki insanın cinsel arzularla bir araya gelmesi ve bunun sonucunda biyolojik bir takım olayların ortaya çıkması anlaşılmamalıdır. Zira Milattan binlerce yıl önce bile insanlar bugünkünün aynı sayılabilecek şekilde bir araya geldiklerinden, cinsel yaklaşım kendi haliyle enteresan değildir. Gerçi ailenin özel karakteri olarak ilk hatıra gelen şey ailenin cinsel fonksiyonudur. Zira karı ve koca arasında bu türden bir dayanışma da bulunmaktadır. Bununla beraber cinsel fonksiyonu, aileye vücut veren tek sebep olarak görmek yanlıştır. Çünkü dinî bağları zayıf olan bugünkü modern ailede bile, cinsel fonksiyonun herhangi bir sebeple yok olması veya yerine getirilememesi, aileyi ortadan kaldıran bir sebep değildir. Cinsi yakınlık aile kurumunun tek sebebi olmadığı gibi, herhangi bir maksatla bir arada yaşama da aileyi oluşturmaz. Bu itibarla denebilir ki, aile manevi ve ahlâkî bağları çok sağlam, aynı «amanda kutsal olan bir kurumdur.

II — AİLENİN MAHİYETİ VE GEREKLİLİĞİ :

Kur’ân-ı Kerîm’de "Ey insanlar, doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık." (21) buyrulmaktadır. Temelde bir kadınla bir erkekten oluşan ve dünya hayatının ana mihveri olan aile, insanlar aracındaki tanışmanın ilk aşamasıdır. Sosyal bir varlık olan insanın bir de kişisel hayatı vardır. Yemek, içmek, uyumak v.s. Bütün bunlar insanın tek başına yapabileceği şeylerdir. Kuşkusuz bir kadınla birlikte olmak da bir ihtiyaçtır. Ancak bu ihtiyacı gidermek için insan özel bir çevreye muhtaçtır. Bu çevre de ailedir. Aile çevresi oluşmayınca en ilkel toplumdan en modern toplumlara kadar tüm bekâr insanların pansiyon ve yakın akrabalar yanında oturmak gibi tabii olmayan çevrelerde hayatlarını sürdürecekleri muhakkaktır.

"Kaynaşmanız için size kendi cinsinizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi de onun varlığının ayetlerindendir. Doğrusu bunda iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır." ( a ) âyeti, aile muhitinin insanın ruh sağlığı için ne kadar gerekli olduğunu açıkça ifade etmektedir. Ruhi sükunet bulmak, huzura kavuşmak ve kaynaşmak için, bir kadınla bir erkeğin aile olmak üzere bir araya gelmeye karar vermeleri gerekir. Çünkü gerek erkek, gerek kadın tam anlamıyla kendi kendilerine yeterli değillerdir. Her birisinin kendi çapında bir takım eksiklikleri bulunmaktadır. Bu eksiklikleri gidermenin tek yolu aileyi kurmaktır. İnsanlığın fıtri seyri bu şekildedir. Her eksik kemale ermeye ve her muhtaç ihtiyacını gidermeye fıtraten meyilli olduğu nazara alınırsa, aile kurmanın fıtri lüzumu daha iyi anlaşılacaktır. (23)

Aile kurmanın maddi ve manevi birçok gerekli sebepleri vardır. Bunları şu şekilde özetlemek mümkündür :

1 — Aile Hayatı Dünyevi Mutluluk İçin Bir Cennet, Bir Melce ve Bir Kaledir : Daha evvel de ifade ettiğimiz gibi bir erkekle bir kadının karşılıklı ihtiyaçla cinsî temastan ibaret değildir. Kadınla erkek ayrı ayrı iki cins olmaktan çok, aynı şahsiyetin iki ayrı elemanlarına benzerler. (24) "Kadınlar erkeklerin kardeşleridirler." (25) hadisi de erkekle kadının bir bütünün iki parçası olduğunu ifade eder. .Ahsen-i takvimde yaratılan insanın meydana gelmesine sebep olan anne ve babadır. Bu itibarla aile olmak üzere iki insanın birleşmelerinde daima sırlı bir durum sezilmektedir. Kur’an’ın "aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi..." (26) ifadesinden anlaşılacağı gibi, erkekle kadın arasındaki sevgiyi yaratan Allah’tır. O halde sevgiyi aile dışında aramak abestir. Kadın ya da kocadan herhangi birisi kendisini zayıf hissettiği an, sığınabileceği tek kale vardır; o da ailedir.

