TEHLİKELİ BİR CEREYAN: RUHÇULUK
Dr. Süleyman ATEŞ
Eş-Şuarâ Sûresi, ayet: 221
Çağımızda ruh çağırma, bir moda haline gelmiştir. Bilhassa sosyetede bu moda hayli yaygındır. Bâzı dindar, samîmî insanlar da bu yolla ruhun varlığının isbat edileceği, dolayısıyla materyalizme karşı daha etkili bir mücadele yapılacağı kanaatiyle bu meclislere rağbet etmektedirler. Ama çoğunlukla ruh çağıranlar, dînin kurallarını katı bulup, kendilerini doğrudan doğruya ruhlarla temasa getirmek, ruh dünyasıyla ilişki kurmak suretiyle tatmin etmek çabası ve inancı içindedirler. Bu yolla maddeden ayrı varlıkların mevcudiyeti isbat edilse bile bu akımın, bütün dinler ve hele İslâm için tehlikeli ve taban tabana zıt bir akım olduğunu unutmamak gerekir. Şimdi bunun, neden İslâm’a aykırı düştüğünü inceleyelim:
Ruh bu dünyâdan ayrıldıktan sonra vardığı BERZAH âleminde de yine dünyâdaki gibi hareket edebilir mi? Yeni âleminde ruh, dünyâdakinden daha büyük bir kudrete mi sâhiptir?
Ruhçulara göre ruh, yeni âleminde de tıpkı dünyâda olduğu gibi hareket eder. Ruhların kimi va’z ve irşad ile kimi tıp ile hastaları tedavi ile kimi müşkilâta düşmüşlerin müşkillerini çözmekle meşguldür. Bâzı ruhlar da hiçbir iş yapmazlar. Şaşkın bir vaziyette dolaşırlar. Kimi ruhlar da var ki insanlara eziyet etmekten zevk alırlar. Hattâ ruh çağırma seanslarına dâvet edilen ruhlardan bazıları, “içecek sigara” dahi istemiştir.
Acaba ruhlar âleminin özelliği bu mudur? Allah’ın rızâsını kazanmadan dünyâdan ayrılıp giden rûha, orada, kaybettiklerini kazanma imkân ve fırsatı verilecek midir? Ruhçuların ifadesine göre ruh, burada fevtettiklerini orada telâfi edecektir.
Fakat bu fikir İslâm’a zıt düşmektedir. Zîrâ İslâm’a göre AMEL sahası, yalnız dünyâ hayâtıdır. Ölümle beraber teklif de kalkar, ameller de tükenir. Dünyâ hayâtı, Âhiretin ekin tarlasıdır. Burada ekilir, orada biçilir. Burada ekmeyen, biçme zamanı gelince yeniden ekemez. İnsan, yalnız şu toprağın üstünde iken kendine verilen ömür içerisinde ilerisindeki hayâtının gidişini hazırlar. Yoksa buradan ayrıldıktan sonra oradaki hayâtını düzeltme fırsatını kaçırmış olur. Çünkü ölüm, tohum ekme zamanıyla ekin biçme zamanını ayırmıştır. İşte âyet:
“Onlar orada, ‘Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımız amelden başkasını yapalım’ diye bağrışırlar. Öğüt alacak insanın öğüt alabileceği kadar bir zaman sizi yaşatmadık mı? Size uyarıcı da geldi. Öyle ise tadın, zâlimlerin bir yardımcısı yoktur”.1
Can çekişme haline gelen suçlular da böyle yalvarırlar:
“Onlardan birine ölüm gelince: ‘Rabbim! Beni geri çevir, belki yapmayıp bıraktığımı tamamlar, iyi iş işlerim’ der. Hayır; bu kendi sözüdür. Tekrar diriltilecekleri güne kadar arkalarında geriye dönmekten alıkoyan bir engel vardır”.2
Demek kıyâmete kadar artık ne bir amel yapma yeri, ne de kaybedileni telâfi imkânı vardır. Kişi dünyâ hayâtında ne yapmışsa odur. Ölüm gelip çatınca amel defterleri dürülür:
“Allah ancak, kötülüğü bilmeyerek yapıp, hemen tevbe edenlerin tevbesini kabûl eder. Kötülükleri işleyip dururken ölüm kendisine geldiği zaman: ‘Şimdi tevbe ettim’ diyen ve kâfir olarak ölenlerin tevbesi makbûl değildir”.3
Boğulurken inandığını söyleyen Firavun’a şu hitap yönelmiştir:
“Şimdi mi? Oysa bundan önce isyan etmiş, müfsitlerden olmuştun!”.4
Bu konuda vârid olan hadîsler de bu anlamı desteklemektedir:
“İnsan öldüğü zaman ameli kesilir. Ancak yaptığı üç şeyden ötürü sevabı devam eder: Herkese şâmil sadaka, faydalı ilim, kendisine duâ eden çocuk”.
