Makale

MEVLİD HAKKINDA

MEVLİD HAKKINDA

Prof. Dr. Faruk K. TİMURTAŞ

Süleyman Çelebi tarafından yazılan ve asıl adı ( … ) (Kurtuluş Yolu, Vesilesi) olan Mevlid, Türk edebiyatının dînî konuda en beğenilen, en sevilen ve en çok okunan eseridir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.S.)’e karşı duyulan derin sevgi ve saygının çok samîmi, çok temiz ve çok güzel ifadesi olan bu müstesna eser, asırlar boyunca her mü’min Türk’ün gönlünde engin heyecan meydana getirmiş, dâima vecdle ve zevkle dinlenmiş ve okunmuştur. Edebiyâtımızda hiçbir eser Süleyman Çelebi’nin bu şaheseri kadar millete mal olmuş değildir. Bugün de eşsiz ve ölmez esere karşı rağbet ve alâka hiç eksilmeden devam etmektedir. Bunun se­bebi Mevlid’in Türk rûhunu da en iyi şekilde aksettiren her türlü mübalâğadan ve sun’îlikten uzak sâde, saf ve samîmî bir duyguyla ve dille yazılmış olmasıdır. Türk halkı bunda, Hz. Peygamber’e duyduğu bağlılığın ve sevginin tam bir ifadesini bulmuştur.

Süleyman Çelebi’nin ( … )’ı Türkçede kendi nev’inde yazılan ilk eserdir. Daha sonra bu yolda bir hayli eser meydana getirilmişse de, hiçbiri onunki kadar beğenilip sevilmemiş, şöhret kazanmamıştır.

Mevlid’in Arapçada mimli masdar, zaman ismi ve yer ismi olarak üç mânâsı vardır. Bu üç mânâ, yâni “doğmak”, “doğum zamanı” ve “doğum yeri”1 Türkçede de kullanılmıştır. Fakat dilimizde Mevlid denince umûmiyetle Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.S.)’in doğumu ve bunu anlatan eser anlaşılır. Bazı kimselerin mevlid kelimesini “mevlût” veya “mevlûd” şeklinde telâffuz etmeleri doğru değildir; çünkü mevlûd, “yeni doğan” demektir.

MEVLİD İN YAZILIŞ SEBEBİ

Süleyman Çelebi, ( … )’ı Hz. Peygamber’in diğer peygamberlerden üstün olduğunu isbat etmek üzere yazmıştır. Müellifin buna lüzum görmesine Bursa’da bir vâizin Peygamberimiz’in öbür Peygamberlerden farkı olmadığını ileri süren câhilce sözleri sebep olmuştur. Latifi Tezkiresi’nde geniş şekilde anlatılan hâ­dise şudur:

Bursa’da bir vâiz câmide va’z ettiği sırada, ( … ) “Biz onun (Allâh’ın) peygamberlerinden hiçbirini öbürlerinin arasından ayırmayız tefsirine inanırız.” (Bakara Sûresi, 285) âyetini tefsir ederken, Peygamberler ara­sında hiçbir fark olmadığını, kendisinin bu âyet gereğince Hazret-i Muhammed (S.A.S.)’i İsâ (A.S.)’dan üstün görmediğini söyler. Cemâat arasında bulunan Allah’ın Rasûlü’nün gerçek âşık ve sâdıklarından, bilgili ve dînî gayret sahibi bir Arap buna itiraz eder. Kuvvetli ve kesin deliller ortaya koyarak bu âyete verilen mânânın yanlış olduğunu söyler ve der ki: “Hey nâdân ve câhil! Sen tefsir il­minde yayasın. Peygamberler arasında fark yoktur, demekten murad, rasûllük ve nebîlik bakımındandır, yoksa mertebe ve fazilet bakımından değil. Eğer her bakımdan olsaydı ( … ) ‘O peygamberlerin kimini kimine üstün ettik’ (Bakara, 253) âyetinin mânâsı nasıl uygun düşerdi?”

