Makale

DİNİ DUYARLILIK VE BİLİNCİN GELİŞMESİNDE İRŞAD VE DAVETİN ROLU

DİNİ DUYARLILIK VE
BİLİNCİN GELİŞMESİNDE
İRŞAD VE
DAVETİN ROLU

Dr. Yaşar YİĞİT
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Sözlükte“ doğru yolu bulup kararlılıkla benimsemek” anlamındaki “rüşd” kökünden masdar olan şad”, “doğru yolu göstermek” demektir." söz konusu edilen yolun maddî manada olması mümkün görülmekle birlikte daha çok aklî-manevî alanı ilgilendirdiği kabul edilir. Dolayısıyla “irşad” dinî terminolojide “hidayet” ile eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Ancak hidayeti gerçekleştirme işi genellikle Allah’a nispet edildiği halde irşad kula da izafe edilebilmektedir.’21
“Davet” kelimesi de Arapça ’da masdar olup sözlükte “çağırmak, seslenmek, adlandırmak, dua ve beddua etmek, ziyafete çağırmak, propaganda yapmak” gibi anlamlara gelir.’3’ “Davet” kelimesi terim olarak özellikle “İslam’a ve İslam esaslarının uygulanmasına çağn”(4) anlamına gelir. Buna göre tebliğ, irşad, vaaz, nasihat, inzâr, tebşir, emir bi’l-ma’ruf ve nehiy ani’l-münker gibi terimler de sözlük anlamları itibariyle ayn olmakla birlikte uygulama ve gayeleri bakımından aynı veya yakın manaları ifade etmektedirler; bu sebeple davet ve tebliğ başta olmak üzere bu kavramlar sık sık birbirinin yerine kullanılmıştır.’5’
Şüphesiz Allah Teâlâ, insanı saygın ve mükerrem bir varlık olarak yaratmış, ona diğer yaratılanlara vermediği nice meziyetler bahşetmiştir. Bu meziyetlerin başında gelen akıl, insanı diğer varlıklardan ayıran en belirgin değerdir. O öyle bir değerdir ki, insanın doğru yolu bulmasında en önemli etkendir, insan, aklı gereği gibi kullandığında doğruyu (hakkı) bulabilir. Ancak şunu hemen ifade edelim ki, ilim tarihinde her ne kadar tartışılsa da salt akıl, kişinin doğru yolu bulmasında yeter şart değildir. Nitekim tarihsel süreç içinde Yüce Allah’ın, insanları doğru yola yönlerdirmek üzere pekçok Peygamberler göndermesi, bu ifademizi destekler nitelikte bir vakıadır. Gönderilen peygamberler, Yüce Allah’ın emir ve yasaklarını, insanlara tebliğ etmişlerdir. Bu açıdan insanlık tarihine bakacak olursak ilk insan, ilk peygamber ve ilk mübelliğ, Hz. Adem’dir. Adem (a.s.)’dan çağımıza kadar süregelen ve insanlık var olduğu sürece de mevcudiyetini devam ettirecek olan, Hak-Bâtıl mücadelesinde zaman zaman insanoğlu, hak ve hakikatten sapmış, doğrudan ayrılmış ve sapıklığa dalmıştır. Ona yaraşmayan bu konumdan, onu layık olduğu konuma yükseltecek, tebliğ ve irşad misyonu üstlenmiş kimselere her zaman ihtiyaç duyulmuştur. Yüce Allah, bu ihtiyaç çerçevesinde, belirtilen misyonu yerine getirmek üzere Peygamberleri görevlendirmiş ve insanın sorumluluğunu bilgilendirme (tebliğ) temeline dayandırmıştır. Nitekim, “...Biz peygamber göndermedikçe kimseye azabetmeyiz.”’6’ âyeti ile sorumlulukta bilgilendirmenin esas olduğuna işaret edilmiştir. Akıl sahibi insanın yükümlülüğü için, sorumluluk alanı konusunda bilgilendirilmesi öngörülmüştür. Dolayısıyla peygamberlerin gönderilmesi ve davetle görevlendirilmeleri, elbette İslâm’da davet ve irşadın gerekliliğinin en başta gelen delilidir.
