Makale

TEHLİKELİ BİR CEREYAN: RUHÇULUK

TEHLİKELİ BİR CEREYAN: RUHÇULUK

Dr. Süleyman ATEŞ

Şeytanların kimlerin üzerine indiğini sise haber vereyim mi ben?
Onlar her günahkâr yalancının tepesine inerler.
Onlardır ki (şeytanlara) kulak verirler ve onların çoğu yalancıdırlar.

Eş-Şuarâ Sûresi, ayet: 221

Çağımızda ruh çağırma, bir moda haline gelmiştir. Bil­hassa sosyetede bu moda hayli yaygındır. Bâzı dindar, samîmî insanlar da bu yolla ruhun var­lığının isbat edileceği, dolayısıy­la materyalizme karşı daha etkili bir mücadele yapılacağı kanaa­tiyle bu meclislere rağbet etmek­tedirler. Ama çoğunlukla ruh ça­ğıranlar, dînin kurallarını katı bulup, kendilerini doğrudan doğ­ruya ruhlarla temasa getirmek, ruh dünyasıyla ilişki kurmak su­retiyle tatmin etmek çabası ve inancı içindedirler. Bu yolla mad­deden ayrı varlıkların mevcudi­yeti isbat edilse bile bu akımın, bütün dinler ve hele İslâm için tehlikeli ve taban tabana zıt bir akım olduğunu unutmamak ge­rekir. Şimdi bunun, neden İs­lâm’a aykırı düştüğünü inceleye­lim:

Ruh bu dünyâdan ayrıldık­tan sonra vardığı BERZAH âle­minde de yine dünyâdaki gibi hareket edebilir mi? Yeni âle­minde ruh, dünyâdakinden daha büyük bir kudrete mi sâhiptir?

Ruhçulara göre ruh, yeni âleminde de tıpkı dünyâda ol­duğu gibi hareket eder. Ruhla­rın kimi va’z ve irşad ile kimi tıp ile hastaları tedavi ile kimi müşkilâta düşmüşlerin müşkillerini çözmekle meşguldür. Bâzı ruhlar da hiçbir iş yapmazlar. Şaşkın bir vaziyette dolaşırlar. Kimi ruhlar da var ki insanlara eziyet etmekten zevk alırlar. Hattâ ruh çağırma seanslarına dâvet edilen ruhlardan bazıları, “içecek sigara” dahi istemiştir.

Acaba ruhlar âleminin özelliği bu mudur? Allah’ın rızâsını kazanmadan dünyâdan ayrılıp giden rûha, orada, kaybettikleri­ni kazanma imkân ve fırsatı ve­rilecek midir? Ruhçuların ifadesi­ne göre ruh, burada fevtettiklerini orada telâfi edecektir.

Fakat bu fikir İslâm’a zıt düşmektedir. Zîrâ İslâm’a göre AMEL sahası, yalnız dünyâ hayâtıdır. Ölümle beraber teklif de kalkar, ameller de tükenir. Dün­yâ hayâtı, Âhiretin ekin tarlası­dır. Burada ekilir, orada biçilir. Burada ekmeyen, biçme zamanı gelince yeniden ekemez. İnsan, yalnız şu toprağın üstünde iken kendine verilen ömür içerisinde ilerisindeki hayâtının gidişini ha­zırlar. Yoksa buradan ayrıldıktan sonra oradaki hayâtını düzeltme fırsatını kaçırmış olur. Çünkü ölüm, tohum ekme zamanıyla ekin biçme zamanını ayırmıştır. İşte âyet:

“Onlar orada, ‘Rabbimiz, bi­zi çıkar, yaptığımız amelden baş­kasını yapalım’ diye bağrışırlar. Öğüt alacak insanın öğüt alabi­leceği kadar bir zaman sizi yaşat­madık mı? Size uyarıcı da geldi. Öyle ise tadın, zâlimlerin bir yardımcısı yoktur”.1

Can çekişme haline gelen suçlular da böyle yalvarırlar:

“Onlardan birine ölüm ge­lince: ‘Rabbim! Beni geri çevir, belki yapmayıp bıraktığımı tamamlar, iyi iş işlerim’ der. Ha­yır; bu kendi sözüdür. Tekrar diriltilecekleri güne kadar arkalarında geriye dönmekten alıko­yan bir engel vardır”.2

Demek kıyâmete kadar artık ne bir amel yapma yeri, ne de kaybedileni telâfi imkânı vardır. Kişi dünyâ hayâtında ne yap­mışsa odur. Ölüm gelip çatınca amel defterleri dürülür:

“Allah ancak, kötülüğü bil­meyerek yapıp, hemen tevbe edenlerin tevbesini kabûl eder. Kötülükleri işleyip dururken ö­lüm kendisine geldiği zaman: ‘Şimdi tevbe ettim’ diyen ve kâfir olarak ölenlerin tevbesi makbûl değildir”.3

Boğulurken inandığını söy­leyen Firavun’a şu hitap yönel­miştir:

“Şimdi mi? Oysa bundan önce isyan etmiş, müfsitlerden olmuştun!”.4

Bu konuda vârid olan hadîs­ler de bu anlamı desteklemekte­dir:

“İnsan öldüğü zaman ameli kesilir. Ancak yaptığı üç şeyden ötürü sevabı devam eder: Her­kese şâmil sadaka, faydalı ilim, kendisine duâ eden çocuk”.

Böyle bir şey geriye bıra­kan kimseye, geriye bıraktığı şeylerden faydalanıldığı müddet­çe sevap yazılır. Nesillerin yarar­lanacağı bir kitap te’lif etmek, hastalara şifa veren bir ilâç keşfetmek; bir okul, bir câmi yap­tırmak, böyle sevabı devamlı olan işlerdendir. Ama bütün bunlar dünyâda iken yapılır. Dünyâdan ayrıldıktan sonra bir iş yapıp sevap kazanılmaz. Çünkü insan, kendi beşerî iradesin­den çıkmış, küllî iradenin hük­müne geçmiştir. Hz. Ali (R.A.) şöyle diyor:

“Dünyâ geriye döndü, göç edip gitti. Âhiret de yönünü döndü, göç etmiş bize geliyor. Her ikisinin de evlâtları vardır. Siz âhiret evinin evlâtlarından olun, dünyâ evinin evlâtlarından olmayın. Zîrâ bugün amel var­dır, hesap yoktur; yarın da he­sap vardır, amel yoktur”.

Yine Hz. Peygamber (A.S.) şöyle buyurmuşlardır:

“Ey insanlar, sizin uyacağı­nız birtakım işâretler vardır. On­lara uyun. Duracağınız bir sınırı­nız vardır, onda durun. Mü’min, iki korku arasındadır: Ge­çen bir ömür ki Allah’ın o hususta ne yapacağını bilmez. Ka­lan bir ömür ki Allah’ın, o ömür­de kendisine ne hükmedeceğini bilmez. O halde insan, nefsi için nefsinden; âhireti için dünyâsın­dan fedakârlık etsin. İhtiyarlık­tan önce gençlik zamanında, ö­lümden önce hayatta çalışsın. Muhammed’in nefsini elinde tu­tan Allâh’a andolsun ki ölümden sonra yorulacak bir yer yoktur. Dünyâdan sonra Cennet veya Ateşten başka bir ev yoktur”.

İnsan öldükten sonra dünyâ­da yaptığı amellerin gerçek şekilleriyle karşı karşıya gelecektir. Sâlih insanlar nîmet içerisin­de, kötü ruhlar da ateşler içeri­sinde kalacaklardır. Hz. Peygam­ber (S.A.S.) bunu açıkça belirt­mişlerdir:

“Kabir ya Cennet bahçele­rinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur”.