Fakat şehir halkı vâiz tarafını tutar. Bunun üzerine bu zat Arap vilâyetlerine, Halep ve Mısır’a giderek kendi görüşünün lehinde altı kere fetvâ getirirse de, vâiz sözünde ısrar eder. Ancak yedincisinde vâizi yenmek mümkün olur.

İşte Süleyman Çelebi, Mevlid’i bu hâdise dolayısıyla yazmıştır. Vâizin sözlerinden müteessir olarak,

Ölmeyüp İsâ göğe bulduğı yol

Ümmetinden olmak için idi ol

beytini “bedâhaten” söylemiş, buna Hz. Peygamber’in öteki Peygamberlere üstün­lüğünü göstermek için hemen şu beyitleri eklemiştir:

Dahi hem Mûsâ elindeki âsâ

Oldı anun izzetine ejdehâ

Çok temenni kıldılar Hak’dan bular

Kim Muhammed ümmetinden olalar

Gerçi kim bunlar dahi mürsel-durur

Lâkin Ahmed efdâl ü ekmel-durur

Zîrâ efdallığa ol elyak-durur

Ânı eyle bilmeyen ahmak-durur.

Büyük küçük herkes bu beyitleri pek çok beğendiği için Süleyman Çelebi, şevklenmiş ve tam bir Mevlid meydana getirmiştir.

Latîfî Tezkiresi’nde kaydedilen bu rivâyetin gerçek olup olmadığı belli değildir. Hâdise gerçek olmasa bile, Süleyman Çelebi’nin eserini, Hz. Peygamber’in öbür Peygamberlerden üstün olduğunu göstermek maksadıyla yazdığı muhakkaktır. Bü­tün eserde bu husus açık şekilde görülmektedir.

Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i yazmasındaki ikinci gâye, Batınîliğin ehl-i sünnet akidesini ve etrafı karıştırdığı bir zamanda ehl-i sünnet tarafını tutarak devleti yıkmak isteyenlerin ve bâtınîlik propagandası yapanların tesirini azaltmak, hattâ ortadan kaldırmaktır. Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıf sayılabileceği bir devirde (Fetret’ten yeni çıktığı bir sırada) siyâsî, fikrî, dînî her türlü cereyanların kaynaşma halinde olduğu bir zamanda Mevlid, devletin yıkılmasını önlemekte de yardımcı olmuştur.

Süleyman Çelebi, i’tikad meselelerinde ve diğer hususlarda hep ehl-i sünnet görüşünü ortaya koymuş ve eserinde baştan sona ehl-i sünnet akidesinin müda­faasını yapmıştır.

MEVLİDİN ADI, YAZILIŞ TARİHİ

Eskiden beri ve bugün Mevlid olarak tanınan ve şöhret bulan eserin asıl adı Vesîletü’n-Necât (Kurtuluş yolu, sebebi) dır. Müellif bunu kitabın sonunda şu beyitle açıklamaktadır:

İşbu kân-ı şehd ki şirindir dadı

Bil Vesîletü’n-Necât oldı adı.

Vesîletü’n-Necât h. 812 / m. 1409-1410 yılında yazılmıştır. Bu hususta herhangi bir tereddüt yoktur. Eserin son bölümünde şu beyit bulunmaktadır:

Hem sekiz yüz on ikide târihi

Bursa’da oldı tamâm bu iy ahi.

Mevlid yazıldığı vakit, Süleyman Çelebi muhtemelen Ulu Câmi’de imamlık ya­pıyordu.

MEVLİD’İN ŞEKLİ, VEZNİ

Arapça mensur bir önsözle başlayan Mevlid, mesnevi şeklinde yazılmıştır. Yalnız doğum bölümünün ikinci faslının son kısım ve üçüncü faslı kasîde şeklin­de 10 beyitlik bir medhiye eklemiştir.