İnsanlar, tabiatları gereği her zaman irşad ve davete, öğüt ve nasihate muhtaçtırlar. “Öğüt ver; doğrusu öğüt inananlara fayda verir.”7 âyeti, davet ve irşadın gereğini vurgulamaktadır.8’ Yine, “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah’a inanır- sımz...”9 âyeti, İslâm dinine mensup insanların misyonunu, gayet öz bir şekilde dile getirmektedir. İyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak, tabiî olarak davet ve irşad kapsamında ele alınabilecek bir faaliyet olarak nitelendirilebilir. Bu yönüyle İslâm, toplumu teşkil eden bütün bireylere, iyiliklerin yaygınlaştırılması, kötülüklerin önlenmesi hususunda kollektif bir sorumluluk ve duyarlılık anlayışı getirmektedir. Bu kitlesel ya da kollektif sorumluluk anlayışı hemen hemen hayatın her safhasında söz konusu olabilmektedir. Bir yönüyle irşad ve davetin gerekliliğine bir yönüyle de kollektif sorumluluk anlayışına işaret eden Hz. Peygamber (s.a.s.)’in şu hadisi gerçekten önemli mesajlar içermektedir: “Sizden kim bir kötülük görürse, eğer gücü yetiyorsa, onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmiyorsa diliyle o kötülüğü değiştirsin. Buna da gücü yetmiyorsa, o zaman kalbiyle buğzetsin. İmanın gerektirdiği en alt sorumluluk anlayışı budur. "(l0) Resûlullah (s.a.s.), toplumsa] hayatta karşılaşılan menfi eylem ve davranışlara, sorumluluk sahibi her bireyin konumu ile mütenasip bir şekilde müdahelede bulunmasını, bu tür davranışlara karşı kayıtsız kalınmamasını önermekte hatta bunun bir yükümlülük konusu olduğunu vurgulamaktadır. Bu hadis aslında bize, hem birey hem de toplum olarak her konuda duyarlı olmamızı, toplumun bir ferdi olarak, adeta bir güvenlik görevlisi ya da denetçi gibi topluma gelecek zararlarla imkanımız ve şartlar ölçüsünde mücadele etmemizi öneriyor. Naklettiğimiz bu hadis, çeşitli şekillerde yorumlanmaya elverişlidir. Nitekim işlenilen kötülüklere, ahlâksızlıklara el ile müda- hele görevinin, devlete, dil ile müdâhelenin alim ve bilginlere, kalp ile buğzun (boykot-pasif direniş) ise, halka ait olduğu şeklinde yapılan yorum da bunlardan birisidir.00 Buna göre el ile müdahele, gücü, idareyi, yetkili otoriteyi temsil etmektedir. İşlenen kötülüklere karşı gerekli fiili mücadeleyi sergilemek öncelikle devletin görevidir. Söz konusu davranışların kötü olduğunu dile getirmek ve halkı bu yönde bilgilendirmek de ilim adamlarının görevidir. Halk da kötü davranışlara pirim vermeyerek görevini yerine getirecektir. Her birim, sorumluluğunu yerine getirdiği takdirde, kötülükler ve ahlâksızlıklar, toplumda kök salamayacak ve çoğala- mayacaktır. Ayrıca "Hepiniz sorumluluk sahibisiniz ve hepiniz yetki alanınızdan sorumlusunuz. Devlet başkanı, sorumluluk sahibidir ve idaresi altındaki halktan sorumludur. Bir aile reisi, sorumluluk sahibidir ve ailesinden sorumludur....’12 hadisi ile Hz. Peygamber (s.a.s.), kişinin hem ailesine hem de çevresine ya da yetkisi altındaki kimselere karşı belirli sorumlulukları bulunan bir varlık olduğuna dikkat çekmektedir. Sonuç olarak ifade etmek gerekirse İslâm, iyiliklerin ve ahlâkî değerlerin yaygınlaştırılması ve kötülüklerle mücadele konusunda, toplumun bütün bireylerinin etkin rol almasını emretmektedir. Müslümanların asıl misyonunun da bu olduğu âyet ve hadislerde vurgulanmaktadır.’ 131 Söz konusu kural tanımamazlığa ya da ihlale kayıtsız kalındığında, bunun doğuracağı sonuçlara toplumun hepsinin katlanacağı ifade edilmektedir. “Aranızdan yalnız zalimlere erişmekle kalmayacak fitneden sakının, Allah’ın azabının şiddetli olduğunu bilin.”"14 âyeti, bu hususu dile getirmektedir. Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber (s.a.s) de gayet dikkat çekici bir üslupla, kötülüklerle mücadele edilmesini vurgulamaktadır: “Nefsim kudretinde olan Allah ’a yemin ederim ki, ya iyiliği (maruf) emir ve kötülükten (münker) men edersiniz, yahut Allah Teâlâ size azap (toplumsal kargaşa ve kaos) gönderir. Sonra Allah’a yalvarırsınız da duanız kabul edilmez. ”"15, “...insanlar zâlim (haksızlık yapan) birisini görürler de, onun zulmüne engel olmazlarsa, Allah Teâlâ’nın bütün insanları azaba uğratması pek yakındır.”(l6) Bu ve benzeri âyet ve hadisler her halükârda, haksızlıklarla, adaletsizliklerle, topluma zararı olan her şeyle mücadeleyi emretmektedir. Şayet mücadele terkedilir- se, doğacak zararlardan ve olumsuzluklardan, toplumun bütün bireylerinin etkileneceği ve sorumlu tutulacağı ifade edilmektedir. Gerçek şu ki, kötülüklerle, yanlışlıklarla, hukuk tanımamazlıkla mücadele edilmeyen bir toplumda, başlangıçta yaygın olmayan yerel bir kötü alışkanlık, zamanla adeta bir kanser hücresi gibi bütün toplumu sarabilmektedir. Kötü davranışlar, başlangıçta etkisi itibariyle bireylere indirgense de, zamanla diğer fertler de toplumda işlenen kötülüklerden bir şekilde etkilenmekte ve payına düşeni almaktadır. Zina, içki, kumar, hırsızlık gibi çirkin eylemler, başlangıcı itibariyle belirli kişiler arasında cereyan etmekte ise de, doğurduğu sonuçlar açısından bütün toplumu ilgilendirir bir konuma gelebilmektedirler. Zira bu tür çirkin davranışlar sonucunda, nice aileler yıkılmakta, kanlar akmakta, çocuklar yuvasız kalmakta, henüz baharında nice hayatlar sönmekte ve solmaktadır. Bunların da topluma eksi bir yük kazandırdığı izaha gerek kalmayacak derecede açıktır. Bu nedenlerle İslâm, topluma hiçbir fayda sağlamayan bu tür gayri meşrû eylemleri yasaklamış ve mensuplarına onlarla mücadeleyi emretmiştir. Bu noktada oldukça yaygın olan, “Her koyun kendi bacağından asılır” sözünü yanlış anlamamak gerekir. Şunu belirtelim ki, bu söz, hukûkî ve uhrevî sorumluluk açısından doğrudur. Hukukî ve uhrevî açıdan herkes sadece işlediği suçtan ya da fiilden sorumludur. Zira suçların cezalarının şahsî oluşu, İslam’da ve hukukta genel bir ilkedir. Ancak ahlâk veya toplumsal yapı açısından bu söz değerlendirildiğinde kişi işlemediği kötü bir eylemin ya da davranışın ortaya çıkardığı sonuçlara katlanmak zorunda kalabilir. Zira ahlâk bazında, insan üyesi olduğu toplumun değerlerinden istese de istemese de etkilenmektedir. Bu etkileşim, müspet olabileceği gibi menfi de olabilir. Dolayısıyla çevremizde işlenen bir kötülük veya kuralsızlığa duyarsız kalmak, sorumluluk bilinciyle müdahalede bulunmamak, akılcı bir davranış biçimi olarak nitelendirilemez. Zira o kötülük zamanla bir şekilde bizi de etkisi altına alacak ve o kötülüğün ortaya çıkardığı zarar yukarıda da ifade ettiğimiz gibi kişisel bazda kalmayacak kitlesel boyuta dönüşecektir. Bundan da toplum olarak her birey nasibini alacaktır. Toplum olarak kötülüklere karşı duyarsızlığın faturasını gayet ağır bir şekilde ödediğimiz şu günlerde bu gerçeği daha iyi anlıyor ve gözlemliyoruz. Ahlâkî ve toplumsal değerleri kaygısızca heder eden insanlar, bütün toplumun değerlerini heder etmektedirler. Aykırı, yasal ve meşru olmayan ilişkilerin zararlarına bir yönüyle toplum da ortak olmaktadır. Zinanın, fuhşun, hırsızlığın, anarşi ve terörün, uyuşturucu kullanmanın zararları hiçbir zaman kişisel boyutta kalmamakta, bütün topluma yansımakta ve toplum da bundan rahatsız hale gelmektedir.