2 — Aile Küçük Bir Dünyadır : Ekonomik, politik ve iş hayatı gibi önemli kesitler, sosyal hayatımızın sadece bir kısmını oluşturur, özellikle ekonomik sahada birçok devrimler gerçekleştirmiş bulunan bugünkü insanı göz önüne alırsak, aile dışında geçen sosyal hayatının, normal hayatının yarısını bile oluşturmadığını görürüz. Bu elemektir ki, evlenmeyen ve bir aile hayatına sahip olmayan yetişkin bir insan, yarı hayatını boş geğirmeye mahkûmdur. Yalnızlığın ne kadar sıkıntı verici olduğunu biliyoruz. Yalnızlık yüzünden intihar edenlerin sayısı az değildir. Tek başına yaşa- (23) Tabatabai, el-Mizan, XVI, 166. (24) İsmail Hakkı, Baltacıoğlu, Sosyoloji, s. 305, İstanbul, 1939. (25) Tirmizî, Sünen, Taharet, 82, İbni Hanbel, Müsned, VI, 296. (26) Rum, 21. 43 yan bir insan, yalnızlık sıkıntısından kurtulmak için fıtri olmayan gayri meşru yollara başvuracaktır. Bu ilişkiler onu kısa bir süre için yalnızlık sıkıntısından kurtarsa bile maruz kaldığı ruhi yalnızlıktan kurtaramaz. Buna karşılık aile kurumu insanın ruhi hayatına en yakın sosyal çevreyi meydana getirmek suretiyle insanı yalnızlıktan, neşesizlikten ve her türlü manevi sıkıntıdan kurtarmaktadır. Bu itibarla her insanın evi kendisine has küçük bir dünyadır.

3 — Aile Mutluluğu, Ebedi Bir Beraberlik İnancına Bağlıdır : İnsan hayatı birçok tehlikelere maruzdur. Vücut ve ruh sağlığını birlikte temin etmek için maddi ve manevi tehlikelerden uzak bir muhitte yaşamalıyız. Bizi anlayacak, teselli edecek ve bizim yaralarımızı saracak birisine her zaman muhtacız. Bir başka deyimle, insanı en çok mutlu eden olay, kalbine karşı bir kalbin bulunduğunu hissetmesidir. Samimiyetine inandığımız kalp sahibi böyle bir kimse çoğu kez sadık bir eştir.

Bir aile ortaklığını oluşturmak için her zaman bir eş bulunabilir. Ancak ortaklığın sağlıklı bir biçimde devam edebilmesi, karşılıklı sevgi, saygı, şefkat ve fedakârlığa bağlıdır. Bu değerlerin var olabilmesi için bir kadınla, sırf cinsel duygularla bir araya gelmek yeterli değildir. Her şeyden önce gerçek bir hürmet ve samimi bir saygı ebedi bir arkadaşlık inancıyla mümkün olabilir. Bu itibarla herkes eşini, ünsiyet verici Allah’ın tatlı bir hediyesi olarak kabul etmeli ve ona göre sevmelidir. Eşler birbirinin çabuk bozulan güzel şekillerine bağlanmamalıdır.

Kuşkusuz bir eşin en cazip ve en tatlı güzelliği kadınlığa mahsus bir nezaket içindeki davranışlarıdır.. Bir diğer ifadeyle, kadının vereceği en kıymetli ve en eskimez güzellikleri ciddi, samimi ve karşılıksız olan şefkatleridir. Çünkü güzel davranışlar ve samimi şefkat, ömrünün sonuna kadar artarak devam eden özelliklerdir. Eşler birbirine haklarını, ancak bu manevi yönlerine yönelik sevgileriyle ödemiş sayılabilirler. Eğer sonsuz bir beraberlik ve ebedi bir arkadaşlık düşüncesi ve inancı eşler arasındaki sevgi ve saygının temelini oluşturmazsa, maddi güzelliğin sona ermesiyle en çok sevgi ve saygıya muhtaç oldukları bir dönemde eşler haklarını kaybederler.

Görülüyor ki, ailenin iki temel üyesi olan karı-koca arasındaki sevgi iki türlüdür. Birincisi, hakiki ve samimi, ikincisi, maddî ve cinsel. İslâmiyet hakiki ve samimi sevginin oluşmasını sağlamak 44 İçin birçok tedbir almıştır. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) evlenmek isteyenlere eş seçimi sırasında söylediği "Dindar olan kadını tercih et, mutlu olursun." şeklindeki tavsiyesi (27) bu tedbirlerin başında zikredilebilir.

4 — Aileyi Huzur Getiren ve Canlılık Kazandıran İmandır : Çünkü aile maddi münasebetlerden çok manevi unsurların hakim olduğu bir müessesedir. Bunların başında da iman gelir. Bu açıdan denebilir ki, insanın özellikle de Müslümanın huzur bulduğu biricik sığınağı aile yuvasıdır. Dikkat edilirse eğer Allah’a ve ahiret gününe iman aileye hakim olmazsa aile fertlerinin her biri, şefkat, sevgi, saygı ve aileye olan bağları oranında endişe içinde yaşarlar. Cennet olan aile hayatı zaman zaman cehenneme dönmeye mahkûm olur. Bu cehennemi hayatı yaşamak istemeyen karı, koca ve çocuklar geçici ve gayr-i meşru eğlencelerle kendilerini avutmaya çalışırlar. Bu itibarla iman mefhumunun hakim olmadığı bir aile için daima maddî ve manevi huzursuzluk sebepleri bulunmaktadır. (a ).