Böyle bir şey geriye bırakan kimseye, geriye bıraktığı şeylerden faydalanıldığı müddetçe sevap yazılır. Nesillerin yararlanacağı bir kitap te’lif etmek, hastalara şifa veren bir ilâç keşfetmek; bir okul, bir câmi yaptırmak, böyle sevabı devamlı olan işlerdendir. Ama bütün bunlar dünyâda iken yapılır. Dünyâdan ayrıldıktan sonra bir iş yapıp sevap kazanılmaz. Çünkü insan, kendi beşerî iradesinden çıkmış, küllî iradenin hükmüne geçmiştir. Hz. Ali (R.A.) şöyle diyor:
“Dünyâ geriye döndü, göç edip gitti. Âhiret de yönünü döndü, göç etmiş bize geliyor. Her ikisinin de evlâtları vardır. Siz âhiret evinin evlâtlarından olun, dünyâ evinin evlâtlarından olmayın. Zîrâ bugün amel vardır, hesap yoktur; yarın da hesap vardır, amel yoktur”.
Yine Hz. Peygamber (A.S.) şöyle buyurmuşlardır:
“Ey insanlar, sizin uyacağınız birtakım işâretler vardır. Onlara uyun. Duracağınız bir sınırınız vardır, onda durun. Mü’min, iki korku arasındadır: Geçen bir ömür ki Allah’ın o hususta ne yapacağını bilmez. Kalan bir ömür ki Allah’ın, o ömürde kendisine ne hükmedeceğini bilmez. O halde insan, nefsi için nefsinden; âhireti için dünyâsından fedakârlık etsin. İhtiyarlıktan önce gençlik zamanında, ölümden önce hayatta çalışsın. Muhammed’in nefsini elinde tutan Allâh’a andolsun ki ölümden sonra yorulacak bir yer yoktur. Dünyâdan sonra Cennet veya Ateşten başka bir ev yoktur”.
İnsan öldükten sonra dünyâda yaptığı amellerin gerçek şekilleriyle karşı karşıya gelecektir. Sâlih insanlar nîmet içerisinde, kötü ruhlar da ateşler içerisinde kalacaklardır. Hz. Peygamber (S.A.S.) bunu açıkça belirtmişlerdir:
“Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur”.
Ölümden sonra kendisi için bir Cennet hayâtı yaratılan ruh, o nimetleri bırakıp dünyevî işlerle uğraşmaz. Kötü ruh ise azap içerisindedir, o zindandan kurtulup başka işle uğraşmak imkânına sahip değildir. O halde ruhların, öldükten sonra dünyâdaki gibi işler yaptıklarını, insanlarla haşır neşir olduklarını düşünmek sahîh bir düşünce değildir.
Ama ruhçular, Karl Marks’ın rûhunu çağırır ve onun uhrevî yaşantısından memnun, nimetler içerisinde. Cennette olduğunu söyletirler. Nice kâfir ruhlarının da yeni âlemlerinden pek memnun olduklarını anlatırlar.
Ruhçuların, çağırdıkları gûya insanlığın iyiliğine çalışan ruhlardan aldıkları tebliğler incelenince görülür ki RUHÇULUK, İslâm’a zıt yeni bir dindir. Bu din gökten inmemiş, yerdeki kötü cinler tarafından telkin edilmiş bir hurafeler manzumesidir. Ruhçular, eski dinleri kaldırıp onların yerine bu yeni dîni oturtarak dünyânın çağdaş gelişimine uygun, bütün insanları içine alan yeni bir yol çizmek peşindedirler. Bunu açıkça söylemeseler de yaptıkları bunu gösteriyor.