Ölümden sonra kendisi için bir Cennet hayâtı yaratılan ruh, o nimetleri bırakıp dünyevî iş­lerle uğraşmaz. Kötü ruh ise azap içerisindedir, o zindandan kurtu­lup başka işle uğraşmak imkânı­na sahip değildir. O halde ruhla­rın, öldükten sonra dünyâdaki gibi işler yaptıklarını, insanlarla haşır neşir olduklarını düşünmek sahîh bir düşünce değildir.

Ama ruhçular, Karl Marks’ın rûhunu çağırır ve onun uhrevî yaşantısından memnun, nimetler içerisinde. Cennette olduğunu söyletirler. Nice kâfir ruhlarının da yeni âlemlerinden pek mem­nun olduklarını anlatırlar.

Ruhçuların, çağırdıkları gû­ya insanlığın iyiliğine çalışan ruhlardan aldıkları tebliğler incelenince görülür ki RUHÇULUK, İslâm’a zıt yeni bir dindir. Bu din gökten inmemiş, yerdeki kötü cinler tarafından telkin edilmiş bir hurafeler manzumesidir. Ruh­çular, eski dinleri kaldırıp onların yerine bu yeni dîni oturtarak dünyânın çağdaş gelişimine uy­gun, bütün insanları içine alan yeni bir yol çizmek peşindedir­ler. Bunu açıkça söylemeseler de yaptıkları bunu gösteriyor.

Bu yeni din, vahdet-i vücut i’tikâdına dayanır. Onlara göre Allah ve âlem tek varlıktır. Ruhlar, bir bedenden diğer be­dene geçmektedir. Dünyâ ebedî­dir. Bizim anladığımız mânâda bir kıyâmet yoktur. Eski dinler, devirlerini tamamlamışlardır. Bu asrın dîni, ruhçuluk olmalıdır.

Müslüman Ruh Cemiyeti’nin yayınladığı “at-Tawhîd wa’t-Ta’dîd” adlı Arapça eserde Hz. Muhammed (S.A.S.)’in Peygamber­liği inkâr edildiği gibi Hz. İsâ’nın asıldığına dair olan Kur’ân’a ay­kırı rivâyetler de tasdik edilmek­tedir. Bu cemiyetin çağırdığı ve lider kabul ettiği ruh şöyle diyor: “Ben gökten gönderilen bir se­sim. Dünyâ sakinlerine ‘Allâh’a inanın’ diyorum. Ben gökten hi­dâyet risâleti taşıyorum. Allâh’a samîmî olarak bağlanan kullar için bu hidâyet yollarını hazırlı­yorum. Yüklendiğim peygamber­lik görevini dosdoğru yapabil­mek için gayret ettim”.5

Selfrabraş adlı ’bu yeni Müseyleme diyor ki: “Dâimâ hatırlayınız ki siz Allah’tasınız ve Allah da sizdedir. Biz hepimiz Rûh-i A’zam’dan bir parçayız. Hepiniz öteki hayatta Rûh-i A’zam olacaksınız. Bu manzumenin dışında bir Allah yoktur. Gerçi bu sözümü isbat edecek delilim yok ama bu sözlerim kabûl edil­se iyi olur”.8

Havayt Hok adlı ruh ise in­sanlara şöyle sesleniyor: “Bu ha­rekette, bu yeni dinde hepimiz birleşmeliyiz. Aramızda sevgi, dayanma gücü ve anlayış hüküm sürmelidir. Peygamberliğimin e­sası: Yoksula el uzatmak ve in­sanın nefsinde Allah’tan bir parça olduğunu görmesine yar­dım etmektir, insan toprak un­surlarına bürünmüş bir tanrıdır. İnsan, kendinde olan tanrısal parçasını görmedikçe kendi ma­hiyetini idrâk edemez”.7

Selfrabraş’tan vahyedildiği söylenen at-Tawhîd wa’t-Ta’dîd’de şöyle deniyor: “Ruhçuluk, prensiplerinin neşredildiği gün, sizin dünyânızda mutlu bir gü­nün sabahı olacaktır. Zîrâ o zaman milletler arasındaki farklar kalkacak, cinsler arasındaki en­geller yıkılacak, tabakalar arasın­daki ayrılıklar eriyecek, bütün dinler tek hakikatten gönderildi­ği gibi yine tek hakîkat etrafın­da birleşecek”. (s. 57).