III — AİLENİN YAPISI :

Sosyoloji ilmi ailenin ilkel şekli olan klan tipi ailelerden günümüz modern ailesine kadar birçok aile tipini sıralamaktadır. Babanın hakim olduğu aile tipi, ananın hakim olduğu aile tipi, patriyarkal aile (Roma ailesi) vs.(29) Ancak bunların hiçbirisi İslâm’ın ortaya koyduğu aile tipi değildir. Şöyleki. : Genelde aile yapısının muhtevası büyüklük ve küçüklüğe göre tayin edilmektedir. Bu açıdan aile yapısı iki şekilde izah edilebilir: Bunlardan birisi "dar aile" ya da "çekirdek aile" kavramıdır. Bu aile tipi sadece karı, koca ve evlenmemiş çocuklardan meydana gelen küçük bir topluluktur. Modern aile dediğimiz bugünün ailesi böyledir. Bu aile anlayışına göre, az önce isimleri sıralanan aile bireyleri dışımdaki hısım ve akrabaların aile fertleri arasına alınması düşünülemez. İkinci tip aile ise, geniş aile tipidir. Bu ailede karı, koca ve çocukların yanında büyük anne, büyük baba ve yakın hısımlar aile bütünlüğü içinde kabul edilir.

Para ekonomisi, endüstri devrimi, modern teknoloji ve büyük şehirlerin doğuşu gibi çeşitli faktörlerin tesiriyle geniş ailenin durumu esaslı bir şekilde sarsılmıştır. Bununla beraber yine de günümüzde modern aileye tepki olarak varlığını sürdüren geniş aile tipleri dünyanın her yerinde bulunmaktadır. Aileyi fert sayısı bakımından ve maddi olarak ele alan izah ışığında İslami aileye baktığımızda ikinci tip aileye (geniş aile) daha çok benzediğini görüyoruz. Ahmet Hamdi Akseki Hoca’nın aile ile ilgili "Ailenin azalarını, karı koca, ana-baba, çocuklar, hısım ve akrabalar teşkil ederler." (30) şeklindeki sözü de bu görüşü teyit eder.

Aile için yapılan başka bir tarifte ise, "Aile, dar manada, bir çatı altında yaşayarak mukadderatını birleştirmiş eşlerle çocukları; geniş manada, kan bağı ile birbirine bağlı olan kimseleri ifade eder." denilmiştir. (31) Bununla beraber islimi aile, biçim ve işleyiş açısından ne çekirdek ne de geniş aile tipidir. Bunun bazı sebepleri vardır :

1 — İslâm Aile Mutlaka Çekirdek Bir Aile Tipi Değildir : Her şeyden önce, İslâm’ın zaruret halinde kabul ettiği birden fazla evlilik durumunda çekirdek aileden söz etmek oldukça zordur. Diğer taraftan, tek kadınla evlilik durumunda bile eşlerle çocuklardan meydana gelen çekirdek aile sağa sola dağılmış bulunan çok sayıda akraba ile yakın bir ilişki içindedir. Çünkü bir Müslüman için "aile" kavramı çoğu kez bu çekirdekten daha fazla bir anlam taşır. (32) Kur’ân evrensel olarak ebeveynlerin ve diğer akrabaların hakları üzerinde durur. On altı ayet, yakın akrabaya iyilik yapmayı emretmektedir. (33) Söz konusu ayetlerde geçen "el-kurbâ", ’zi’1-Kurbâ" (yakın akraba) deyimi, amca, teyze ve halayı içine almaktadır.

2 — İslâmî Aile Geniş Bir Aile Tipi de Değildir : Zira İslam’da din, aile dahil olmak üzere her şeyden önce gelir. İslâm’ın emirleriyle çatışması halinde aile bireyleri tüm ilişkilerini koparmayı göze almalıdırlar. Örneğin, eşlerden birisi istidat edecek (dinden çıkacak) olursa, ya da eşlerden biri İslâm dinine girer de diğeri eski dininde kalırsa (kafir-müşrik olarak yaşamaya devam ederse), evlilik geçersiz olur.(34) İslâm tarihi, dinini yaşamak için en yakın aile çevresini terk eden birçok müslümanın hayat hikayeleriyle doludur.

Kur’an’da "kâfir kadınları nikâhınızda tutmayınız" (35) buyruluyor. Böylece müşrik kadınlarla hayat sürmek yasaklanmıştır. Hudeybiye Antlaşmasıyla ortaya çıkan yeni durumu tanzim eden bu ayete göre, müslümanlara sığman mümin kadınlar müşriklere iade edilmeyecek, kendilerine yeni esaslar uygulanacaktı. Bilindiği gibi Hudeybiye Antlaşmasında müslümanların aleyhine işleyen bir madde bulunmaktaydı. Buna göre, kafirlerden müslümanlara iltica eden müminler onlara iade edilecekti. Bu ayet, iade edilecek olanların mümin erkekler olduğunu, mümin kadınların, kafirlerin nikâhlarında kalmaları söz konusu olmadığı için anlaşma kapsamına girmediklerini açıklamış oluyordu. (36) Rivayete göre bu ayet nazil olunca Hz. Ömer, nikâhı altındaki iki müşrik kadını boşamıştır. Bunlardan birisi Muaviye b. Ebi Süfyan’a, diğeri ise Süfyan b. Ümeyye’ye gitmişti^37)