Bu yeni din, vahdet-i vücut i’tikâdına dayanır. Onlara göre Allah ve âlem tek varlıktır. Ruhlar, bir bedenden diğer bedene geçmektedir. Dünyâ ebedîdir. Bizim anladığımız mânâda bir kıyâmet yoktur. Eski dinler, devirlerini tamamlamışlardır. Bu asrın dîni, ruhçuluk olmalıdır.
Müslüman Ruh Cemiyeti’nin yayınladığı “at-Tawhîd wa’t-Ta’dîd” adlı Arapça eserde Hz. Muhammed (S.A.S.)’in Peygamberliği inkâr edildiği gibi Hz. İsâ’nın asıldığına dair olan Kur’ân’a aykırı rivâyetler de tasdik edilmektedir. Bu cemiyetin çağırdığı ve lider kabul ettiği ruh şöyle diyor: “Ben gökten gönderilen bir sesim. Dünyâ sakinlerine ‘Allâh’a inanın’ diyorum. Ben gökten hidâyet risâleti taşıyorum. Allâh’a samîmî olarak bağlanan kullar için bu hidâyet yollarını hazırlıyorum. Yüklendiğim peygamberlik görevini dosdoğru yapabilmek için gayret ettim”.5
Selfrabraş adlı ’bu yeni Müseyleme diyor ki: “Dâimâ hatırlayınız ki siz Allah’tasınız ve Allah da sizdedir. Biz hepimiz Rûh-i A’zam’dan bir parçayız. Hepiniz öteki hayatta Rûh-i A’zam olacaksınız. Bu manzumenin dışında bir Allah yoktur. Gerçi bu sözümü isbat edecek delilim yok ama bu sözlerim kabûl edilse iyi olur”.8
Havayt Hok adlı ruh ise insanlara şöyle sesleniyor: “Bu harekette, bu yeni dinde hepimiz birleşmeliyiz. Aramızda sevgi, dayanma gücü ve anlayış hüküm sürmelidir. Peygamberliğimin esası: Yoksula el uzatmak ve insanın nefsinde Allah’tan bir parça olduğunu görmesine yardım etmektir, insan toprak unsurlarına bürünmüş bir tanrıdır. İnsan, kendinde olan tanrısal parçasını görmedikçe kendi mahiyetini idrâk edemez”.7
Selfrabraş’tan vahyedildiği söylenen at-Tawhîd wa’t-Ta’dîd’de şöyle deniyor: “Ruhçuluk, prensiplerinin neşredildiği gün, sizin dünyânızda mutlu bir günün sabahı olacaktır. Zîrâ o zaman milletler arasındaki farklar kalkacak, cinsler arasındaki engeller yıkılacak, tabakalar arasındaki ayrılıklar eriyecek, bütün dinler tek hakikatten gönderildiği gibi yine tek hakîkat etrafında birleşecek”. (s. 57).
“Bu sistem bütün beşeriyetin malı olacaktır. Bu yolla ruh dünyâsı sakinleri bize yepyeni bir hayat yolu çizecekler; Allah ve iradesi hususunda bize yepyeni bir fikir vereceklerdir. Yakında milletler, fertler, inançlar ve dinler arasındaki bütün engelleri kıracaklardır”.8
Yine Selfrabraş’ın vahyine göre: “Dinler bir yerde birleşmeyi bırakıp da dîni ibâdetten ibaret kabul ederse bu boştur. Çünkü dînin özü ibâdette değildir. Beşeriyet ibâdeti bir tarafa koysun ve bu yeni ruhsal bağlantıda birleşsin”.9
Dr. Refet Kayserilioğlu da “Seviniz, Birleşiniz” adlı eserinde aynen yukarıdaki anlamlarda sözler söyler. Kurduğu ruh seanslarında Beytî müstear adını kullanan bir ruh konuşmaktadır. Beytî şöyle diyor: “Hepinizin yönü yukarılara doğrudur. Birbirinizi ve bilgilerinizi kötülemeniz veya küçümsemeniz, kendi mukaddes bilgi merdiveninizi kötülemeniz demektir. Artık bu gerçeği görünüz. Herkesin inancı doğrudur, herkesin bilgisi doğrudur” (s. 12), “En büyük zekâ, kâinatın büyük parlak varlığı, kaderimize, bedenimize, ruhumuza ve etrafımızdaki her şeye hâkimdir” (s. 17).