“Bu sistem bütün beşeriye­tin malı olacaktır. Bu yolla ruh dünyâsı sakinleri bize yepyeni bir hayat yolu çizecekler; Allah ve iradesi hususunda bize yepye­ni bir fikir vereceklerdir. Yakın­da milletler, fertler, inançlar ve dinler arasındaki bütün engelleri kıracaklardır”.8

Yine Selfrabraş’ın vahyine gö­re: “Dinler bir yerde birleş­meyi bırakıp da dîni ibâdetten ibaret kabul ederse bu boştur. Çünkü dînin özü ibâdette değil­dir. Beşeriyet ibâdeti bir tarafa koysun ve bu yeni ruhsal bağ­lantıda birleşsin”.9

Dr. Refet Kayserilioğlu da “Seviniz, Birleşiniz” adlı eserinde aynen yukarıdaki anlamlarda sözler söyler. Kurduğu ruh se­anslarında Beytî müstear adını kullanan bir ruh konuşmaktadır. Beytî şöyle diyor: “Hepinizin yö­nü yukarılara doğrudur. Birbiri­nizi ve bilgilerinizi kötülemeniz veya küçümsemeniz, kendi mu­kaddes bilgi merdiveninizi kötülemeniz demektir. Artık bu ger­çeği görünüz. Herkesin inancı doğrudur, herkesin bilgisi doğru­dur” (s. 12), “En büyük zekâ, kâinatın büyük parlak varlığı, kaderimize, bedenimize, ruhumu­za ve etrafımızdaki her şeye hâ­kimdir” (s. 17).

Beytî daha doğrusu Refet Kayserilioğlu, bu sözleri şimdiye kadar kimsenin söyleyemediğini ifade eder, bunları bir vahiy gös­termeğe çalışır. Hâlbuki bunları asırlarca önce Muhyi’ddîn Arabî ifade etmiştir: “Herkes bir inanca bağlandı, ben ise bütün inançları kendimde topladım”. Dr. Kayserilioğlu, okuduğu Vahdet-i Vücûd’a dair eserlerin tesi­rinde yuğurulan düşünceleri, Beytî isimli rûha vahiy diye söy­letmekte ve bu basit sözleri Kur’ân kabûl edecek derecede ileri gitmektedir: “Şimdi düşü­nünüz, şuradaki bilgileri hangi insan söyleyebilir? Söyleyebilirim diyen, lütfen bu şümûlde böyle hiç kimsenin bilmediği bilgilerle dolu bir tek cümle yapsın. Yapamıyorlarsa ki hiç şüphesiz yapamayacaklardır, bu sözlerin insan sözü olmadığına inanma­ları gerekmez mi?” (s. 61), “Bir­çok yerlerinde Kur’ân’daki aynı sözler, aynı ifadeler var. Bütün din kitaplarında söylenenler, bu­rada söylenenlerden bir adım dı­şarıda değil.” (s. 64).

Çoğalmamayı, ürememeyi tavsiye eden Beytî varlık, çoğal­manın, âdetâ Allâh’ı âciz bıraktı­ğını söyler: “Siz senelerden beri o kadar fazla çoğaldınız ki idare mekanizmasının sizi bâzı yerler­de serbest bırakması lâzımgeldi. Her işi tamamiyle normal yöne­tebilmek için. Çünkü size idare mekanizması, idrâk, akıl, zekâ verdi, ona güvendi”. (s. 71).