3 — İslami ailenin, bir asra yakın zamandan beri batıda ortaya çıkan ve gittikçe gelişen modern aile tipinden etkilenmediğini söylemek imkansızdır. Fakat İslam’a bağlılığın tabiî bir sonucu olarak İslâm ülkelerinde bulunan İslâmî aile yapısının halâ küçümsenmeyecek derecede var olduğu bilinen bir gerçektir. Zira, Anne, baba, çocuklar, büyük baba ve anne gibi kalabalık bir nüfusu himaye eden İslami aile yapısı, dağılması imkansız bir bütünlük arz etmektedir. O kadar ki, İslâm’a göre teyze bile anne gibi kabul edilmiştir. (38) İslâmî aile çok geniş olmayan fakat çekirdek olacak kadar da dar olmayan bir aile tipidir. Ailede önemli olan, bireylerin birbirine karşı sorumluluklarını müdrik olmalarıdır. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) "Hepiniz çobansınız ve maiyetiniz altındaki sürüden sorumlusunuz(39) şeklindeki sözleri, ailede yer alan herkese konumuyla orantılı bir sorumluluk yüklemektedir. Baba bir çoban olduğu gibi anne de bir çobandır. Her birey kendi çapında sorumluluk taşımaktadır. Bu nokta göz önünde bulundurulduğu zaman aile fertleri arasında,

sorumluluklarıyla orantılı olarak yardımlaşma da söz konusu olacağı için ailedeki hacim ölçüsünün ’büyük önem taşıyacağı görülecektir. Bu itibarla denebilir ki, îslâmm tesbit ettiği aile çevresinin genişliği gerçekçi bir anlayışa dayanmaktadır.

IV — AİLENİN KURULUŞUNDAKİ SIRLAR :

1 — Evlilik :

İslâm toplumunun temeli ailedir. Ailenin temel bireyleri de karı- kocadır. Çocuklar ikinci derecede ailenin bireylerindendir. Erkek ve kadının birbirine karşı ilgi duyan farklı cinsler olarak yaratıl­ması evliliğin ve aile olmanın en tabii ve en itici gücüdür. Kur’an’da, kadın ve erkeğin birbirine eş olarak yaratılması, eşler arasında sev­gi ve şefkatin peyda edilmesi Allah’ın ayetlerinden kabul edilmiş­tir, (40) Ancak insanlar alışkanlık ve ülfet perdesi altında kalarak çoğu kez bu derin sevgi ve şefkatin Allah’ın varlığına ve birliğine bir delil olduğunu idrak: edememektedirler. Oysa aynı ayette geçen ‘’huzur ve sükûn bulmanız için...” ifadesi eşlerin bir tesadüf sonucu olarak değil, kasti bir şekilde birbirine eş olarak yaratıldıklarını ve onları yaratan Zatın (c.c.) eğlenceden başka şeyler de istediğini açıkça göstermektedir.

Bir makineyi icat eden kimsenin herkesten çok o makinenin nasıl çalışacağını bilmesi kadar doğal bir şey olamaz, insan da Allah’ın yarattığı kompleks bir. varlıktır. Yaratma sanatı Allah’a mahsus olduğu ve şimdiye kadar insana sahip çıkan bir başka var­lığın mevcudiyeti söz konusu olmadığına göre İnsanı Allah yarat­mıştır. İnsanın yemesinin, içmesinin, yatmasının, üremesinin ve ça­lışmasının nasıl olması gerektiğini de en iyi şekilde bilen Allah’tır. "İnsanlar yalnız ‘İnandık’ demekle hiç sınanmadan bırakılacaklarım mı samdılar?” (4l) âyetinin ifade ettiği gibi, Allah inşam yarattıktan sonra başıboş bırakmamıştır. İnsana yaşama biçimini öğreten pey­gamberler Allah tarafından gönderilmiştir. ilk İnsan olan Hz. Adem’in aynı zamanda bir peygamber olması, toplumun temelini oluşturan ailenin ve bu ailenin temel yapı elemanları olan karı-koca­nın kuralsız bir biçimde ve sırf eğlenmek amacıyla bir araya gele­meyeceklerini açıkça göstermektedir.

2. — Allah’ın iki Yasası:

Allah’ın, kainatta cari olan iki yasası vardır :

Birincisi, “irade” ve “tekvin” sıfatlarından gelen bir. yasadır ki, buna şeriat-i fıtriye (yaratılış kanunu) diyoruz, Allah, yarattığı her şeye uygun bir işleyiş tarzı ve belli bir karakter ihsan etmiş­tir. (42) Buna göre her varlık yaratılış yasasına uygun bir şekilde hareket etmek zorundadır. Ancak yaratılış kanunu akıl ölçüleriyle tartılmaz. Nitekim, masum olan "birçok insan ve hayvanın başına gelen acı musibetlerin hikmetini idrak etmek imkansızdır.