Geçmişte nasıl insanlık, peygamberlere muhtaç idiyse, bugün de son peygamberden sonra onların varisleri olarak nitelendirilen alimlere ve davetçilere muhtaçtırlar. Yaratılışı gereği toplum halinde yaşamaya muhtaç olan insanın, kişisel olarak kendisini ıslah ve tezkiyesi ile meşgul olması yeterli değildir. Kişi aynı zamanda içinde bulunduğu toplumun ıslahı yolunda da uğraş vermelidir. Kişi toplumun ıslahı yönünde sarfettiği mesainin kutsal olduğu bilinciyle hareket etmeli ve bu gayretin bir yönüyle kendisinin huzuru için gerekli olduğuna inanmalıdır.
İrşad ve davet misyonunu belirli niteliklere sahip kimseler üstlenmelidir. Toplumda liyakatli-liyakatsiz her bireyin, irşad ve davet misyonunu üstlenmesi, günümüzde olduğu gibi toplumun din anlayışında kaosa sebebiyet verecektir. Başka bir deyişle dinsel kriz kaçınılmaz olacak, dinî değerlere yüklenilen anlam ve yorumlar zihinleri çıkmaza sürükleyecektir. Bu nedenle hemen her hususta evrensel mesajlar içeren Yüce Kur’an, bu konuda da belirli bir ilkeyi gündeme getiriyor. “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir kitle (sınıf) bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır. ”(l7> irşad ve davet görevinin, genelin değil bu hususta liyakat sahibi kimselerin uğraşı olması gereği dile getirliyor. Bu doğrultuda gerçekleştirilen irşad faaliyelerinden daha isabetli ve faydalı sonuçlar elde edilebilir. Bu kesimin en önde gelen niteliği ilimdir, bilgidir, ahlaktır. Başka bir deyişle bu misyonun öncülerinin en önemli niteliği, il mî ve ahlâkî liyâkattir, yeterliliktir. İlim ve ahlâktan behresi (nasibi) bulunmayan ehliyetsiz kimselerin, dinî alanda irşad faaliyeti adı altında toplu- mumuzda ne derece vahim sonuçlara sebep oldukları aşikârdır. Din ve onun yüce değerleri adına, bilerek veya bilmeyerek ne derece korkunç iftiraların üretildiğini ve üzülerek ifade edelim ki, bunlara toplumumuzun bazı kesimleri tarafından da prim verildiğini müşahede etmekteyiz.