Mevlid’in vezni remel bahrinden “Fâilâtün fâilâtün fâilün”dür. Medhiyenin vezni “Mef’ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün”dür. Süleyman Çelebi aruz veznini devrine göre ol­dukça başarılı kullanmıştır. Bununla beraber Türkçe kelimelerde kısa seslileri uzat­mayı (imâleyi) ve Arapça, Farsça kelimelerde uzun seslileri kısa okumayı (zihâf’ı) önleyememiştir.

DİLİ ÜSLÛBU

Mevlid XV. asır Eski Anadolu Türkçesiyle yazılmıştır. Devrinin telâffuz ve gramer husûsiyetlerini taşımaktadır. Bugün gerek Mevlid okunurken, gerek eserin basma nüshalarında bu husûsiyetlere çok defa uyulmamakta, ya değiştirilmekte ve­ya yanlış söylenmektedir.

Süleyman Çelebi açık, sâde bir dil kullanmıştır. Çağdaşlarının eserlerine göre, Arapça, Farsça kelimelere ve husûsiyle tamlamalara daha az yer vermiştir. Bu, eserin halk için, geniş kütle için yazılmasından ileri gelmiştir.

Süleyman Çelebi’nin üslûbu da sâde ve külfetsizdir. Süse, yapmacığa kapılma­dan, mübalâğaya düşmeden samimiyetle duygu, heyecan ve düşüncelerini anlatmış­tır. Mevlid’in yüzyıllar boyunca bu kadar beğenilip sevilmesi, dil ve anlatışındaki bu açıklık, samimîlik ve sâdelikten ileri gelmiştir. Türk milleti eseri, kendi rûhuna çok uygun bulmuş, onda kendi mânevi dünyâsının akislerini görmüştür.

MEVLİD’İN BÖLÜMLERİ

Vesîletü’n-Necât dokuz bölümden meydana gelmiştir. “Bahir” de denilen bu bölümler şunlardır: Münâcât, yazar için duâ ve kitaptan dolayı özür dileme, âlemin yaratılması sebebi —Muhammed (S.A.S.) rûhunun yaratılması— Muhammed (S.A.S.) nûrunun intikali, velâdet, Hz. Peygamberin mûcizeleri, Mi’râc, Hz. Peygamber’in vasıfları, vefâtı, kitabın sonu. Her bölüm kendi arasında ayrıca fasıllara ayrılmıştır.

Elimizdeki mevlid nüshalarında bu bölümlerin hepsi mevcut değildir. Münâcât ve duâ dışında sadece velâdeti ihtiva eden nüshalar bulunduğu gibi velâdet ile be­raber Mi’râc’ı da içine alan nüshalar vardır. Basma nüshalarda ise, umûmiyetle vefat bölümü bulunmamaktadır. Bu, mevlid merasimlerinde vefat bahrinin okun­mamasından ileri gelmiş olmalıdır.

Eserin bazı bölümlerinin çıkartılması sûretiyle kısaltılması yanında, bir de bazı fasılların okunmaması veya bölüm ve fasıllardan bazı beyitlerin dışarda bıra­kılması şeklinde yapılmış seçme mâhiyetinde ihtisarlar da görülmektedir. Bunun aksi de vâki olmuştur, yâni fasıllara beyitler de eklenmiştir. Bu meseleye mevlid metinlerinin durumunu belirtirken tekrar dokunacağız.

Bâzı Mevlid nüshalarında ise, eserin sonuna vefât’ı ahvâl-i Fâtıma, Hikâyet-i Cemel (Deve Hikâyesi), Ükkâşe Hikâyesi, Geyik Hikâyesi gibi çeşitli hikâyeler ek­lenmiştir. Bâzen “kitabın sonu” bölümünden de önceye alınmasına rağmen bu hi­kâyelerin Süleyman Çelebi’nin eseri ile bir ilgisi yoktur.

Mevlid merasimlerinde bölümlerden sonra Kur’ân, İlâhi, na’t veya duâ okunduğu mâlûmdur. Bâzı basma Mevlid nüshalarına bu duâ ve medhiyeler de konmuştur.

