Makale

RAMAZAN ORUCU

RAMAZAN ORUCU

(Geçen sayıdan devam)

Yazan: Çeviren : Dr. Ali Arslan AYDIN

Prof., Abdurrahman Tâc

Ezher Üniversitesi sabık Rektörü

Orucun Farz Kılınmasındaki Safhalar:

İslâmiyet, getirmiş olduğu oruç ibadetinde bu tederrüç usûlüne şöyle uymuştur:

Ramazan orucu farz kılınmadan önce, Müslümanlara Âşûre günü tut­maları farz kılınmıştı. Âşûre günü, İslamdan önceki dinlere göre de, fazi­letli ve şerefli bir gün sayılır ve o gün oruç tutulurdu. Bu güne gösterilen hürmet ve ihtiram, Câhiliyet devrinde Kureyşliler tarafından da devam ettirilmekte idi. Bu sebeple Kureyşliler Âşûre günü tören yapar ve Kâbenin Örtüsünü Örterlerdi. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) Medine’ye hic­retlerinde, Medine Yahudilerince Âşûre gününe hürmet gösterilmekte ol­duğuna şâhit oldular.

Buhârî ve Müslim’in Urve b. ez-Zübeyr vâsıtasiyle Âişe (r.a.) den naklettikleri bir hadîse göre; Kureyş, Câhiliyet devrinde iken Âşûre gü­nü oruç tutardı. Sonra Resûlullahı (s.a.v.) o gün oruç tutulmasını emretti. Bu hal, Ramazan orucu farz kılmmcaya kadar devam etti. Ramazan ayın­da oruç tutulması farz kılındıktan sonra Resûlullah (s.a.v.) Âşûre günü

hakkında : "Dileyen o gün oruç tutsun, dileyen iftar etsin (oruç tutmasın) ” bu­yurdular.

Yine Buhârî ve Müslim’in İbn-i Abbâs (r.a.) den naklettikleri bir hadîse göre, İbni Abbâs dedi ki :

“Peygamber (s.a.v.) Medîneye geldiler ve Yahudilerin Âşûre günü oruç tuttuklarını görünce: “Mâ hâz â” bu nedir?” diye sordular. Cevaben:

— “Bu, Sâlih (a.s.) günüdür. Bu gün Allah, İsrail oğullarını düşman­larından kurtardı - Bu sebeple - Mûsâ (a.s.) - O gün oruç tuttu, dediler.

Peygamberimiz: “Ben Mûsâ üzerinde sizden daha çok hak sâhibiyim” buyurdular, O gün oruç tuttular ve oruç tutulmasını emrettiler.”

O halde, Aşure günü, Câhiliyet devrinde oruç tutulurdu. Peygamber (s.a.v.) de o gün oruç tuttu. Sonra o gün oruç tutulması, Müslümanlara, Oruç’un Kur’an âyetiyle farz kılınmasından önce farz kılındı. Sonra bu farz, mübarek ve büyük bir ay olan Ramazan ayı orucunun farz kılın­masıyla son buldu. Fakat “Âşûre orucu” mendub olarak devam etti. An­cak, 10 Muharrem’e rastlayan Aşûre gününden önceki 9 uncu günü de oruç tutmak Resûlullah {s.a.v.) in şu hadîslerine istinâden müstahaptır :

“Şayet seneye kadar yaşarsam (Muharrem’in) dokuzuncu günü mut­laka oruç tutacağım.”

Oruç tutmak İçin Ramazan ayının tahsis edilmesinin hikmeti :

“Ramazan ayı Öyle bir aydır ki, bu ayda Kur’an indirilmiştir.” âyeti kerimesinde Allâhu Teâlâ:

Bu ayın önemini, senenin diğer ayları arasındaki mevkiini, genel olarak bütün insanlara doğru yolu gösteren ve İlâhî bir mûcize olan Kur’ân’ın ilk âyetlerini indirmek üzere seçtiği yüce bir ay olduğunu bizlere bildirmiştir, öyle bir Kur’an ki; Kuran’ın herhangi bir insan sözü olma­dığı gibi Muhammed (a.s.) ın zekâ ve dehasının icad ettiği bir eser de olmayıp, ancak ve ancak Allah’ın kelâmı ve vahyi bulunduğuna, bizzat kendisi delil teşkil etmekte ve Kur’ân’ın Muhammed (s.a.v.) e verilen parlak bir burhan, insanları şirk, dalâlet, sapıklık ve her türlü kötü âdet­lerden kurtarmak için Allah tarafından gönderilen hak Peygamber oldu­ğunu, Kur’ân’m, bizzat kendisi iabât etmektedir.