Beytî daha doğrusu Refet Kayserilioğlu, bu sözleri şimdiye kadar kimsenin söyleyemediğini ifade eder, bunları bir vahiy göstermeğe çalışır. Hâlbuki bunları asırlarca önce Muhyi’ddîn Arabî ifade etmiştir: “Herkes bir inanca bağlandı, ben ise bütün inançları kendimde topladım”. Dr. Kayserilioğlu, okuduğu Vahdet-i Vücûd’a dair eserlerin tesirinde yuğurulan düşünceleri, Beytî isimli rûha vahiy diye söyletmekte ve bu basit sözleri Kur’ân kabûl edecek derecede ileri gitmektedir: “Şimdi düşününüz, şuradaki bilgileri hangi insan söyleyebilir? Söyleyebilirim diyen, lütfen bu şümûlde böyle hiç kimsenin bilmediği bilgilerle dolu bir tek cümle yapsın. Yapamıyorlarsa ki hiç şüphesiz yapamayacaklardır, bu sözlerin insan sözü olmadığına inanmaları gerekmez mi?” (s. 61), “Birçok yerlerinde Kur’ân’daki aynı sözler, aynı ifadeler var. Bütün din kitaplarında söylenenler, burada söylenenlerden bir adım dışarıda değil.” (s. 64).
Çoğalmamayı, ürememeyi tavsiye eden Beytî varlık, çoğalmanın, âdetâ Allâh’ı âciz bıraktığını söyler: “Siz senelerden beri o kadar fazla çoğaldınız ki idare mekanizmasının sizi bâzı yerlerde serbest bırakması lâzımgeldi. Her işi tamamiyle normal yönetebilmek için. Çünkü size idare mekanizması, idrâk, akıl, zekâ verdi, ona güvendi”. (s. 71).
Beytî varlığa göre kâinâtı idare eden bir tek Allah değil, dördüncü düzendeki yüksek ruhlar, yâni ilâhlardır: “Onların bulunduğu âleme, bir olmasını bilenler gidiyordu. O halde orada hiç kimseden gizlenen bir bilgi, saklanan bir karar, söylenmeyen bir haber yoktur. Bu sebepten dostumuzun ‘biz her şeyi biliriz’ sözü, büyük bir gerçeğin ifadesidir” (s. 143). “Sizi meydana getirenler, sizin ne yapacağınızı da bilirler”. İfadeye bakın. Bizi meydana getiren Allah’tır:
“Sizi rahimlerde dilediği gibi şekillendiren O’dur”10 diyor Cenâb-ı Hak. Allah’tan başka yaratıcı mı var ki, sizi meydana getirenler... şeklinde çoğul bir ifade kullanılıyor? Beytî’ye göre evet, dördüncü düzendeki bütün ilâhlar (dördüncü düzen idare mekanizması) bizleri meydana getirmiştir.
Beytî’nin ilhamına göre: “Asıl yön, asıl doğrusu sizin düşünmenizde. En doğru yol, düşünerek varacağınız yoldur. Eğer düşüncelerimiz bizi şu dînin veya bu dînin prensiplerini kabûle götürüyorsa onları yapmamız lâzımdır. Yok, düşüncelerimiz bizi dinlerin dışında başka hayat prensiplerine götürüyorsa onları benimseyip tatbik etmemiz, bizim için en hayırlısıdır”. (s. 72).
Dr. Re’fet’e göre inançlar, devre göre değişmelidir: “İnançların dinamik ve uyanık bir inanç olması, değişen, genişleyen bilgilere göre genişlemesi ve büyümesi gerekirdi. Bugünkü devirde 8-10 asır öncesinin bilgisine göre inanmaya kalkılırsa gülünç olur”. (s. 162).