Beytî varlığa göre kâinâtı idare eden bir tek Allah değil, dördüncü düzendeki yüksek ruhlar, yâni ilâhlardır: “Onların bulunduğu âleme, bir olmasını bilenler gidiyordu. O halde ora­da hiç kimseden gizlenen bir bil­gi, saklanan bir karar, söylenme­yen bir haber yoktur. Bu sebep­ten dostumuzun ‘biz her şeyi bi­liriz’ sözü, büyük bir gerçeğin ifadesidir” (s. 143). “Sizi mey­dana getirenler, sizin ne yapa­cağınızı da bilirler”. İfadeye ba­kın. Bizi meydana getiren Allah’tır:

“Sizi rahimlerde dilediği gi­bi şekillendiren O’dur”10 diyor Cenâb-ı Hak. Allah’tan başka yaratıcı mı var ki, sizi meydana getirenler... şeklinde çoğul bir ifade kullanılıyor? Beytî’ye göre evet, dördüncü düzendeki bütün ilâhlar (dördüncü düzen idare mekanizması) bizleri meydana getirmiştir.

Beytî’nin ilhamına göre: “A­sıl yön, asıl doğrusu sizin düşün­menizde. En doğru yol, düşüne­rek varacağınız yoldur. Eğer dü­şüncelerimiz bizi şu dînin veya bu dînin prensiplerini kabûle gö­türüyorsa onları yapmamız lâ­zımdır. Yok, düşüncelerimiz bizi dinlerin dışında başka hayat prensiplerine götürüyorsa onları benimseyip tatbik etmemiz, bi­zim için en hayırlısıdır”. (s. 72).

Dr. Re’fet’e göre inançlar, devre göre değişmelidir: “İnanç­ların dinamik ve uyanık bir inanç olması, değişen, genişleyen bil­gilere göre genişlemesi ve büyü­mesi gerekirdi. Bugünkü devirde 8-10 asır öncesinin bilgisine göre inanmaya kalkılırsa gülünç olur”. (s. 162).

Ruhçulara göre önemli olan îman değil, harekettir: “İnsanla­rı seven, insanlara hizmeti mu­kaddes bir vazife bilen, onların haklarını koruyan, doğruluktan ayrılmayan kimse Allâh’a, Pey­gambere inanmasa da gerçek mü’mindir. Beri taraftan Allâh’a, Peygambere inandığını söyleyip insanlara kötülük yapan, şunu bunu kandıran, bilgi, sevgi ve hizmet dağıtmayan kimse mü’min değil, ikiyüzlüdür. O ken­dini aldatan, ibâdetler peşinde koşan bir zavallıdır. O ibâdet e­den değil, inanan bile değildir”. (s. 166).

Selfrabraş da Beytî’nin fik­rini telkin etmiş; insanın hı­ristiyan, kâfir veya Müslü­man olması önemli değildir. Ö­nemli olan, hayâtında yaptığı iş­lerdir: "Bana bir adam göster ki herhangi bir dîne sâlik değildir, Allâh’ı anmaz. Ama emindir, gü­venilir, zayıfa yardım elini uza­tır, topal köpeğe yardım eder. Düşmüşlere şefkat doludur. Bu adam, herhangi bir dîne men­sup olandan daha dindardır”.11

Hâlbuki Kur’ân’a göre îman esastır:

"O inkâr edenler var ya eğer bütün yeryüzünde olanlar kendilerinin olsa ve bunun bir misline daha sâhip olsalar da kıya­met gününün azabından kurtul­mak için onu fidye verseler, on­lardan kabûl edilmez. Onlar için elîm bir azab vardır”.12

Daha birçok ters düşünce­lerle dolu kitapta Allâh’a yaratı­cı bile denemeyeceği, zîrâ O’nun düşüncelerimizden yukarıda ol­duğu söyleniyor. Kur’ân-ı Kerîm ise Allâh’a 99 isim ve sıfat ver­miştir. Kur’ân’a göre:

“Allah her şeyin yaratıcısı­dır”.13

Ruhçular, birçok dinleri ka­rıştırarak yeni bir din kurmak is­tiyorlar: “Yalnız Muhammed’in ve Kur’ân’ın değil, Hz. İsâ’nın ve İncil’in, Hz. Musa’nın ve Tevrat’­ın, Budda’nın, Konfüçyüs’ün, Ze­bur’un, diğer her çeşit dînin söy­lediklerini, birçok yol göstericinin söylediklerini de dikkatle takip etmek lâzımdır” (s. 19). Ku­rulmak istenen bu sözde entelektüel dînin, İslâm’a bir nazîre olsun diye beş esâsı vardır. Bu beş esas: “İyilik, doğruluk, çalış­mak, bilgi ve sevmek”tir.14