Bu sözler Kur’ân’ın nasıl İlâhî bir hidâyet olduğunu kısaca belirt­mektedir. Tafsîlî olarak ifâde edilecek olursa, Kur’ân; hidâyet ve irşâd bâbında açık âyetler ve parlak delillerdir. Hakkı bâtıldan ayıran bir esas­tır. Çünkü:

Kur’an bir taraftan, hakkı beyân eder, delillerini açıklar, alâmetle­rini gösterir. Hakka uymayı, ona götüren esaslara sarılmayı emreder. Diğer taraftan da, bâtılı ve kötülüklerini bildirir. Onun fesad ve zarar­larını göstererek, bu yola sapmayı yasaklar.

Yukarda zikrettiğimiz bu âyet-i kerîme, Ramazan ayının yüce mev­kiine ve şerefine, yâni bütün insanlar için büyük bir nimet olan Kur’an’ın bu ayda indirilmesine işaret ettikten sonra, böyle mübarek bir aya hürmet edilmesi ve hatırasının daima yaşatılmasının zaruretine binaen, oruç ibadetinin bu ayda farz kılındığını beyan etmiştir.

Bu dînî hüküm, yâni oruç ibadeti, Kur’ân’ın ruhu ve davetiyle, he­def ve gayesiyle ve indirilmesindeki İlâhî hikmetle mütenasiptir. Kur’an, bizatihi hidayet ve nurdur. Çünkü o, insanları, takvâ ve merhamete, adâlet ve müsâvâta, iyi muamele ve muaşerete, doğru söylemeye, muhlis olmaya ve nefsi, hiyle, nifak ve aldatıcılık gibi kötülüklerden temizleme­ye teşvik eder.

Keza oruç ve onun hikmeti de öyledir. Çünkü oruç da insanları, doğruluğa, ihlâsa, iyilik yapmaya; merhametli olmaya ve Allâh’ı zikre yöneltir. Bu güzel hasletlere sahip kılar. Nefsi, sabra, güçlük ve meşak­kate katlanmaya, karşılaşılacak her türlü zorlukları yenmek ve engelleri aşmak için gereken dikkat ve metanete sevkeder.

Gerçekte oruç, Kur’an-ı Kerîm’in inzal edilmesindeki hikmeti en iyi gösteren ve insanların, Kur’ân’ın bildirdiği hidayet yoluna girmelerinde, O’nun talimat ve irşadından faydalanmalarında en hayırlı bir unsurdur.

O halde “Ramazan orucu” Kur’an-ı Kerîm’in nüzûlünü ihya eden, senelik büyük bir ihtifaldir. O, bizlere lütfeden büyük nimet sebebiyle Hak Teâlâ’ya sunulan en güzel şükran nişanesidir. Bu sebeple, Peygam­ber (s.a.v.) bu ayda çok ibadet etmek, kendisine ve ümmetine verdiği ni­metler sebebiyle bütün gücüyle Allah’a şükretmek, daha çok iyilik ve ihsanda bulunmak ve çok Kur’ân okumak suretiyle bu mübarek aya lâyık olduğu ihtiramı göstermeye ve onu anmaya dikkat ederlerdi. Ayrıca bu ayda, Kur’ân’ı Vahy Meleği Cibril Aleyhisselâm’a -ezbere- okumak sure­tiyle müzakere ederlerdi. Hiç şüphe yoktur ki Peygamberlerimizin bu gü­zel sünnetleri, bizler için, hatıraları anmak üzere onlan ihya etmekte ve manevî değerleri yüceltmekte en güzel örnektir.

Oruç’un Hükümleri ve Oruç Tutmamayı mubah kılan bazı özürlerin beyanı:

Bu âyeti kerîme mübarek Ramazan ayını gören, yâni onu idrak eden her Müslümanın, oruç tutmasının farz olduğunu açıkça beyan etmektedir.

Ramazan ayı, adedi otuz veya yirmi dokuz olan günler olup, bu ay­dan maksad “Hilâl-Ay” değildir.

“Bu aya şâhid olmak” dan maksat ise; bazı kimselerin zannettiği gibi, bu ayın “’hilâlini görmek” değildir. Çünkü:

1) Kur’ân’ın nüzûlü, Ramazan hilâlinde değil, belki o, gece ve gün­düze raslayan vakitlerde vâki olmuştur.

2) Oruç gâyesiyle tutulan, “Hilâl” değil, belki o, sayılı günlerdir.

Şu hususa da dikkati çekmek isteriz: Oruç tutmak, yalnız “Hilâl gören” kimseye mahsus olan bir farz olmayıp, belki o, genel bir farzdır. Yâni bu dinî ’hükme uymakta hilâli gören de, görmeyen de müsavidir.