Ruhçulara göre önemli olan îman değil, harekettir: “İnsanları seven, insanlara hizmeti mukaddes bir vazife bilen, onların haklarını koruyan, doğruluktan ayrılmayan kimse Allâh’a, Peygambere inanmasa da gerçek mü’mindir. Beri taraftan Allâh’a, Peygambere inandığını söyleyip insanlara kötülük yapan, şunu bunu kandıran, bilgi, sevgi ve hizmet dağıtmayan kimse mü’min değil, ikiyüzlüdür. O kendini aldatan, ibâdetler peşinde koşan bir zavallıdır. O ibâdet eden değil, inanan bile değildir”. (s. 166).
Selfrabraş da Beytî’nin fikrini telkin etmiş; insanın hıristiyan, kâfir veya Müslüman olması önemli değildir. Önemli olan, hayâtında yaptığı işlerdir: "Bana bir adam göster ki herhangi bir dîne sâlik değildir, Allâh’ı anmaz. Ama emindir, güvenilir, zayıfa yardım elini uzatır, topal köpeğe yardım eder. Düşmüşlere şefkat doludur. Bu adam, herhangi bir dîne mensup olandan daha dindardır”.11
Hâlbuki Kur’ân’a göre îman esastır:
"O inkâr edenler var ya eğer bütün yeryüzünde olanlar kendilerinin olsa ve bunun bir misline daha sâhip olsalar da kıyamet gününün azabından kurtulmak için onu fidye verseler, onlardan kabûl edilmez. Onlar için elîm bir azab vardır”.12
Daha birçok ters düşüncelerle dolu kitapta Allâh’a yaratıcı bile denemeyeceği, zîrâ O’nun düşüncelerimizden yukarıda olduğu söyleniyor. Kur’ân-ı Kerîm ise Allâh’a 99 isim ve sıfat vermiştir. Kur’ân’a göre:
“Allah her şeyin yaratıcısıdır”.13
Ruhçular, birçok dinleri karıştırarak yeni bir din kurmak istiyorlar: “Yalnız Muhammed’in ve Kur’ân’ın değil, Hz. İsâ’nın ve İncil’in, Hz. Musa’nın ve Tevrat’ın, Budda’nın, Konfüçyüs’ün, Zebur’un, diğer her çeşit dînin söylediklerini, birçok yol göstericinin söylediklerini de dikkatle takip etmek lâzımdır” (s. 19). Kurulmak istenen bu sözde entelektüel dînin, İslâm’a bir nazîre olsun diye beş esâsı vardır. Bu beş esas: “İyilik, doğruluk, çalışmak, bilgi ve sevmek”tir.14
Bütün bunlardan açıkça anlaşılıyor ki ruhçuların müşterek gayesi; dîni, onun özü ve ahlâkın da temeli olan Allâh’a kulluğu (ibâdeti) kaldırmaktır. Onlara göre ibâdetin hiç kıymeti yoktur. Hattâ Selfrabraş adlı ruh, dînî nassları da reddetmiştir: “Âdem’den, onun yaratılışından, karısından ve çocuklarından bahseden dînî kıssaların, bâzı mutaassıp kimselerin sandıkları gibi ilmî, târihî bir değeri yoktur. Bu, erkek ve kadının meydana gelmesi hususunda aklın anlaması için takrîbî bir misâlden başka bir şey değildir. Bu misâl, başlangıcı, ruh âleminden inişi temsil etmektedir. Hakîkat Âdemi ondadır, yaratılmış Âdem ondandır. Bunlar akıllar için tasvîrî şeylerdir. Bunların evveli idrâk edilmez, künhü bilinmez”.15 Selfrabraş Hz. Peygamber (S.A.S.)’i kabûl etmiyor: “Mesih (İsâ), dünyâmızda bildiğimiz en büyük zattır. Ne ondan önce, ne de ondan sonra ona nâzil olan İlâhî ilham kadar hiç kimseye ilham nâzil olmamıştır. İsâ, peygamberlerin ve öğretmenlerin sonuncusudur. O, Yahudi ana ve babadan doğmuştu”.16 “İsâ’nın getirdikleri, zamanının kilise çevresine muhalif düştüğü için asılmıştı”.17