İrşad veya davet misyonunu üstlenen kimse, bu faaliyetini, dinin orijinalitesini bozmadan, ana kaynaklarından, dünyevî hiçbir menfaat gözetmeksizin ve kimsenin etkisinde kalmaksızın, yerine getirmeyi hedeflemelidir. Onun defterinde, Hz. Peygamber misali, kendisine sunulan veya vadedilen servetin, şöhretin ve şehvetin asla yeri yoktur. Çağımızda insanlığa hizmet sunabilecek kapasitede yaratılmış nice beyinler, bu üç olgunun (servet, şöhret, şehvet) esiri olmaları nedeniyle aktivitelerini yitirmekte ve insanlık adına faydalı hiçbir şey üretemedikleri gibi, kendilerine Allah’ın bahşettiği potansiyeli de heder etmektedirler. İrşad ve davet misyonunu üstlenen kimsenin gayreti bütünüyle Allah’ın rızasına endekslidir. Bu nzaya endekslenmeyen irşad ve davetin, Allah katında herhangi bir değeri olmadığı gibi insanlar nazarında da kalıcı bir etkisinden söz edilemez. O, söylediklerini önce kendi hayatında tatbik eder. Nitekim O, “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz. Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük gazap gerektiren bir iştir.”"18, “Siz Kitabı okuyup durduğunuz halde, kendinizi unutup başkalarına iyiliği mi emrediyorsunuz? Düşünmez misiniz?”"91 âyetlerini zihninde daima canlı tutar, söylem-eylem uyuşmazlığının, tasvip edilmeyen bir davranış olduğu bilinciyle hareket eder. Ehl-i ilmin, söylem-eylem uyuşmazlığının manevî boyutunu Hz. Peygamber çok çarpıcı bir örnekle dile getirmiştir: "Kıyamet günü bir adam getirilir ve cehennem ateşine atılır. Bağırsakları karnından dışarı çıkar ve onlarla birlikte değirmen döndüren merkeb gibi döner durur. Cehennem halkı onun yanma toplanırlar ve derler ki: Ey filan! Sana ne oldu? Sen iyiliği emredip kötülükten nehyetnıez miydin ? O kişi de: Evet, iyiliği emrederdim, fakat kendim yapmazdım, münkerden nehyederdim, fakat kendim yapardım, der. ”20” İrşad ve davet görevini üslenen kimse, zorluklarına rağmen emrolunduğu gibi dosdoğru olmanın, müslüman için en büyük onur olduğunu hatırından çıkarmaz. O, çilekeş bir hayatın, hafsalayı zorlayan bir sabrın, bütün insanları kucaklayıcı engin bir şefkatin, nefsine ağır gelse de affın sembolleştiği ve zirve bulduğu bir kişidir. İnsanların kınamaları, hor ve hakir görmeleri onu yolundan alıkoymadığı gibi bu tür davranışlar, onun sunacağı hizmete sekte de vurmaz. O, irşad ve davet görevinin, kutsal bir görev olduğu şuuruyla hareket eder. Nitekim, “(İnsanları) Allah’ın dinine çağıran, salih amel yapan ve ‘Ben Müslümanlardanım’ diyenden kimin sözü daha güzeldir?” " âyetinde. Allah’ın dinine davetin en güzel uğraşlardan biri olduğu ifade edilmektedir. “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten alıkoymaya çalışırsınız.”21 âyetinde de ümmetin seçkinliği, iyiliği emretmeye ve kötülükten alıkoymaya bağlanmıştır. Ayrıca başka bir âyette, iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak, samimi müminlerin niteliği olarak arzedil- miştir.’22
Müslümanları irşad ve davet görevini üstlenmeye çağıran pekçok hadis vardır.’24’ Öyle ki, Hz. Peygamber, iyiliği emretme ve kötülükten alıkoymayı sadaka olarak nitelendirmiştir.25’ Çağımızda nice insan, İslâm’ın o güzel mesajlarına adeta susamış durumdadır. İslâm’a, imana susayan bu insanlara, o mesajı ulaştırma vazife ve uğraşının ne derece güzel ve kutsal olduğu izahtan varestedir. Resûlüllah (s.a.s.), kişi için kendi vasıtasıyla bir kimsenin hidayete ermesi ve doğruya yönelmesinin, dünyada ve dünyadaki heışeyden, çok kıymetli ve cins kırmızı bir sürü deveden daha hayırlı olduğunu ifade buyurmuştur.’2" Hz. Peygamber, bir kimsenin hidayete ulaşmasına vesile olmanın ne derece önemli bir iş olduğunu, o günün insanının anlayacağı bir üslupla anlatmıştır. Zira hadiste nitelikleri belirtilen develer belki de o dönemde en önemli malvarlığını teşkil eden değerdi.
İnsanlar, imanla, kendisini yaratan Allah’a ibadetle hayat bulur. İmanın kaybedilmesi, yaratanı tanımama, fiziksel açıdan olmasa da manevî anlamda ölüm olarak nitelendirilebilir. Buradan hareketle bir insanın Allah’ın yoluna yönelmesine vesile olma, ona hayat vermekle eşdeğer konumdadır. “...Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur.” 27 âyeti bu doğrultuda yorumlanabilir.