İnsanın tesadüfen dünyaya geldiğini iddia edenler, Allah’ın bu yasasına yanlış olarak “tabiat yasası” adını vermişlerdir. Oysa ta­biatı meydana getiren parçalar birer birer ele alındığı zaman aciz birer mahlûk olduklarını görürüz. Birer birer ele alındığında yaratıl­mış oldukları anlaşılan bir dizi parçanın bir araya gelerek yaratı­cılık gücüne erişmesi mümkün değildir. Şeriat-i fıtriye yasasının işleyiş ve tatbiki Allah’ın iradesine bağlıdır. İnsan dahil her varlık bu yasanın tesir alanı içindedir. Yasanın yazılı bir belgesi olma­makla beraber tefekkür eden insanlar için yer yüzü, hatta insanın kendisi bu yasanın fıtri ayetleriyle doludur, (43) Kur’an’da kesin ola­rak yer yüzünün dağlarında, denizlerinde, ağaçlarında, bitkilerinde, madenlerinde ve canlı-cansız her varlığında insanlar için, Allah’ın kudret, irade ve birliğine delalet eden ayetler bulunduğu ifade edil­miş ve insana hitaben de şöyle buyrulmuştur : "Kendi nefislerinizde de ayetler vardır. Görmüyor musunuz?” (44)

Kur’an’da yeralan ‘’Düşünmüyorlar mı?, Akıl er diremiyorlar mı?, Tefekkür etmiyorlar mı?, Ey akıl sahipleri, ibret alınız, Bakınız gibi ifadeler hep bu yasadaki âyetlere dikkati çekmek iğindir.

İkincisi, Allah’ın kelam sıfatından gelen ve insanların dünya ve âhiret saadetlerini tanzim eden bir yasadır. Bu yasa, peygam­berlere gönderilen kitaplar vasıtasiyle insanlara tebliğ edilmiştir. Bu yasanın bir diğer adı da “vahiy” dir. Semavî kitaplarda yeralan

bütün kanunlar Allah’ın kelam sıfatından gelen yasanın birer ürü­nüdür.

Bu yasanın evvelkisinden farkı, bir peygamber vasıtasıyla gön­derilmesi, akıl sahiplerine hitap etmesi, yazılı olması ve insanlar ta­rafından uygulanabilir olmasıdır.

İşte aileyi oluşturan fertler arasındaki ilişkilerin fıtri seyrin­de cereyan etmesi, huzur ve mutluluğun temin edilebilmesi için Allah tarafından insanlara gönderilen yasalarda bir takım kurallar vazedilmiştir. Konusu insan olan Allah’ın son yasası Kur’ân-ı Ke­rîm aileyi, ahlâkî hukukî ve sosyal yönden ele almış, birçok ayette evlenme, boşanma, iddet bekleme ve miras gibi doğrudan aileyi İlgilendiren çeşitli konulara temas edilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de özel hayatında ailenin tüm yönlerini açıklamış, aile hayatında İzlenecek yol konusunda İnsanlığa, rehber olmuştur.

Kuşkusuz insanlar bu İlâhî esas ve kurallara göre hareket et­tikleri takdirde maddî ve manevi mutluluğa erişeceklerdir.

V — EVLİLİĞİN KUR’AN VE HADİS’TE DAYANAĞI

Bir erkekle bir kadının birbirini eş olarak seçmeleri sonucu oluşan evlilik fıtri bir olay olmakla birlikte, insanın fiilleri ara­sında da yer almaktadır. Bu itibarla, evliliğin Kur’an’daki dayanağı­nı kısaca görmek gerekir. Gerek doğrudan gerek olaylı olarak ev­liliğe temas eden birçok âyet ve hadis bulunmaktadır.

1 — Daha önce de bahsi geçen Rum Süresinin 21. ayetinde ev­liliğin çerçevesi çizilmiştir. Burada özellikle iki önemli husus göze çarpmaktadır. Eşlerin kaynaşıp huzur bulmaları ve aralarında sev­gi ile şefkatin yaratılmasıdır. Eşler arasındaki bu kaynaşma maddi olabileceği gibi manevi de olabilir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bir ha­disinde ruhlar teçhizatlı askerlere benzetilmiştir. Ruhlar âleminde tanışanlar kaynaşabildikleri halde tanışmayanlar bir araya gelemi­yorlar, (45) Anlaşılan o ki, her ruh kendisine uygun olan bir başka ruhu bulunca imtizaç eder. Bir miktar suyu diğer bir miktar su ile karıştırınca onları birbirinden ayırmak nasıl mümkün olmuyorsa, ruhları imtizaç etmiş eşleri birbirinden ayırmak da o derece zordur. Hatta birbirini seven çiftlerden birisinin hastalanması di­ğerinin de hastalanmasına çoğu kez sebep olmaktadır (46)

Allah insanlara hitaben “Sizin cinsinizden size zevce (eş) olanı bilecek varlıkları yaratması O’nun ayetlerdendir.”(47) buyuruyor. Bir diğer ayette Allah : “Odur ki sizi bir tefe nefisten yarattı. Gön­lü huzur bolsun diye ondan eşini var etti.” (48) buyuruyor. Bu âyet bize, topraktan yaratılan Hz. Adem’in sıkılmaması için eşi Hava’nın (onun kaburga kemiklerinden) yaratıldığını ifade ediyor. (49) Şa­yet, Allah insanları hep erkek olarak, eşlerini de ayrı cins olarak, cinlerden ya da hayvanlardan yaratsaydı eşler arasında sevgi ve şefkat oluşmayacaktı. Hatta sevgi yerine nefret hakim olabilirdi.

