Makale

İSLÂM’A DÂVET

İSLÂM’A DÂVET —1 —

Yazan: M. Eş-ŞÜREFÂ

Çeviren: İbrahim URAL

İNSANLIĞIN İSLÂM DÂVETİNE OLAN İHTİYÂCI

İslâm, Cebrail (A.S.) vasıtasıyla Cenâb-ı Hak’dan alınıp, dünyaya ve Son Peygamber Muhammed (A.S.) İbn-i Abdullah’a tebliğ edilen vahiy mecmuası; hakîkat manzûmesidir. Bu vahyi insanlara ve dünyâya bildiren Hz. Muhammed (A.S.) olmuştur. İslam, insanlığın, Yaratıcımız’ın emrine uygun olarak mes’ut bir geleceğe ulaşmasını hedef almıştır. Cenâb-ı Hakk’ın, Peygamberi (S.A.S.) vasıtasıyla insanlığa göndermiş olduğu gaye ve hedefler umûma şâmildir ve son bulmamıştır. Zîrâ İlâhî hikmetlerin ve onun fevkalbeşer kudretinin son bulması söz konusu değildir.

Cenâb-ı Hak Kitâb-ı Hakîm’inde şöyle buyuruyor:

( … )

"De ki: Rabbinin sözlerini yazmak için bütün denizlerin suyu mürek­kep olsa (ve bir o kadar daha yardımcı olarak ilâve etsek) Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenir."

Zîrâ İslam eskimeyen fıtrî temellere ve her asırda varlığını devam et­tirecek olan esaslara dayanmaktadır. İslâm, çeşitli durum ve şartlar altındaki zümre ve toplulukları Allah (C.C.)’ın insanları yarattığı ortak ve belirli fıt­rat üzerinde birleştirir. Bazıları ya pozitivizm taassubuyla veya hissî sebep­lerle dinin aleyhinde bulunurlar ve derler ki: "Çağımız müspet bilim ve medeniyet çağıdır. Artık dine lüzum kalmamıştır."

Böyle düşünenler İslâm ile bâtıl dinleri aynı görmekle büyük bir gaf­let ve cehalet içerisine düşmüşlerdir. İslâm başka dinlerle bir görülemez. İslâm, Musevîlik ve Hristiyanlık gibi muharref kitaplara yâhut insanlar tarafından uydurulmuş nazarî doktrinlere değil, Cenâb-ı Hakk’ın vahyine da­yanmaktadır. Kaldı ki, İslâm çalışmayı emreden ve her asırda hükümrân olan bir dindir. Peşin hükümlerle İslâm hakkında fikir yürütenlerin, önce, Kur’ân’ın inzâlinden evvel insanlığın ne durumda, olduğunu incelemeleri gerekir. Bu nokta üzerinde dikkat ve ilim zihniyeti ile düşünenlerin İslam hakkındaki yanlış kanaatlerinde düzelme olması zarurîdir.

Asrımızda, insanlık, ıstırap ve komplekslerin vermiş olduğu bir sıkıntı ile bunalımlar içine düşmüş ve bunalımları başka bir bunalım illeti ile gi­dermek gibi tezatlar ve karışıklıklar girdabına düşmüştür. Bu manevî illet­lere yakalanmış olan insanlar çeşitli inanış sistemlerine bağlanmakta fakat bunların hiçbiri sâliklerine bir çıkar yol göstermemektedir. Artık beşeriyet neticesi belli olmayan hayalî sistemlere uymanın doğru olmadığını kavra­maktadır.

İnsanlığın kurtuluşu tekrar ve yeniden İslâm’a dönmekle olacaktır!

ESKİ DEVİRLER

Câhilliğin ve karanlığın derinliklerine batmış, sefâhatin her çeşidine bulanmış olan Arapları; İslâm bu durumdan nasıl kurtardı? Onları ci­hangir ve faziletli bir kavim haline nasıl getirdi? Hem bu büyük hamleyi zorlama ve baskı olmaksızın ve az imkânlarla nasıl başardı? Hangi beşer, böyle cihanşümul ve ender bir doğuşu başarabilir?

Câhiliyye devri Arapları kabile taassubu içinde yaşarlar, nizam ve dev­let diye bir usûl tanımazlardı. Kabîle içerisinde kuvvetli olan her yerde kuvvetli olurdu. Hak ve adâlet mefhumlarına riâyet edilmezdi. Soyu kala­balık ve kılıcı keskin olan istediğini elde ederdi. O zamanın iki büyük dev­leti olan Bizans ve Sâsâniye devletleri de çeşitli içtimâî ve siyâsî huzursuz­luklarla doluydu.