Kötülüğü emir ve iyilikten vazgeçirmeye çalışma, münafıkların niteliği olarak zikredilir. “Münafık erkekler ve münafık kadınlar (sizden değil), birbirlerindendir. Onlar kötülUğü emreder, iyilikten alıkor ve cimrilik ederler. Onlar Allah’ı unuttular. Allah da onları unuttu!..”28’
İslâm, bir taraftan irşad ve davetin gereğini vurgularken diğer taraftan da bu faaliyeti belli ilke ve kurallara bağlamıştır.’29 Herşeyden önce İslâm’da, insanlara din ve inanç özgürlüğü tanınmıştır. Nitekim, “De ki: ‘Gerçek Rabbinizdendir.’ Dileyen inansın dileyen inkâr etsin...’30 âyeti bu gerçeği dile getirmektedir. Herkes, dilediği gibi inanabilir. Kişilerin iradelerine bu noktada müdahele edilmemiştir, insanlar, kendi iradeleri doğrultusunda inanma ya da inanmama özgürlüğüne sahiptir. Ayrıca Islâm, dinde zorlama yapılamayacağı ilkesini’31 titizlikle korumuştur. Başka dine mensup çocuklarını İslam’a girmeleri için zorlayan kişilerin ikaz edilmeleri,32 müslümanların mescidinde bile diğer din mensuplarının ibadetine Hz. Peygamber’in izin vermesi örnekleri,1331 İslam’da din ve inanç özgürlüğünün boyutu konusunda bize bir fikir vermektedir. Ancak İslâm’da, yanlış ya da batıl inanca sahip kimselere, ikna ve güzellikle bu inançlarının hatalı olduğunun anlatılması da bir görevdir. Bu anlatımın (tebliğ, irşad, davet), din ve inanç özgürlüğüne müdahele şeklinde algılanmaması gerekir. Çünkü tebliğ, zor kullanma değil güzellikle ikna temeli üzerine oturtulmuştur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: “Ey Muhammedi Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğUtle çağır, onlarla en güzel şekilde mücadele et; doğrusu Rabbin kendi yolundan sapanları daha iyi bilir.”1341 âyeti belirttiğimiz bu hususu ifade etmek suretiyle İslam’ın irşad ve davet metodunun temeli konusunda bize fikir vermektedir. Bu misyonunu üstlenen kişi, asla zor kullanamaz. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de, bu durum “Dinde zorlama yoktur; artık hak ile batıl iyice ayrılmıştır...”’35, “Ey Muhammedi Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?”’36 âyetleriyle dile getirilmektedir. Tarihsel sürece baktığımızda, bu misyonun öncüleri olan peygamberlerin hiçbirisinin tebliğde zor kullandığını görmemekteyiz. İnsanlık âleminin seçkin ve örnek üyeleri olan peygamberlerin, tebliğ metodunda zor, tehdit yerine temenni ve öğüt verme hakim olmuştur. Öyle ki, tarihe zulüm ve küfür âbidesi olarak damgasını vuran azılı düşmanların bile, Allah’ın yoluna davet edilmesinde yumuşak ifadelerin seçilmesi öğütlenmektedir: “Fir’avun’a gidin, doğrusu o azmıştır. Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt dinler veya korkar.”’37
İslâm, insanların imanını, tehdit ve zorbalık üzerine değil, bilgi ve bilgilendirme temeli üzerine oturtmayı temel ilke edinmiştir. Nitekim bu bağlamda Kur’an-ı Kerim’de Peygamber (s.a.s.)’in şahsında tebliğ misyonunu üstlenen kişilere hitaben, “Ey Muhammedi Sen öğüt ver! Esasen sen sadece bir öğütçüsün. Sen onlara zor kullanacak değilsin.”’381 buyurulmaktadır. İnanma ya da inanmama sübjektif (öznel) bir olgudur. Zor ve tehdit altında oluşan iman, sun’idir (yapaydır), gerçek değildir. Böyle bir metod öz ve gönül müslümanları yerine, sahte müslümanların türemesinde etkin rol oynayacaktır. Bu tür bir yaklaşımın ne ferde ne de İslam’a hiçbir şey kazandırmayacağı aşikârdır. Zira İslam, zor altında kişinin küfrü kabulüne hukukî ve dinî anlamda hiçbir değer vermediği gibi, zor ve baskı altında gerçekleşen imana da değer vermeyecektir.’39



BİLGİN
KİMDİR?