Bütün bunlardan açıkça an­laşılıyor ki ruhçuların müşterek gayesi; dîni, onun özü ve ahlâkın da temeli olan Allâh’a kullu­ğu (ibâdeti) kaldırmaktır. Onla­ra göre ibâdetin hiç kıymeti yok­tur. Hattâ Selfrabraş adlı ruh, dînî nassları da reddetmiştir: “Âdem’den, onun yaratılışından, karısından ve çocuklarından bah­seden dînî kıssaların, bâzı mu­taassıp kimselerin sandıkları gibi ilmî, târihî bir değeri yoktur. Bu, erkek ve kadının meydana gelmesi hususunda aklın anlaması için takrîbî bir misâlden başka bir şey değildir. Bu misâl, baş­langıcı, ruh âleminden inişi tem­sil etmektedir. Hakîkat Âdemi ondadır, yaratılmış Âdem ondandır. Bunlar akıllar için tasvîrî şey­lerdir. Bunların evveli idrâk edil­mez, künhü bilinmez”.15 Selfrabraş Hz. Peygamber (S.A.S.)’i kabûl etmiyor: “Mesih (İsâ), dünyâmızda bildiğimiz en büyük zattır. Ne ondan önce, ne de on­dan sonra ona nâzil olan İlâhî ilham kadar hiç kimseye ilham nâzil olmamıştır. İsâ, peygamber­lerin ve öğretmenlerin sonuncu­sudur. O, Yahudi ana ve baba­dan doğmuştu”.16 “İsâ’nın getir­dikleri, zamanının kilise çevresi­ne muhalif düştüğü için asılmış­tı”.17

“Ne altından cennet, ne de ateşten cehennem vardır. Bun­lar dar görüşlülerin düşüncesi­dir. Kendinizi bir tek kitaba, bir tek öğretmene ve bir tek mürşi­de bağlı tutmayın. Biz, bir kitâba, bir dîne ve bir akîdeye bağlı değiliz. Biz yalnız Rûh-i A’zam’a bağlıyız. İnsan, bu dünyâdan ge­çip gittikten sonra dünyâdaki inançlarının hiç kıymeti yoktur. Ancak insanlık için yaptığı işlerin değeri vardır. Şu maddî cisim toprağa düştükten sonra insanın, uğrunda mücâdele ettiği bütün beşerî inançlar mânâsız ve boş olur. Zîrâ bu inançlar zerre kadar rûhu temizlemez”.18

Selfrabraş’a göre dünyânın evveli ve sonu yoktur: “Işığın olmayıp ertesi gün var olduğu bir gün vardır diyemem. Sizin dünyânız hâlâ insanların, Adn cennetinde geçen olayda anlatıldığı gibi yaratıldığına inanır ama bu doğru değildir. Dünyâ önce yoktu, sonradan var oldu fikri yanlıştır. Kâinat dâimâ mevcut idi. Biz biliyoruz ki kâinâtın ev­veli ve sonu yoktur”.19

Görülüyor ki bu cereyan, insanlık sevgisi, kardeşlik, başka­larına yardım, doğruluk gibi par­lak sözler ardından İslâm’ı yık­mak için gizlice elini uzatmakta­dır. İnsanlar vahyi ve peygam­berliği inkâr edince mutluluğa ermek bir yana, İlâhî fıtrattan şeytânî fıtrata girecek ve esfele sâfilîn’e düşeceklerdir. Bu da in­sanlığın mahvı demektir. İnsan ruhunu temizleyen ve onu güzel ahlâkla bezeyen ibâdettir. Allâh’ın azameti karşısında bükülme­yen, huşû ile eğilmeyen beden­lerin taşıdığı ruhlarda ne temiz­lenme olur, ne ahlâk olur, ne de insanlık olur.