İnsan şeref ve haysiyetinin korunduğu ve hakların muhterem olduğu hiçbir ülke mevcut değildi, insanlığın özlediği ve beklediği mes’ut hayâtı İslâm getirmiştir. Bunu gerçekleştirmeğe ilk İslâm cemiyetleri muvaffak ol­muştur. Hz. Peygamber (S.A.S.) devrinde kurulmaya başlanan örnek ahlâk nizâmı, samîmî önderler zamanında da sadâkat ve azimle sürdürülmüştür. İslam ahlakı ihlaslı mü’minler tarafından her asırda yaşanmıştır.

İslâm; zulmü kaldırmış, kin ve düşmanlıkları söndürmüş ve insanlar arasındaki sınıf farklarını gidermiştir. Önce birbirlerine düşman olan kavim ve zümreler; ( … ) âyet-i kerîmesinin mazmûn-ı İlâhîsi altında birleşmişlerdir. Yakın zamanlara kadar, vahdet şuûru Müslümanların gönül bağı olarak mevcuttu.

Akın akın, küme küme Hak Dîn’e giren insan toplulukları İslâm’ı yay­ma yolunda en büyük fedâkârlıklara katlanmışlardır. Bunların gayretleri ile çok kısa bir zamanda, İslâm arzın büyük bir kısmına yayıldı. Yarım asır için­de Kuzey Afrika, İran ve Batı Türk ülkeleri İslâm ülkelerine katıldı. İslam’ın hızla yayılışında mürşitlerin ve İslâm mücâhidlerinin gayretleri takdire şâyandır.

İSLÂM İLE EN YÜCE HİKMETLER VAHYOLUNMUŞTUR

Normal bir insan aklı ile İslam’ın yeryüzünde bulunuşunu ve yayılışını incelemek faydalı olacaktır: İslâm’ın tebliğciliğine Muhammed (S.A.S.) Allah (C.C.) tarafından vazifelendirilmiştir. Hz. Muhammed (S.A.S.) ümmî olup, kimseden bir şey okumamıştır. Hz. Muhammed (S.A.S.) Arabistan’ın tam ortasından, Hicaz’dan zuhur etti. O’nun tebliği önce akılları ve gönülleri fethediyordu. Yirmi üç yılda öyle bir mûcize oldu ki, göçebe bir kavimden cihangir bir kavim zuhur etti, insan aklı bu mucizenin büyüklüğünü ölçmekten âcizdir.

Şurası muhakkaktır ki, nefsânî ihtirastan ve taassuptan uzak olan her düşünce şu hakikati kabûl edecektir: İslam daveti —isterse en büyük filozof olsun— bir insanın uydurduğu bir sistem değildir! İslâm, Cenâb-ı Hakk’ın bir vahyidir.

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de, En-Necm Sûresi’nin dört ve beşinci âyet­lerinde şöyle buyurmaktadır:

( … )

O, kendisine ilka’ edilen bir vahiyden başka bir şey değildir. Onu müthiş kuvvetlere mâlik olan öğretti."

İslâm, coğrafî bakımdan birbirine çok uzak ve çeşitli ülkelere mensup, değişik geleneklere sâhip insanları mânevî bağlarla birbirlerine bağlamış, aralarında sarsılmaz sevgi ve hürmet te’sis etmiştir. İnsanlar İslâm Dîni’ni kendi arzu ve istekleriyle kabûl ediyorlar, onun kurtarıcı ipine (Hablu’llah) sarılıyorlardı. İslam, müntesiplerini doğruluk, takva ve îtidâl damgası ile mühürlüyordu.

İslâm’ın ferde ve onun hürriyetlerine bakışı; köklü, sağlam ve şümullü bir bakıştır. İslâm insanı nefsinin bekçisi ve murâkıbı kılmış, onu nefsi üzerinde her an uyanık olmağa çağırmıştır. Hal böyle iken, insanlığın halâskârı olan İslam’ın, insanı herhangi bir konuda yalnız ve kimsesiz bırak­ması veya onun bâzı ihtiyaçlarını ihmâl etmesi mümkün olamaz! İslâm her cephesiyle mükemmel bir dindir.

Allah korkusu ve takvâ, insanı selâmet yurduna ileten iki mühim has­lettir. Eğer insan bu iki haslet ile vasıflanırsa en yüce ve en makbûl mevkie, eğer takvâ yolunu terk ederse insanlığın en aşağı derekesine müstehak olur.

İşte İslâm, ferdin rûhen olgunlaşması için en mühim yol olan ilim öğ­renme konusuna pek büyük bir önem arz etmiştir. Kur’ân’ın ilk nâzil olan âyetleri "Oku!" emr-i İlâhîsi ile başlamıştır. Okuma-yazma bilen esirlerin onar Müslüman çocuğuna kıraat ve kitabet öğretmek şartıyla serbest bıra­kılması; İslâm târihindeki ilme hürmet vâkıalarının eşsiz örneklerindendir.

(Devamı var)