Makale

Hamd Sanadır Allahım!

Hamd Sanadır Allahım!
Dr. Zafer Koç Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı

Kur’an-ı Mübin’in ön sözü diyebileceğimiz Fatiha suresinin ilk kelimesi “hamd” ile başlar. Bu yüzden Fatiha’nın diğer bir ismi de “Hamd” suresidir. İlk inen ayet olmasa da, Mushaf’taki sıralamaya göre en başta yer alan Fatiha suresinin “Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun” diye başlaması son derece manidardır. Zira her Müslüman bir günlük namazında en az kırk defa Allah’a hamdederek bu ayetle namazına başlar. Allah’a hamdetmenin, Müslümanın hayatındaki önemini gösteren bundan daha güzel bir örnek olabilir mi!
Hamd, şükür ve meth kelimeleri, esas itibarıyla Allah’ı övme ve yüceltme anlamlarını ifade eder. Ancak aralarında az da olsa anlam farkı vardır. Allah’ı yüceltme anlamını ifade eden bu üç kelimeden başka kavramlar da vardır. Ancak yer darlığı sebebiyle sadece bu üçü üzerinde kısaca durmak istiyoruz.
Hamd, Allah’ı mutlak olarak övmek ve yüceltmektir. Dolayısıyla hamdetmek için nimetin, hamd eden kişiye ulaşmış olması şart değildir. Şükür ise, Allah’ın kullarına verdiği nimetlerin etkisinin onların dilinde övgü, kalbinde sevgi, organlarında da itaat etme/boyun eğme olarak ortaya çıkmasıdır. (İsfehani, Rağıp, “el-Müfredat fi Garibi’l-Kur’ân”, Mısır 1961, s. 265; İbn Manzur, “Lisanü’l-Arab”, Daru’l-Maarif, Mısır, ts. IV/2305.) Meth kelimesi de mutlak olarak övmek anlamında olup hamd ve şükürden daha kapsamlıdır. Buna göre hamd ve şükür, tamamen meşru ve ahlaki oldukları hâlde “meth”, hem olumlu hem de olumsuz anlamları içerir. (Üç kavram hakkında geniş bilgi için bk., Fahreddin Razi, “Mefatihu’l-Ğayb”, I/218-228; Zemahşeri, “el-Keşşaf”, I/8-9; M. Hamdi Yazır, “Kur’an Dili”, I/56-62.)
Kullarına karşı sonsuz ikram sahibi Yüce Allah, hamdedilmeye en layık olandır. Çünkü sayısız nimeti, hem de karşılık beklemeden veren O’dur. Ayrıca bu lütuf ve ihsanları devamlı olup, ardı arkası hiç kesilmez. Bu yüzden Kur’an’da yetmiş beş ayette ‘hamd’ ve yaklaşık aynı sayıda ‘şükür’ kavramları ve türevleri yer alır. Fatiha’dan başka Kur’an’daki dört sure aynı şekilde "Elhamdülillah..." sözleriyle başlamaktadır. (bk., En’am, Kehf, Sebe’ ve Fatır sureleri.) Bu hâliyle kulun hamd-şükür hâlinde olması kadar önemli bir durum olamaz. Zira şükürden kopan bir insanın, kulluk bilincini de yitirmesi kaçınılmazdır. İblisin de yapmaya çalıştığının, insanları şükürden uzaklaştırmak olduğu şöyle belirtilir: “…onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulamayacaksın.” (A’raf, 7/16-17.)
Allah’a hamdetmek sadece insana özgü bir kulluk görevi olmayıp, tüm varlıkların da O’nu sena ettikleri ayette şöyle belirtilir: “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. Her şey O’nu hamd ile tespih eder. Ancak siz onların tespihlerini anlamazsınız. O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (İsra, 17/44.)
Hamd ve şükrün dünya boyutu böyle iken, ahiret hayatında da cennetliklerin dillerinde aynı zikrin tekrar edeceğini öğrenmekteyiz: “Bunların oradaki duaları, ‘Seni eksikliklerden uzak tutarız Allah’ım!’, aralarındaki esenlik dilekleri, ‘selam’; dualarının sonu ise, ‘Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur’ sözleridir.” (Yunus, 10/10; Ayrıca bk., A’raf, 7/43; Zümer, 39/74.)
Allah’a samimi imanın ve gönülden bağlılığın en güzel göstergesi olan hamd-şükür hâli, Tevhit inancının dile getirilişidir. Zira Allah’a hamdetmek, öncelikle ona inanmayı, daha sonra da bütün nimetlerin O’na ait olduğunu ve O’nun her şeyin sahibi ve yegâne hâkimi olduğunu kabul etmek anlamına gelir. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in özlü ifadesiyle: “En yüce zikir; ‘La ilahe illallah’ sözüdür, en üstün dua ise, ‘elhamdülillah’dır.” (Tirmizi, Da’avât, 9; İbn Mace, Edeb, 55.)