Şimdi düşünelim, netice iti­bariyle insanı ibâdetten ayırarak süflîleştirmeğe götüren, rûhu kupkuru bırakan, rûhu gıdasın­dan ayırmak isteyen bu habis düşünceleri ruhçuların sandıkları gibi gerçekten ruhlar mı telkin ediyor? Ruhçuların dâvetlerine gelenler hakîkaten ruhlar mıdır? Kanaatimize göre hayır. Çünkü iyi ruhlar dünyâdan ayrıldıktan sonra Cennet nimetleriyle meş­guldürler. O nimetleri bırakıp da böyle dâvetlere icabet etmezler. Suçlu ruhlar ise azap içerisinde olduklarından dâvete icâbet du­rumunda değildirler. Her iki züm­re de kendi iradelerinden Allâh’ın iradesine geçmiştir.

O halde bu gelenler kimlerdir? Bunlar kâfir olan cinlerdir. Zîrâ Cin Sûresi’nde belirtildiği gi­bi cinlerin Müslümanı vardır, kâ­firi vardır. Kâfir cinler yâni şey­tanlar, İblîs’in tâifesidir. Bunlar insanları aldatmak için türlü yol­lar seçerler. İnsanların ruh ça­ğırmalarını görünce, bunu iyi bir fırsat bilmişlerdir. Ruh çağırılınca bu kâfir cinler gelip kendile­rini çağırılan ruh olarak takdim etmekte ve insanları avlayıp al­datmaktadırlar. Tabiî cinlerin bil­gisi de insanlardan fazla oldu­ğundan o çağırılan rûhun, dünyâ hayâtı hakkında malûmatları var­dır. Bunun için aynen çağırılan ruhmuş gibi bâzı şeyler anlatıp insanları kandırmaktadırlar.

Bir arkadaşımın anlattığı bir hâtıra dâ bu fikrimi te’yid et­mektedir: “Diyarbakır’da iken kendimi ruh çağırmalarına kap­tırmıştım. Bir ruh gelip bana kendini Abdulkadir Geylânî diye takdim ediyordu. Ben de inan­mıştım. Bir gün bu ruh geldi. Arapça bir şeyler okudu. Ona Arapça bilmediğimi, söyledikleri­ni Türkçe söylemesini rica ettim. Türkçesini söyledi. Bunların âyet mi, hadîs mi olduğunu sordum. “Âyet” dedi. Kur’ân’ın neresinde dedim. “Falan yerinde” dedi. De­diği yere baktım, öyle bir âyet bulamadım, içime şüphe düştü. Bu gelen velî ise velî yalan söy­lemezdi. Yine çağırdım, dediği yerde öyle bir âyetin olmadığını söyledim. “Falan tefsirde” dedi. Baktım, orada da yoktu, iyice kuşkulandım. Tekrar çağırdım: “Doğru söyle, dedim, sen velî misin, şeytan mısın?”, “Ben ş.ş.ş.şş. Şeytan...” dedi. Eûzü bi’llâhimineşşeytânirracîm dedim ve kalktım. Bir daha da böyle bir şey yapmadım."

Cinlerin insanları nasıl al­dattığını, fitneye saldıklarını şu âyet, anlatıyor:

“Allah hepsini toplayacağı gün, ’Ey cin topluluğu! İnsanların çoğunu yoldan çıkardınız’ der, insanlardan dostu olanlar, ’Rabbimiz! Bir kısmımız bir kısmımız­dan faydalandık ve bize tâyin et­tiğin sürenin sonuna ulaştık’ der­ler. ’Cehennem Allah’ın dilemesi­ne bağlı olarak temelli kalacağı­nız durağınızdır’ der. Doğrusu Rabbın, Hakîmdir, bilendir”.20