Bir erkek iki maksat için bir kadınla hayatını birleştirir. Ya onu çok sevdiği için, ya da ona karşı cinsî şefkat duyduğu için. Bir erkeğin kadından çocuk sahibi olmak istemesi ya da kadının korunmaya muhtaç olması gibi sebepler, cinsi şefkatten ötürü birleş­menin mümkün olduğunu göstermekledir. (50)

2 — Kur’an-ı Kerîm, Aranızdaki bekârları, köle ve cariyelerinizden iyi olanları evlendirin. Eğer yoksul iseler Allah lütfuyla on­ları zenginleştirir.” (51) ayetiyle evlenmeyi teşvik etmiştir. Zira evli­lik namuslu yaşamanın en önemli ve en kolay yoludur. (52) Meşru ol­mayan bir birleşme şekli olan zinadan söz eden ayetlerden sonra Aranızdaki bekarları evlendiriniz.” hükmünün yer alması, gayr-i meş­ru birleşmelerin tehlikesine bir başka yönden dikkat çekmektedir. (53) Evlenmemiş bekârların evlendirilmesiyle ilgili olarak Kur’an’da yer alan bu emir, zaruret olmadıkça Ömür boyu bekâr kalmanın doğru olmayacağına bir işaret sayılabilir.

3 — Allah Teâlâ bir ayet-i kerimede erkeklere hitaben, “On­lar sizin için bir elbisedir, siz de onlar için bir elbisesiniz.(54) bu­yuruyor. Eşlerin birbirine elbise olmaları, birbirini zinaya düşmek­ten korumalarını ifade eder, (55) öte yandan “Libas” (elbise) sözcüğü

Kur’an’da, Allah tarafından nazil olan nimetlerden kabul edilmiştir. Ancak Kur’ân elbiseyi maddî ve manevî diye İki kısma ayırır. Mad­di elbise “insanın çirkin yerine örtecek giysi” olarak ifade edilirken, manevî elbise “takva libası” şeklinde ifade edilmiştir. Takva, gü­nahlardan ve dolayısıyla Allah’ın azabından, korunma tedbirleri (56) Ayet şöyle : "Ey Ademoğlular! Size çirkin yerlerinizi örte­cek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takva elbisesi daha hayırlıdır, işte bunlar Allah’ın ayetlerindendir, belki düşünüp öğüt alırlar.” (57)

Eşler de birbirini günahlardan korudukları için, başka bir de­yimle, birbirini kesin bir azabı netice veren zinadan korudukları için biri diğerine elbise olarak ifade edilmiştir, Rasulüllah’ın, “Kim evlenirse Hininin yarısını ikmal etmiş olur. Geri kalan yansı için de Allah’tan korksun”(58) hadisi göz önüne alınırsa eşlerin birbirine el­bise oluşları daha da iyi anlaşılır. Ayetin (Bakara, 187) ifade ettiği bir diğer husus, kadın ve erkeğin birbirine helal oluşlarıdır. İnsanın, giydiği elbiseden sakınması söz konusu olmadığı gibi birbirine elbi­se olan eşlerin birbirinden sakınması da söz konusu değildir. (59)

4 — Evliliğin en önemli neticesi nevin bekasına sebep olması­dır. Buna işaret eden bir ayette “Kadınlarınız tarlanızdır.”(60) buy­ruluyor.

Bu ayette, kadının topluma göre olan durumu, insanın ekip biç­tiği bir tarlanın durumuna benzetilmiştir. Gıdalanmak ve ertesi yı­la tohum saklamak amacıyla tarlaya ihtiyaç duyulduğu gibi, insan nev’inin bekasını temin etmek için de kadına ihtiyaç vardır.(61) Bu itibarla denebilir ki, evliliğin asıl amacı cinsel arzuları tatmin etmek değil, neslin devamım sağlamaktır. Bütün canlılarda görülen tabiî üreme, evliliğin, neslin çoğalmasına yönelik bir hareket olduğu ger­çeğini açıkça göstermektedir. Bir bakıma neslin muhafazası işi, in­sanın uhdesine atılan bir görevdir.

5 — İnsanın ahlâkî seciyelerini ve moral değerlerini tahrip eden en büyük düşman usifah”hr (iffetsizliktir). Şifalı tan korunma­nın tek yolu ise “İhsan (Sad ile, iffetli olmak demek)dır.

Kur’an’da meşru evlilik için “namuslu olmak ve nefsi haramdan korumak" (62) anlamına gelen ‘‘ihsan” kelimesi değişik şekillerde kul­lanılmıştır. (63) Çünkü eşlerden her biri diğeri için birer kale ve sığınak durumundadır. Maddi ve manevî tüm ihtiyaçlarını bu sığınakta karşı­ladıkları gibi, biri birini günahtan, şehevî duyguların baskısından ve hayatın diğer olumsuzluklarından korumaktadırlar, öte yandan meş­ru olmayan ilişkiler için “şifahî’ (su dökmek-zina yapmak) (64) ifadesi kullanılmıştır, (65) Zira gayr-i meşru ilişkiler içinde bulunan erkek ve kadın, birbirinin “hayat suyu” olan menisini akıtmakla iffetle­rini zedelemiş oluyorlar. Oysa bu su, insan neslinin devamını sağ­lamak ameliyle Allah tarafından insanın bedenine yerleştirilmiştir. Gayr-i meşru ¡bir ilişki sonucu akıtıldığı zaman, taraflar kendilerini manevi kirlerden ve israftan koruyamayacakları gibi, nesillerini te­lef olmaktan ve aile hayatlarını tahripten kurtaramazlar. (66)

