Makale

Akıl ve Kalb Ekseninde

Akıl ve Kalb Ekseninde

Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı

İslami telakkiye göre akıl, imandan sonra en büyük nimet olarak kabul edilir. Çünkü akıl ilahî teklifin temel şartı; Allah’a kulluğun en önemli vasıtasıdır. Allah’ın nimetlerini tanımanın ve O’na şükretmenin en önemli vesilesidir.
Kalp ise duygu, sevgi ve inanç merkezidir. Kalp iman nuru ile dolduğunda “gönül”; inkâra ve küfre yöneldiğinde “nefs” adını alır. Gönül ulviyete, nefs ise süfliyete mütemayildir. Gönül nazargâh-ı ilahîdir. Yerlere göklere sığmayan Allah Teâlâ hazretleri mümin kulunun gönlüne sığmıştır. Gönül irfan kaynağıdır.
İslam irfan geleneğinde beden mülkünün padişahı ruhtur. Akıl onun veziri olup Hak ile batılı birbirinden ayırmaya yarayan bir nurdur. Genellikle akıl, akl-ı meâş ve akl-ı meâd olmak üzere ikiye ayrılır. Akl-ı meâş, madde ve duyu âlemiyle ilgili, nefsin hevasına mağlup, vehim ile fehim arasında gidip gelen akıldır. Nazari akıl da denilen akl-ı meâş Allah’ı bilmekte yetersiz, ilahî hakikatleri, gayb âlemi ve ahiretle alakalı konuları idrakte acizdir. Akl-ı meâd ise madde ve duyu âlemini aşıp ezelî ve ebedî yüce hakikate dair hüküm veren, ilahî hitabı anlayan ve ahireti algılayan bir melekedir.
Akl-ı meâd, iki gözüyle işin sonuna, kıyamete bakar; din gününü görür. Ahiret gülünü elde etmek için dünya dikenlerine katlanır. Aklın dikenlerine katlanarak beklediği ahiret gülü, solmaz ve dökülmez. Ancak gülün kokusunu almak için gönül gözünün ve gönül duyularının açık olması lazımdır. Nitekim dünya gülü, güzel kokusunu dikenle arkadaşlığına ve onun kendisine verdiği acılara katlanmasına borçludur.
Akl-ı meâd sahibi kişiler, ebedî ölümsüzlüğe ermişlerdir. Çünkü onlar Bâkî olanı bulmuşlar, O’nunla dirilmişlerdir. Onlar takva ile nefs ve heva elini bağlamış kimselerdir. Takva ile nefs elini bağlayan kimsenin, Allah Teâlâ aklının ilim ve amel ellerindeki bağı çözer ve artık akıl, insanı hayır ile kumanda etmeye başlar. Önce insana hâkim olan duygular artık onun mahkûmu olur, buyruğu altına girer. Aklı hâkim, hisleri mahkûm olan kişi, uyanık iken bazı müşahedelere erer.
Akıl ile heva, ya da şehvet, birbirinin alternatifidir. Akla heva egemen olunca onun adı nefis, akıl ruha tâbi olunca onun adı gönül olur. İnsan akıl yerine heva ve hevesi kendine vezir yapınca namazdan, niyazdan uzaklaşır, kötülüklere bulaşır. Çünkü hevaya mağlup olan akıl, artık akıl değildir.
Akıldan sudur eden düşünce ve duygunun akıl mı vehim mi olduğunu anlamanın yolu, insana yaptığı telkinleri, Kur’an ve sünnet perspektifinde değerlendirmekten geçmektedir. Kitap ve sünnet mihenk taşı gibi insanın duygu ve düşüncelerinin sağlam olanlarını ayırır. Kur’an ve sünnete uygun düşen düşünceler gerçek aklın; yani akl-ı meâdın ürünüdür. Bunun aksi ise vehmin ve nefsin iğvâsıdır.
Aklı öldüren ve onun “meâd” özelliğini gideren dört şey vardır: Şehvet, hırs, tûl-i emel ve makam sevgisi. Bu yüzden insanın aklını başına alması, varlık bahçesinde sürgün veren kötü dalları kesmesine, nefsani ve şehvani düşüncelerden kurtulmasına bağlıdır. Bu sayede ruhani ve rabbani duygular gelişir ve insan, insan olur.