Bu seanslarda ruh diye gelip insanları aldatanların, mâzi veya istikbâle dâir söyledikleri bâzı şeylerin doğru çıkması, bunların ruh olduğuna insanları inandırı­yor. Oysa cinlerin ömrü çok uzundur. Bilgi gücü de insanlarınkinden çok fazladır. Çünkü on­lar ecsam-i lâtifedir. Çok kısa za­manda uzun mesafeleri aşma kudretine sâhiptirler. Onlar, alet­siz olarak kendi normal güçleriy­le çok eskilerden beri fezaya çık­maktadırlar. Onun için şimdi ve geçmişte yaşamış insanların ha­yatları hakkında da bilgileri var­dır. Ama bu onların gaybı bildiği anlamına gelmez. Bize göre gayb olan bâzı şeyler, onlara göre gayb değildir. Faraza insan yükseğe çıktıkça görüş sâhası artar. Yer­de duranlara gayb olan şeyler, göğe yükselene göre gayblıktan çıkar. Asıl gayb, Allah’ın hazîne­sidir. Onu O’ndan başkası bil­mez. İnsan letâfet kazandıkça da bilgi gücü artar. Cinler ise lâtif varlıklardır. Bu bakımdan bilgi güçleri fazladır. Binâenaleyh şa­hıslar ve eşya hakkında bizim bilmediğimiz bâzı şeyleri bilirler. Ama bu bilgileri de mahdut ve çoğu kere yanlışla karışıktır.

Hâsılı bu gibi şeylere aldanmamalıyız. Maalesef bu ruh çağırmalar, bu ruhçuluk cereyânı çağımızda yeni Müseylemeler, yeni Secahların meydana çıkma­sına sebep olmuştur. Bakıyorsu­nuz biri çıkıyor, Mevlânâ’dan vahy aldığını söylüyor. Söyledik­leri ise Mevlânâ’nın gerçek Mesnevisi karşısında âdetâ oyun­cak kalıyor. Arada yerle gök arası kadar fark var. Bir başkası çıkıyor, bilmem falan velî ile temas kurduğunu söylüyor.

Biz Müslümânız, maddeye ve maddenin üstünde varlıkların mevcudiyetine, rûha, âhirete ina­nırız. İnancımız Kitap ve Sünnet gibi sağlam temellere oturur. Bu îmâna vehim karıştıramayız. Dî­nimiz ilim ile zannı birbirinden ayırmış, zanna itibar olamayaca­ğını bildirmiştir. İman zan üzerine kurulamaz. Müslümanlara inanç­larını böyle evham ve hurâfattan korumalarını tavsiye ederiz.

_________________________________

(1) Fatır: 37.
(2) Mu’minun: 99-100.
(3) Nisa: 17-18
(4) Yunus: 91.
(5) al-Wa’yu’l-İslâmî, sene 2, sayı 24 (at-tawhid wa’t-ta’did s. 45-48).
(6) Aynı eser, s. 52.
(7) Âlemu’r-rûh, sayı 127.
(8) al-Wa’yu’l-İslâmî, sayı: 24. (Alemu’r rûh, sayı: 126).
(9) al-Wa’yu’l-İslâmi, sayı 24 (at-Tawhîd wa’t-ta’dîd, s. 183).
(10) Al-i İmran sûresi: 3.
(11) Aynı eser, s. 101.
(12) Maide Sûresi: 36.
(13) Zümer Sûresi: 62.
(14) Bkz. Dr. Refet Kayserilioğlu, Se­viniz, Birleşiniz, Bir Olunuz, 12, 17, 19, 61, 64, 71, 72, 162, 166 vd. say­falar. İstanbul.
(15) Al-wa’yu’l-İslâmî, sayı 24.
(16) al-wa’yu’l-İslâmî, sayı: 24 (al-Hikmetu’l-âliye, s. 53).
(17) al-wa’yu’l-îslâmî, sayı: 24 (al-Hikmetu’l-âliye, s. 46).
(18) al-Hikmetu’l-âliye, s. 28, 124, 149.
(19) al-Hikmetu’l-âliye: s. 110.
(20) En’am: 128.