O halde “Şuhûdu Şehr” den “Aya Şahid olmak” dan maksat; “O ayda hazır olmak” tır. Nitekim;

“Fülân, Cuma namazına ve bayram namazına şahid oldu”, Yıl başına ve Hicreti Nebeviyye ihtilâfına şahid oldu” dersin.

“Her sene binlerce Müslüman Arefe gününe Şâhid olur” Yâni o gün orada hazır olur” dersin.

Bu misallerde geçen “Şuhud” ün mânası; “rü’yet ve ibsâr”, yâni gözle görmek değil, belki “Huzur ve vücud” yâni “hazır olmak, o vakit­lerde bulunmak”, veya “o işi yapanlara ortak olmak” demektir.

Bu esasa göre oruç, onu tutma vaktinde hazır olan ve şer’an hudutlu bulunan zamanını idrak eden herkese vaciptir. (Yâni farzdır.)

Oruc’un bu şekilde farz olması için, muhatapların “mükellef” olma­ları şarttır. Mükellef sinn-ı rüşde (bülûğa) eren, akıllı kimselerdir. Bu sebeple Oruç, bülûğa ermeyen çocuklara ve mecnunlara farz değildir. Çünkü mecnun hükmünde olan aklî muvazenesi bozuk kimseler, bu mâ­nevi hastalıktan kurtularak, normal hale dönünceye kadar Allah indin­de mes’ûliyeti bulunan mükellef hükmünde sayılmazlar. Bu bakımdan, geçmiş oruçları tutmakla mükellef olmadıkları gibi, geçirdikleri namaz­ları da kaza etmekle mükellef değillerdir. Zira bir şeyin kazasının farz olması, o şeyin aslının o kimse hakkında farz olmasına bağlıdır. Yâni bir şeyin aslı farz olmazsa, onun kazası da farz olmaz. Çocuklar ve mecnun­lar farzların asılları ile mükellef olmadıklarına göre, o farzları bilâhara kazâ etmekle de mükellef değildirler.

Fakat oruç tutmakla mükellef olan âkil ve bâliğ bir kimse, oruç tu­tamayacak derecede, veya çok zor tutabilecek şekilde hasta olur, veya oruç tutması hastalığının artmasına, veya geç iyi olmasına sebep olursa, o kimse, vakti tayin olunan orucu o günlerde tutmaktan affedilmiştir. An­cak bu farz, o kimsenin zimmetinde yazılı olarak kalır. Bu sebeple oruç tutmaya mâni olan hastalığı geçince, tutmadığı günleri aynen kazâ etmesi gerekir. Şayet hastalığı ve kudretsizliği devam eder de, iyileşerek oruç tutabileceği günlere kavuşamaz ve bu hal üzere iken ölürse, tutamadığı oruçlar yüzünden muaheze edilmez.

Böyle bir hastalık sebebiyle, farz olan orucu tutmaktan affedilen kimselere bazı hallerde oruç tutamıyanların vermeleri gereken “fidye” vermek de lâzım gelmez. Çünkü, bu gibi hastalar üzerine, oruç tutmak farzdır. Eğer hasta iken tutamazlarsa, iyileşince kazâ etmeleri gerekir. Mademki oruç tutmaya mâni olan şey, yalnız, iyileşmesi mümkün olan hastalıktır, o halde, bu hal devam ettiği müddetçe farz, oruç’dan başka bir şeye intikal etmez. Oruç tutmak yerine başka bir şey yapmak, (meselâ fidye vermek) oruç yerine geçmez ve o şahsı oruç borcundan kur­tarmaz.

Şer’an bildirilen mesafede uzak bir yolculuğa çıkan kimse de ayni ruhsattan faydalanabilir. Yâni, yolculuğunu bitirip ikamet ettikten son­ra, başka günlerde, yolculuk esnasında tutmadığı günler adedince oruç tutmak şartıyla, seferde olduğu günlerde oruç tutmayabilir. Fakat yol­cu bu ruhsata rağmen, azimetle amel ederse, yâni yolculuk esnasında da oruç tutarsa, bu, onun için daha hayırlı ve daha faziletlidir.

Çünkü Hak Teâlâ:

“...Oruç tutmanız, eğer bilirseniz sizin için daha hayırlıdır.” buyuru­yor. Ancak, son derece külfetli ve yorucu bir yolculuğa çıkanlar müstes­na. Bu gibi yolcular hakkındaki hüküm, iyileşebilecek hastalar hakkında- ki hüküm gibidir. Yâni bu gibilerin oruç tutmamaları icap eder. Sonra kaza ederler. Fidye vermeleri gerekmez.

(Devamı gelecek sayıda)