Bu yüzden hamdeden mümin, Allah’a teslimiyetin sonucu gönlünde büyük bir ferahlık duyar. Ayrıca mümin kişi şunu da bilir ki, O’na hamd ve şükür, sadece dille söylenecek “Elhamdülillah” sözüyle tamamlanmış olmaz. Kalbine yerleştirdiği bu imanını diri ve canlı tutar. O’nun sevgisiyle tam bir huzur ve güvene kavuşur. Bu aşamaya eren bir kalp, tavır ve davranışlarıyla O’nun bütün emirlerini ve yasaklarını her bakımdan yaşamaya çalışır. Çünkü nimet vereni bilip O’nu övmek, bir anlamda O’ndan gelen her şeyi tüm benliğiyle kabul etmek demektir.
Tüm bunlara rağmen, Allah’ın bizlere lütfettiği sayısız nimetlerine karşı kim O’nu gereği gibi methüsenada bulunabilir? Bu sebeple Müslüman kişi, verilen sayısız nimetlere karşı yapılacak övgü ve yüceltmenin, asla bu nimetlerin bir bedeli olamayacağını bilir. Onun için de mütevazi davranır, Allah’ın engin rahmetine sığınır, yaptığı kulluğunun karşılığı olarak değil, O’nun fazlukereminden talepte bulunur. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.) “Seni gereği gibi sena edemem, sen kendini övdüğün gibisin.” (Ebu Davud, Salat, 152.) şeklinde dua etmiştir. “...Kullarımdan şükreden azdır!” (Sebe’, 34/13.) ayetinin ifade ettiği manayı da, ‘hakkıyla şükredenler azdır’ veya ‘şükretmekten aciz olduğunu anlayan kişiler azdır’ şeklinde anlamak gerekir. (Diyanet İşleri Başkanlığı, Kur’an Yolu, IV/422.)
Hamîd (çokça hamdedilen) ve Şekûr (şükrün karşılığını bol bol veren), Esma-i Hüsna’dan iki isimdir. Allah’ın son elçisinin meşhur isimlerinden üçü ise Ahmed (Saff, 61/6.), Muhammed (Âl-i İmran, 3/144.) ve Mahmud’dur. (İsra, 17/79.) Her üç isim de "hamd" kelimesinden türemiştir ki, “çok öven ve çokça övülen” anlamlarına gelmektedir. Bu kadar hikmetli bir düzenlemeyi, tesadüfle izah etme imkânı olabilir mi? Nitekim yeryüzünde yaşamış hangi insan onun kadar gönüllerde taht kurmakta, adı anıldığında salavat getirilerek saygıyla övülmekte ve milyonların ziyaretine mazhar olabilmektedir!
İsmiyle tam bir uyum içinde hayatını yaşayarak ümmetine en güzel örnek sunan Peygamberimiz, geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Hz. Aişe kendisine: -Ey Allah’ın Peygamberi, Allah, işlenmiş ve işlenmesi muhtemel günahlarını bağışlamıştır. İbadet için neden bu kadar yoruluyorsun? Deyince: “Ey Aişe! Ben şükreden bir kul olmayayım mı?” (Buhari, Tefsir, Fetih 2; Müslim, Sıfati’l-Münafıkin 18; Tirmizi, Salat, 304.) sözleriyle cevap vermiştir.
Makalemize son verirken, “bana ve anne-babana şükret!” (Lokman, 31/14.) emriyle, kendisine yapılacak şükrü, anne-babaya yapılmasını istediği şükürle beraber zikreden Mevlamız, hem hamd ve şükrün önemini hem de varlığımızın müsebbibi olan anne-babalarımıza karşı öncelikli görevimizi bize öğrettiğini belirtelim. Anne-babaya karşı teşekkürün, kuru bir sözcükten ibaret olmadığını bilakis onlara karşı tavır ve davranışlarımıza dikkat ederek saygıda kusur etmememiz, memnuniyetsizliğin bir göstergesi olan “öf” (İsra, 17/23.) kelimesini dahi onlara karşı kullanmamamız gerektiğini tekrar hatırlatmak isteriz. Hatta bu teşekkür sadece anne-babayla sınırlı kalmayıp tüm insanları da içine alacak derecede geniş tutulmalıdır. Zira “Halka teşekkürde bulunmayan Allah’a da şükretmez.” (Tirmizi, Birr, 35; Ebu Davud, Edeb, 12.)
Nimetlerin artmasının en önemli sebebi olan şükür hâlinin gönül dünyamıza huzur getirmesini Allah’tan temenni eder, şükürsüzlükten/nankörlükten yine O’na sığınırız.