Kısaltma ve ilâveler dolayısıyla Mevlid’in çeşitli hacimde metinleri tespit edilebilmektedir. Bunlar arasında 10-15 sayfadan 100 sayfaya kadar olanları dikkati çekmektedir. Böylece 100-125 beyitlik Mevlid nüshası yanında 1000 beyitlik nüshalar da yer almaktadır. Basmalarda da metin 150-400 beyit arasında değişmektedir. Asıl Mevlid metni bunların hiçbirisinin hacminde değildir. 730 beyit kadardır.

Mevlid’in müellif elinden çıkmış veya müellif zamanına yakın bir yazma nüs­hası elde bulunmadığı için, eserin hacminde böyle bir değişiklik olmuş ve bu du­rum ortaya çıkmıştır.

Mevlid’e ilâve edilen beyit ve fasıllar içerisinde onunla kaynaşmış ve halkın benimsemiş olduğu parçalar da vardır. Velâdet bölümündeki “Merhaba” faslı böyle bir parçadır. Son zamanlarda yapılan araştırmalar “Merhaba” faslının Süleyman Çelebi’ye âit olmadığını ve esere sonradan ilâve edildiğini meydana koymuştur.

“MERHABA” FASLI

Mevlid üzerinde kırk yıla yaklaşan bir zamandan beri yapılan ilmî araştırmalar, eserin bugün söylenene göre bir hayli değişik eski bir şekli olduğunu ve bunun için de Velâdet bahsinde “Kasîde-i Meliha” başlıklı bir fasıl bulunduğunu ve orada “Merhaba” kısmının yer almadığını göstermiştir. İlk zamanlarda bunun kime âit olduğu noktası üzerinde durulmamıştır. Ahmet Aymutlu, 1946 yılında hazırladığı mezuniyet tezinde, Merhabâ kısmının başka bir şâire âit bir Mevlid içinde bulun­duğunu ilk defa işâret etmiştir. Daha sonraki araştırıcılar bu şâirin adının Ahmet olduğunu tespit etmişlerdir.

Gerçekten de Süleyman Çelebi’den 61 yıl sonra eserini yazmış olan ve bugün dört yazma nüshası elimizde bulunan Ahmed’in Mevlid’inde bir “Merhabâ” faslı bulunmaktadır. Nüshasına göre 8-11 beyit olan bu fasıl, Süleyman Çelebi’ninkinin tamamiyle aynı değildir. 9-10 beyit kadar olan Süleyman Çelebi’nin Mevlid’indeki “Merhabâ” faslının şu beyitleri Ahmed’in eserinde yoktur:

Merhabâ iy âli sultân merhabâ

Merhabâ iy kân-ı irfan merhabâ

Merhabâ iy sırr-ı Fürkan merhabâ

Merhabâ iy derde derman merhabâ

Merhabâ iy kurretü’l-ayn-i Halil

Merhabâ iy hâs-ı mahbûb-ı Celil.

Ayrıca Mevlid’in sahih ve asıl nüshaları kabûl edilen yazmaların ikisinde (biri h. 993’te istinsah edilmiştir) “Kasîde-i Melîha” içinde de 6 beyitlik bir “Merhabâ” kısmının bulunması, Süleyman Çelebi’nin de böyle bir “Merhabâ” beyitleri yazdığını, bunun sonradan Ahmed tarafından genişletildiğini ve daha sonra Mevlid’in yeni şekline bunların aynen alındığını akla getirmektedir. Ahmed’in Süleyman Çelebi’den çok sonra Mevlid’ini yazması ve eserde yer yer Süleyman Çelebi’den alınmış be­yitlerin görülmesi, bu ihtimâli kuvvetlendiren delillerdir. Bu görüşümüz, Merhabâ faslını çok seven ve bunun başka bir şâire âit olmasına gönlü râzı olmayan halkı­mızın temayülüne de uygun düşecektir sanıyoruz.