Bilgin, bilen ve inadına öğrenmeye çalışan kimse demektir. Okuyan, yazan, okuduğuna, yazdığına uygun yaşayandır bilgin. Kimsenin bilgisizliğini deşifre etmez. Herkesi bilgili yapmaya, bilgiyle uyarmaya; ilimle, sanatla, kültürle doyurmaya çalışır sürekli. Herkesin gözünden kaçanı görür, zora soyunur, ucuz ve müzelik düşüncelere itibar etmez.
Bilmediklerinin yanında bildiklerinin bir nokta kadar olduğunun farkındadır. Bildikçe ve bilmediklerini öğrendikçe, bilmediğini ve ne kadar çok bilmesi gerektiğini bilir. Daha çok ve daha doğru olanı bilmek; bilebilmek için çabalarını sürdürür yorulmadan. Duymadıklarını duymaya, duyduklarını herkese duyurmaya ayarlamıştır kendini.
Bilgin, aklıyla duyan, yüreğiyle bakan, bilmek için gayret gösterenlere her zaman bir ışık yakandır. Yıkan değil yapandır o.Tutan değil salandır o. Kıran değil sarandır o. Bizim lügatimizde arif ve alim de denir bu kişilere. Bir manada bir söylenenden bin anlamaktır bilginin işi.
En büyük iki özelliği de hayret ve gayrettir bilginin. Mükemmelliklere, orijinal güzelliklere, etik ve estetik özelliklere hayret eder, hayran olur. Hayran olunacak işleri gerçekleştirmeye gayret eder. Bilmediğini bilen, bilmesi gerekenleri bilen anlamına da gelir bilgin. Belki çok bilen insan değildir, bildiğini ve bilmesi gerekeni çok iyi bilendir bilgin.
Bilgin, sessiz ve gürültüsüz yaşar; laf değil icraat, şamata değil faydalı iş yapar. Sessizliği, hep derinde gittiği içindir. Zevk sahibidir, ancak hiçbir zaman zevzek değildir. Sevgisini, sevimliliğini, seviyesini her yerde ve her ortamda korur. Acelesi yoktur, vakarı ve ağırlığı vardır. Çoğu zaman oturup da tarih yazmazlar; tarihin yazacağı hizmetleri gerçekleştirirler. Kimsenin kasasında, masasında gözleri yoktur. Günün adamı değil, her zaman gönül adamıdırlar.
Kısacası bilgin, okuyan, yazan, güzel yaşayan, insafı, idraki, sevgiyi, sevimliliği ve seviyeyi koruyan; sürekli iyiyi, güzeli, doğruyu araştıran; masumların, mazlumların yanında olan, konuştuğu zaman yüksekten değil, ama yürekten ve yürekli konuşan, yüklü konuşan kişidir.


BİLGİÇ
KİMDİR?

Bilgin, bilen ve inadına öğrenmeye çalışan kimse demektir. Okuyan, yazan, okuduğuna, yazdığına uygun yaşayandır bilgin. Kimsenin bilgisizliğini deşifre etmez. Herkesi bilgili yapmaya, bilgiyle uyarmaya; ilimle, sanatla, kültürle doyurmaya çalışır sürekli. Herkesin gözünden kaçanı görür, zora soyunur, ucuz ve müzelik düşüncelere itibar etmez-
Bilmediklerinin yanında bildiklerinin bir nokta kadar olduğunun farkındadır. Bildikçe ve bilmediklerini öğrendikçe, bilmediğini ve ne kadar çok bilmesi gerektiğini bilir. Daha çok ve daha doğru olanı bilmek; bilebilmek için çabalarını sürdürür yorulmadan. Duymadıklarını duymaya, duyduklarını herkese duyurmaya ayarlamıştır kendini.
Bilgin, aklıyla duyan, yüreğiyle bakan, bilmek için gayret gösterenlere her zaman bir ışık yakandır. Yıkan değil yapandır o. Tutan değil salandır o. Kıran değil sarandır o. Bizim lügatimizde arif ve alim de denir bu kişilere. Bir manada bir söylenenden bin anlamaktır bilginin işi.