Allah, bir kadının meşni evlilik sonucu “muhassenat’ tan(iffetli hanımlardan) sayılabileceğini, gayr-i meşru bir ilişkiye girdiği yada gizlice dostlar edindiği takdirde iffetinin bozulacağını haber ver­miştir. (67)

SONUÇ :

Toplumun temeli aile dir. Aile de, meşru bir evliliğe dayanan toplumsal ve kutsal bir kurumdur. İslamiyet’in tüm kurumlan gibi evlilik kurumu da, işleyişi itibariyle mutlak özgürlükle mutlak kı­sıtlılık arasındaki vasat bir yolda yer almaktadır, Her şeyden Önce, evlilik gelinle damat arasında gerçekleşen hayati bir sözleşmedir. Bu sözleşmenin en ilginç yanı, Allah ve Resul’ünün adına yapılma­sıdır. Başka bir deyimle, Allah adına yapılmayan sözleşmelerin meş­ruiyeti her zaman tartışılmıştır.

Evlilik konusunda üzerinde durulması gereken en önemli hu­suslardan biri de, evlenecek adayların evlilik sözleşmesinden önceki tanışmalarıdır. îslâm fıtrat dini olduğu için, evlilik İçin gerekli olan bu ön hazırlığı ve görüşmeyi teşvik etmiştir, (68) Ancak burada dik­kat edilmesi gereken husus, adayların yalnız olarak görüşmemele­ridir. Bu itibarla, nikâhtan önce cinsel ilişki tamamen yasaklanmış­tır. Bu maksat yönelik olarak İslâm nikâh akdini oldukça basit bir muameleye indirmiştir, denebilir ki, İslâm’da kabul edilen evlen­me akdi dünyanın en kolay ve en seri sözleşmesidir, Çünkü nişanlı­ların ya da vekillerinin Allah için şahitlik yapan iki şahidin huzu­runda sözlü beyanlarıyla akit tamamlanıyor.

İslâm dışı ve İslam’a yabancı toplumlarda “birbirini daha iyi tanımak’’ gerekçesiyle, adaylar arasında yakın ilişkilere müsaade edildiği için gayr-i meşru çocuk sayısı artmaktadır. İslâm dini evlilik­te, ideal olarak özgür seçimi esas alır. Akrabaların, adaylara yar­dımcı olmaları, adayların özgür iradelerim etkilemez. Hatta akra­baların adaylara yardımcı olmamaları, evliliği imkânsız hale getire­bilir, ‘‘Yabancı bir erkekle yabancı ’bir kadının yalnız olarak bir ara­ya gelmemden” gerektiği yolundaki hadisi (69) bu açıdan değerlen­dirmek gerekir.

1954 yılında Mardin Tuhup’ta doğdu. İlk tahsilini Mardin’de, İmam Hatip Lisesi’ni Diyarbakır’­da bitirdi. 1979 yılında Erzurum İslami İlimler Fakültesi’nden me­zun oldu. 1981 yılında aynı fa­külteye bağlı olarak doktora yapmaya başladı. 1986 yılında doktor, 1988 yılında doçent oldu. Birçok inceleme ve makaleleri yayınlanmıştır.

Arapça, İngilizce ve Farsça biliyor. Cizre Müftüsü iken Diya­net İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanlığına a­tanan YILMAZ, evli ve dört ço­cuk babasıdır.

(1) Tin, 4.

(2) Taha, 50.

(3) ‘Ala, 2, 3.

(4) İsra, 70.

(5) Şems, 8.

(6) Safa Mürsel, Devlet Felsefesi, s. 127, İst. 1976.

(7) Prof. Dr. Tahir Çağatay, Günün Sosyolojisine Giriş, s. 33, Ankara, 1987.

(8) Adı geçen eser (a.g.e.), s. 36.

(9) Hucurat, 13.

(10) Âlûsî, Ruhu’l-Maanî, XXV, 162, Dâru İhyâi’t-tûrasi’l-Arabi Beyrut, tarihsiz.

(11) İnsanların temel ihtiyaçlarını içgüdülerle karşıladığı yolundaki düşünce, İn­sanın kendiliğinden ve tesadüfi alarak ortaya çıktığı, bir büyük kudretin eser-i sanatı olmadığı şeklindeki inkârcı anlayışın bir nazariyesidir. Kainattaki ha­rika düzen ve İnsandaki mükemmeliyet, varlığın gaibi bir kudret tarafından yaratıldığı fikrini açıkça ortaya koymaktadır. Ancak insana verilen akıl ve iradenin yanlış kullanılması sonucu, bir “sevk-İ İlahî” olan o İlâhî güce “İçgüdü” adı verilerek hakikat çarptırılmıştır. Kaldı ki, bu görüşü ileri sü­renler İçgüdünün ne olduğunu tarif edemedikleri gibi, içgüdü ile bir kısım sonradan kazanılmış vasıflar arasındaki sınırın tayini konusunda biyolojik ve psikolojik akımlar arasında ihtilaf vardır. Bu itibarla “her şeyi sağlam yapan Allah’ın sanatını” (Nemi, 88) başka mahlûklara ya da anlamsız güdülere devretmek fikri kadar çürük, mesnetsiz ve samimiyetsiz bir görüş olamaz. Çünkü yaratmak ve emretmek Allah’a mahsustur. (Araf, 54).