“Ne altından cennet, ne de ateşten cehennem vardır. Bunlar dar görüşlülerin düşüncesidir. Kendinizi bir tek kitaba, bir tek öğretmene ve bir tek mürşide bağlı tutmayın. Biz, bir kitâba, bir dîne ve bir akîdeye bağlı değiliz. Biz yalnız Rûh-i A’zam’a bağlıyız. İnsan, bu dünyâdan geçip gittikten sonra dünyâdaki inançlarının hiç kıymeti yoktur. Ancak insanlık için yaptığı işlerin değeri vardır. Şu maddî cisim toprağa düştükten sonra insanın, uğrunda mücâdele ettiği bütün beşerî inançlar mânâsız ve boş olur. Zîrâ bu inançlar zerre kadar rûhu temizlemez”.18
Selfrabraş’a göre dünyânın evveli ve sonu yoktur: “Işığın olmayıp ertesi gün var olduğu bir gün vardır diyemem. Sizin dünyânız hâlâ insanların, Adn cennetinde geçen olayda anlatıldığı gibi yaratıldığına inanır ama bu doğru değildir. Dünyâ önce yoktu, sonradan var oldu fikri yanlıştır. Kâinat dâimâ mevcut idi. Biz biliyoruz ki kâinâtın evveli ve sonu yoktur”.19
Görülüyor ki bu cereyan, insanlık sevgisi, kardeşlik, başkalarına yardım, doğruluk gibi parlak sözler ardından İslâm’ı yıkmak için gizlice elini uzatmaktadır. İnsanlar vahyi ve peygamberliği inkâr edince mutluluğa ermek bir yana, İlâhî fıtrattan şeytânî fıtrata girecek ve esfele sâfilîn’e düşeceklerdir. Bu da insanlığın mahvı demektir. İnsan ruhunu temizleyen ve onu güzel ahlâkla bezeyen ibâdettir. Allâh’ın azameti karşısında bükülmeyen, huşû ile eğilmeyen bedenlerin taşıdığı ruhlarda ne temizlenme olur, ne ahlâk olur, ne de insanlık olur.
Şimdi düşünelim, netice itibariyle insanı ibâdetten ayırarak süflîleştirmeğe götüren, rûhu kupkuru bırakan, rûhu gıdasından ayırmak isteyen bu habis düşünceleri ruhçuların sandıkları gibi gerçekten ruhlar mı telkin ediyor? Ruhçuların dâvetlerine gelenler hakîkaten ruhlar mıdır? Kanaatimize göre hayır. Çünkü iyi ruhlar dünyâdan ayrıldıktan sonra Cennet nimetleriyle meşguldürler. O nimetleri bırakıp da böyle dâvetlere icabet etmezler. Suçlu ruhlar ise azap içerisinde olduklarından dâvete icâbet durumunda değildirler. Her iki zümre de kendi iradelerinden Allâh’ın iradesine geçmiştir.
O halde bu gelenler kimlerdir? Bunlar kâfir olan cinlerdir. Zîrâ Cin Sûresi’nde belirtildiği gibi cinlerin Müslümanı vardır, kâfiri vardır. Kâfir cinler yâni şeytanlar, İblîs’in tâifesidir. Bunlar insanları aldatmak için türlü yollar seçerler. İnsanların ruh çağırmalarını görünce, bunu iyi bir fırsat bilmişlerdir. Ruh çağırılınca bu kâfir cinler gelip kendilerini çağırılan ruh olarak takdim etmekte ve insanları avlayıp aldatmaktadırlar. Tabiî cinlerin bilgisi de insanlardan fazla olduğundan o çağırılan rûhun, dünyâ hayâtı hakkında malûmatları vardır. Bunun için aynen çağırılan ruhmuş gibi bâzı şeyler anlatıp insanları kandırmaktadırlar.