MEVLİD METİNLERİ

Mevlid’in, ilim çevresince “asıl metni” olarak kabûl edilen eski şekli ile bu­gün okunan şekli arasında bir hayli fark vardır. Bugün okunan Mevlid, öbü­rünün yarısı kadar, hattâ daha kısadır. Her bölümde giriş mahiyetinde olan kısım çıkarıldığı gibi, umûmiyetle bölümler ihtisar edilmiştir. Buna karşılık, başka müel­liflere âit mevlidlerden bugün okunan metne yer yer bâzı beyitler alınmış bulunmak­tadır. Bu şekliyle bugünkü Mevlid, kısaltılmış ve karma bir metin durumundadır.

Mevlid metinleri arasında fark bulunması bugünün meselesi değildir. En eski nüshalar arasında da fark vardır. Daha açık ve kesin olarak söylemek gerekirse Mevlid’in eskiden beri iki ayrı “version”u bulunmaktadır. Mevlid’in bu iki değişik metni arasındaki ayrılık ve değişiklik “Velâdet” bölümünden itibaren başlamak­tadır, daha önceki bölümlerde bir fark yoktur. “Velâdet” bölümünün ikinci farkının sonunda asıl metinde bir kasîde bulunmakta, değişik metinde ise, doğum yine mes­nevi şeklindeki bir fasılla anlatılmakta ve bu arada “Merhabâ” faslı yer almakta­dır. Daha sonra gelen “Mûcizeler”, “Mi’râc”, “Peygamber Efendimiz’in bâzı vasıf­ları” ve “Vefat” bölümlerinde asıl metin ile öteki metin, arada bâzı beyitler aynı olmakla beraber, tamamiyle başka denecek şekilde değişiktir. “Türkçe Mevlid Me­tinleri” üzerinde doktora yapmış olan Neclâ Pekolcay, Mevlid’in değişik metninde bulunan bâzı beyitlerin Sinanoğlu, Ebü’l-hayr, Şâhidî, Muhibbi ve Şehidi gibi şahısların yazdıkları mevlidlerde de mevcut olduğunu göstermiştir. Mamafih, bu eserlerde Mevlid’in asıl metninden alınmış beyitler de görülmektedir. Bu durum Süleyman Çelebi’nin eserinden öbür mevlidlere aktarmalar yapıldığını ortaya koy­duğu gibi, Mevlid’in değişik metnine başka müelliflerin yeni mevlidlerinden beğeni­len beyitler alındığını da meydana çıkarmaktadır. Bugün okunulan Mevlid, Süley­man Çelebi’nin eserinin asıl metni değil, değişik metnin kısaltılmış şeklidir. Bu metin eski ve yeni harflerle müteaddit defa basılmıştır.

MEVLİD’İN DEĞERİ

Dînî edebiyâtımızın en tanınmış, en sevilen ve şöhreti hiçbir zaman eksilmeyen eseri Mevlid’dir. Onun kadar beğenilmiş ve okunmuş başka bir eser yoktur. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, dilinin açık, sâde, külfetsiz oluşu, bu hususta büyük rol oynamıştır. Üslûbundaki ve anlatışındaki samimîlik, yapmacıktan uzak oluş, eserin tesirini ve başarısını arttırmıştır.

Mevlid dil ve üslûp bakımından olduğu kadar, edebî yönden de yüksek değer taşımaktadır. Eserin mükemmel bir yapısı vardır. Her bölüm konuya uygun bir girişle başlamakta ve güzel bir şekilde işlenmektedir. Mübalâğadan kaçınıldığı gibi, söz de lüzumsuz yere uzatılmamıştır. Edebî sanatlardan Türk halk edebiyâtında çok kullanılan “cinas”a fazla yer verilmiştir.

Mevlid yalnız halk tabakaları arasında değil, aydın zümrelerde de hayranlık uyandırmıştır. Bütün milletin takdirini, saygı ve itibarını kazanan nâdir eserlerdendir.

_________________________________________

RESÛL-İ KİBRİYÂ(*)

Olursa gıbta-bahş-i1 Kâbe-i ulyâ2 becâdır3 bu…

Penâh-ı4 ehl-i hacet5 dergeh-i6 hayru’l-vera’dır7 bu...