(12) Bakara, 31.

(13) Hz. Adem’in bir peygamber olduğu hakkında bkz. Hakim, el-Müstedrek, II, 262, Darü’l-Marife (ofset), Beyrut, 1986.

(14) Bakara, 36.

(15) Hakim, el-Müstedrek, a,y.

(16) Maide, 27, 28.

(17) Tabatabai, el-Mizan, V. 302, Kum, 1974.

(18) Maide, 30.

(19) Taha, 50.

(20) Meryem, 59.

(21) Hucurat, 13.

(22) Rum, 21.

(23) Tabatabai, el-Mizan, XVI, 166.

(24) İsmail Hakkı, Baltacıoğlu, Sosyoloji, s. 305, İstanbul, 1939.

(25) Tirmizî, Sünen, Taharet, 82, İbni Hanbeli, Müsned, VI, 296.

(26) Rum, 21.

(27) Buhari, Sahih, Nikâh, 15; Müslim, Rada’, 4, 6, 8.

(28) Safa Mürsel, Devlet Felsefesi, s. 132.

(29) İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Sosyoloji, s. 310.

(30) A.H. Akseki, İslâm Dini, s. 8. Ankara, 1970.

(31) Safa Mürsel, a.g.e., s. 132.

(32) İlyas Ba-Yunus, İslâm Sosyolojisi (Trc.) s. 77, İst., 1986.

(33) Bakara, 83, 177; Nisa, 8, 36; Maide, 106; Enam, 153; En fal, 41; Tevbe, 113; Nahl, 90; İsra, 26; Nur, 32; Rum, 38; Fatır, 18; Şura, 23; Haşir, 7.

(34) Abdurrahman el.Cezeri, el-Fıkıh ’Ala Mezahibi’l-Erba’a, V, 433, İst., 1986.

(35) Mümtehine, 10.

(36) İbni Kesir, Tefsirü’l-Kur’anı’l.Azim, IV, 376, Beyrut, 1987.

(37) İbni Hacer, Fethü’1-Barî, V. 332, Darü’l-Marife, Beyrut, tarihsiz.

(38) Buhari, Sahih, Sulh, 6.

(39) Buhari, Sahih, Cuma, 11.

(40) Rum, 21.

(41) Ankebut. 2.

(42) Taha, 50.

(43) Bir çocuk, eline geçirdiği kuş. yavrusuna acımayıp öldürüyor. Vücuduna yerleştirilen şefkati su-i istimal ettiği için yere düşüp kafası kırılsa “şeriat-i fıtriye yasası” tarafından cezalandırıldı, denilebilir. Ya da yavrusuna karşı ileri derecede şefkat duyduğu halde günahsız bir ceylana acımayıp parçalayan bir kaplanın, insafsız bir avcının kurşununa hedef olması, aynı yasa­nın cezalandırması biçiminde yorumlanabilir.

(44) Zariyat, 21, 22.

(45) Buhari, Sahih, Enbiya, 2.

(46) İbnu Kayyim el-Cevzi, Revdatü’l’Muhibbin, s. 73, Bayrut, Tarihsiz.

(47) Rum, 21.

(48) Araf, 189.

(49) Zemahşeri, el-Keşşaf, II, 189, Neşnı Edebi’l-Havza, Tahran, Tarihsiz.

(50) Îbnu Kesir, Tefsir, III, 439.

(51) Nur, 32.

(52) Kurtub el Cami Liahkami’l-Kur’ân, XII, 239, Beyrut, tarihsiz.

(53)Alusi, Tefsir, XVIII, 14.

(54) Bakara, 187,

(55) AIusi, Tefsir, 11, 65.

(56) Razi, Tefsir, V, 169, Tahran, tarihsiz.

(57) Araf, 26.

(58) el-Münâvî, Feydü’l-Kadir, VI, 153, Beyrut, tarihsiz.

(59) Tabatabaı, el-Mizan, II, 45.

(60) Bakara, 223.

(61) Tabatabaî, el-Mizan, II, 214.

(62) Zemahşeri, el-Keşşaf, I, 497.

(63) Nisa, 24, 25.

(64) Zemahşeri, a.g.e., a.y.

(65) Nisa, 24, 25.

(66) Seyyid Kutub, Fî zilâl’il . Kur’an, II, 225, Beyrut, 1980.

(67) Nisa, 25.

(68) Ahzap, 52; Tirmizi, Sünen, Nikâh, 5.

(69) Buhari, Sahih, Nikâh, 111, 112, Beyhaki, Sünen, VII, 90, Beyrut, tarihsiz.