En büyük iki özelliği de hayret ve gayrettir bilginin. Mükemmelliklere, orijinal güzelliklere, etik ve estetik özelliklere hayret eder, hayran olur. Hayran olunacak işleri gerçekleştirmeye gayret eder. Bilmediğini bilen, bilmesi gerekenleri bilen anlamına da gelir bilgin. Belki çok bilen insan değildir, bildiğini ve bilmesi gerekeni çok iyi bilendir bilgin.
Bilgin, sessiz ve gürültüsüz yaşar; laf değil icraat, şamata değil faydalı iş yapar. Sessizliği, hep derinde gittiği içindir. Zevk sahibidir, ancak hiçbir zaman zevzek değildir. Sevgisini, sevimliliğini, seviyesini her yerde ve her ortamda korur. Acelesi yoktur, vakarı ve ağırlığı vardır. Çoğu zaman oturup da tarih yazmazlar; tarihin yazacağı hizmetleri gerçekleştirirler. Kimsenin kasasında, masasında gözleri yoktur. Günün adamı değil, her zaman gönül adamıdırlar.
Kısacası bilgin, okuyan, yazan, güzel yaşayan, insafı, idraki, sevgiyi, sevimliliği ve seviyeyi koruyan; sürekli iyiyi, güzeli, doğruyu araştıran; masumların, mazlumların yanında olan, konuştuğu zaman yüksekten değil, ama yürekten ve yürekli konuşan, yüklü konuşan kişidir.


1- Ibn Manzûr. Lisânü’l-Arab. III, 175; Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, II, 352.
2- Topaloğlu, Bekir, “İrşad”, DİA.
3- Ibn Manzûr, Lisânü’l-Arab, XVIII, 281-288.
4- Çağırıcı, Mustafa, “Da’vet”. DlA.
5- Çağırıcı, “Da’vet” . DİA.
6- Isra, 15.
7- Zâriyât, 55.
8- Konu ile ilgili örnek olarak bkz. Nahl, 125; A’la, 9-10.
9- Al-i îmran, 110.
10- Tirmizi, Fiten, 11.
11- Hadisin yorumu için bkz. Uludağ. Süleyman, İslâm’da irşad. s. 41.
12-Buhârî, Cuma, 11. Cenâiz, 32; Müslim, İmâret, 20; Ebû Davud, imaret, 1,13.
13- Örnek olarak bkz. Bakara, 143; Âl-i Imran, 104, 110; Tâhâ, 44; Tahrim, 6.
14- Enfâl. 25.
15- Tirmizi. Fiten, 9.
16- Riyazü’s-Salihin. I, 238 (195 no’lu hadis).
17- Âl-i İmrân, 104.
18- Saff, 2-3.
19- Bakara, 44.
20- Buharî. Bed’ül’-Halk, 10;Müslim, Zühd, 51.
21- Fussılet, 33.
22- Al-i Imran, 110.
23- Tevbe, 71-112.
24- Örnek olarak bkz. Müslim. Selam, 3. Salâtü’l-Müsâfırîn, 84; Ebû Dâvûd,Melâhim, 17; Tirmizi, Fiten. 9, 13; Nesâî, Bey’at. 37.
25- Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 84.
26- Buhârî, Cihâd. 102,103; Ebû Dâvud, ilim, 10; Ibn Hanbel, V, 238, 333.
27- Mâide, 32.
28- Tevbe, 67.
29- Bilgi için bkz. Uludağ, Süleyman, Islâm’da irşad, s. 15 vd.; Önkal. Ahmet,Rasûlullah’m Islâm’a Da’vet Metodu, s. 3 vd.
30- Kehf, 29.
31- Bakara, 256.
32- Ebû Dâvud, Cihâd. 116; Kurtubî, el-Câmi’, III, 280; Elmali’h, II. 886.
33- Hamidullah, Islâm Peygamberi, I. 620.
34- Nahl, 125.
35- Bakara. 256.
36- Yûnus, 99.
37- Tâ-Hâ, 43-44.
38- Gâşiye. 21-22.
39- Bkz. en-Nahl, 106.