Bir arkadaşımın anlattığı bir hâtıra dâ bu fikrimi te’yid etmektedir: “Diyarbakır’da iken kendimi ruh çağırmalarına kaptırmıştım. Bir ruh gelip bana kendini Abdulkadir Geylânî diye takdim ediyordu. Ben de inanmıştım. Bir gün bu ruh geldi. Arapça bir şeyler okudu. Ona Arapça bilmediğimi, söylediklerini Türkçe söylemesini rica ettim. Türkçesini söyledi. Bunların âyet mi, hadîs mi olduğunu sordum. “Âyet” dedi. Kur’ân’ın neresinde dedim. “Falan yerinde” dedi. Dediği yere baktım, öyle bir âyet bulamadım, içime şüphe düştü. Bu gelen velî ise velî yalan söylemezdi. Yine çağırdım, dediği yerde öyle bir âyetin olmadığını söyledim. “Falan tefsirde” dedi. Baktım, orada da yoktu, iyice kuşkulandım. Tekrar çağırdım: “Doğru söyle, dedim, sen velî misin, şeytan mısın?”, “Ben ş.ş.ş.şş. Şeytan...” dedi. Eûzü bi’llâhimineşşeytânirracîm dedim ve kalktım. Bir daha da böyle bir şey yapmadım."
Cinlerin insanları nasıl aldattığını, fitneye saldıklarını şu âyet, anlatıyor:
“Allah hepsini toplayacağı gün, ’Ey cin topluluğu! İnsanların çoğunu yoldan çıkardınız’ der, insanlardan dostu olanlar, ’Rabbimiz! Bir kısmımız bir kısmımızdan faydalandık ve bize tâyin ettiğin sürenin sonuna ulaştık’ derler. ’Cehennem Allah’ın dilemesine bağlı olarak temelli kalacağınız durağınızdır’ der. Doğrusu Rabbın, Hakîmdir, bilendir”.20
Bu seanslarda ruh diye gelip insanları aldatanların, mâzi veya istikbâle dâir söyledikleri bâzı şeylerin doğru çıkması, bunların ruh olduğuna insanları inandırıyor. Oysa cinlerin ömrü çok uzundur. Bilgi gücü de insanlarınkinden çok fazladır. Çünkü onlar ecsam-i lâtifedir. Çok kısa zamanda uzun mesafeleri aşma kudretine sâhiptirler. Onlar, aletsiz olarak kendi normal güçleriyle çok eskilerden beri fezaya çıkmaktadırlar. Onun için şimdi ve geçmişte yaşamış insanların hayatları hakkında da bilgileri vardır. Ama bu onların gaybı bildiği anlamına gelmez. Bize göre gayb olan bâzı şeyler, onlara göre gayb değildir. Faraza insan yükseğe çıktıkça görüş sâhası artar. Yerde duranlara gayb olan şeyler, göğe yükselene göre gayblıktan çıkar. Asıl gayb, Allah’ın hazînesidir. Onu O’ndan başkası bilmez. İnsan letâfet kazandıkça da bilgi gücü artar. Cinler ise lâtif varlıklardır. Bu bakımdan bilgi güçleri fazladır. Binâenaleyh şahıslar ve eşya hakkında bizim bilmediğimiz bâzı şeyleri bilirler. Ama bu bilgileri de mahdut ve çoğu kere yanlışla karışıktır.
Hâsılı bu gibi şeylere aldanmamalıyız. Maalesef bu ruh çağırmalar, bu ruhçuluk cereyânı çağımızda yeni Müseylemeler, yeni Secahların meydana çıkmasına sebep olmuştur. Bakıyorsunuz biri çıkıyor, Mevlânâ’dan vahy aldığını söylüyor. Söyledikleri ise Mevlânâ’nın gerçek Mesnevisi karşısında âdetâ oyuncak kalıyor. Arada yerle gök arası kadar fark var. Bir başkası çıkıyor, bilmem falan velî ile temas kurduğunu söylüyor.
Biz Müslümânız, maddeye ve maddenin üstünde varlıkların mevcudiyetine, rûha, âhirete inanırız. İnancımız Kitap ve Sünnet gibi sağlam temellere oturur. Bu îmâna vehim karıştıramayız. Dînimiz ilim ile zannı birbirinden ayırmış, zanna itibar olamayacağını bildirmiştir. İman zan üzerine kurulamaz. Müslümanlara inançlarını böyle evham ve hurâfattan korumalarını tavsiye ederiz.
_________________________________