Yüzün sür, her ne istersen dile, BÂB-I RECÂ’dır* bu...

“Sakın terk-i edebden9 kûy-i" MAHBÛB-I HUDÂ’dır bu...”

“Nazargâh-ı İlâhîdir, MAKÂM-I MUSTAFÂ’dır bu...”

Dil-î11 HAK-bînine12 gaflet nikâbı13 olmayan hâil14,

Değil Firdevse Arş-ı A’zam’a olmaz yine mail”15,

Şu yerden gördüğü feyze, gayrden olur mu nâil16?

“Bu hâkin17 pertevinden18 oldu deycûr-ı19 adem?20 zail21

Âmâdan22 açtı mevcûdât-ı çeşmin23 tûtiyâdır bu24...”

Feza25, hayrân-ı eyvanı26, semâ27 müştâk-ı27 hâkidir

Medâr-ı ziyneti MAHBÛB-I HAKkın cism-i pâkîdir

Tecelliyât-ı rahmet âstân-ı29, tâb-nâkîdir”30

“Felekte31 Mâh-ı nev32 BÂBÜ’S-SELÂM’ın33 sine çâkîdir34

“Anın kandili cevzâ’35 matla’-ı36 nûr-ı ziyâdır bu...”

YED-Î KUDRET37 daha halk etmemiş bir yer şu hâletde38

Müreccah39 Ravza-î40 Rıdvân’a bin kerre letafetde41

Kusûr etmez dil-î agâh42 ona her lâhza hürmetde

“Resûl-i Kibriya’nın Hâb-gâhıdır43 hakîkatde,”

“Tefevvuk kerde-i arş-ı Cenâb-ı Kibriya’dır44 bu.”

Çalış ehl-i kemâl ol, uyma her nâdân-ı gümrâha41

Baş eğ, el bağla, sonra gel huzûr-u Hazret-i Şâh’a;

Derûnî46 arz-ı hâl eyle, ne hâcet âh ile vâha;

“Mürâât-ı47 edeb şartıyle gir NÂBÎ bu dergâha”

“Metâf-ı48 kudsiyândır, cilve-gâh-ı49 enbiyâdır bu50.”

_____________________________________________

(*) Şâirlerden bahseden kaynaklarda “Derûnî” mahlasıyla şiir yazan üç şâire tesadüf ediliyor. Nâbî’nin gazelini tahmis eden şâirin, Yenice Vardarlı “Derûnî” olması muhtemeldir.

1 — Özleyenler için, imrenenler için, 2 — Yüksek, 3 — Yerinde, 4 — Sığınacak yeri, 5 — İsteklilerin, 6 — Dergâh, tekke, 7 — Bütün hayırların üstünde, 8 — istek kapısı, 9 — Edebi terk etmekten sakın, 10 — Köy, belde, 11 — Gö­nül, 12 — Hakkı gören, 13 — Perde, 14 — Engel, 15 —Meyletmek, 16 — Ka­vuşur, 17 — Toprak, 18 — Işık, 19 — Karanlık, 20 — Yokluk, 21 — Kaybol­mak, 22 — Yükseklikten, 23 — Göz, 24 — Sürme, 25 — Gök, 26 — Kasır, köşk, 27 — Gök, 28 — Âşık, 29 — Dergâh, 30 — Parlak, 31 — Gökyüzünde, 32— Yeni ay, 33 — Selâm Kapısı, 34 — Göğsünü yırtması, 35 — ikizler bur­cu, 36 — Doğacak (tulü edecek) yer, 37 — Kudret eli, 38 — Hâl, 39 — Üstün, 40 — Cennet, 41 — Güzellik, 42 — Gönül bilici, 43 — Uyku uyuyacak yer, 44 — Cenâb-ı Hakk’ın arş’a tercih ettiği makamdır bu, 45 — Yolunu şaşırmış câhil, 46 — içten, 47 — Riâyet, 48 — Tavaf edilen yer, 49 — Dolaştığı, görün­düğü, 50 — Peygamberlerin.

______________________________________________