Nasıl ki göz, mücerret görmek üzere yaratılmış bir organ olduğu hâlde kendini görmekten acizse aynen onun gibi idrak merkezi sayılan akıl da bizzat kendini tanıyamaz. Kendini tanıyamayan akıldan yaratanını tanımak nasıl beklenebilir? Nitekim şairin sözü bu vadide çok anlamlıdır:
Ben aklımdan isterim delâlet
Aklım bana gösterir dalâlet
Allah’ı tanıma noktasında aklın varabileceği nokta, irfan ehline göre “hayret vadisi” denilen acizliğin kabulüdür. Hayret vadisi aşk vadisidir. Nitekim Hz. Mevlana der ki: “Ey Hak yolcusu, sen aklı zekâyı sat da hayreti al! Çünkü zeki olmak, bir fikir yürütmekten ibarettir. Hâlbuki hayret, Hakk’ın sanatını, kudretini görüp şaşkınlığa düşmektir. Nitekim Nuh’un oğlu Kenan da akıl yürütmüştü. Akıl ve zekâ sana kibir ve gurur verir. Sen hayret üzere ol, gönlün düzelsin. Aklı, dostun aşkına kurban et. Çünkü bütün akıllar, dostun bulunduğu taraftadır. Ruhların da akılların da çıkış yeri Hakk’tır. Bu sebeple aklı Hakk’ın aşkında kurban et!” (Mesnevi, IV, 1407-1411.)
Akıllı ve zeki kişiler sanatla yetinir, âşıklar ve hayret vadisine düşenler sanatı görüp heyecanla Sanatkâr’a koşarlar. Akıl yararlanacağı; fayda göreceği şeyi arar, aşk ise hiçbir şeye aldırmadan vurgun olduğu Sanatkâr’a koşar.
Kalp, aklın zıddı değildir. Bir yere kadar akılla kalp iç içedir. “Akletme” kalbin bir fonksiyonudur. Kur’an’da buna işaret vardır. (Bkz. Hac, 22/46.) Metafizik konularda kalp aklı aşar. Bu alanda kalbin sezişi esastır. Kalbin gayb âlemine bakan bir penceresi vardır. Buna “kalp gözü” denir. Üstü günah kiri ve cehalet pası ile örtülü olan “kalp gözü” mücahede ve riyâzat usulüyle temizlenebilirse manevi âlem ve oradaki gerçeklerin perdesi açılır. Bu bilgilere marifet, irfan, ilham ve ledünni bilgi denir.
Beş duyumuzun her biri aynı su deposuna bağlı musluklar gibi gönle bağlıdır. Gönlün dileği ve emriyle iş görür, işitir, koklar, yoklar ve tadarlar. Gönül isterse göz görülecek şeylere, dünyaya, dünya nimetlerine bakar ve yine gönül dilerse göz manaya ve ilahî sırlara bakar. Diğer duyu organlarının işleyişi de öyledir.
Gönül aşk, akıl düşünce mahallidir. Akıl ile aşk bir arada bulunmaz. Çünkü aşk aklı baştan alır. Akıl ile aşk su ile ateş gibidir. Akıl olunca aşk, aşk olunca da akıl olmaz. Ancak bu, ikisinin hiçbir zaman bir arada olmayacağı anlamına gelmez. Buradaki akıl maslahata; menfaate takılıp kalan hesabi akıldır. Yoksa mutlak akıl değil. “Meâd” denilen akıl, gönle ve kalbe yardımcıdır.
Dünya peşinde koşan aklın esaretinden kurtulup gönül âlemimizi iman coşku ve heyecanıyla rahmet ve incelikle doldurmaya bakmalıyız. Bu konuda ifrat ve tefritten uzak bir orta yol bulmak lazım. Ne aklı, hesabilik ve kuruluğa vardırmalı; ne de aşk ve gönlü, körlük ve laubaliliğe salıvermeli. Çünkü aşkın gözü kördür.
Gönül ve aşkı, aklı devre dışı bırakan bir taşkınlık değil, içimizi ısıtan ve gönlümüzü kaynatan bir coşkunluk olarak algılamalıyız. Aklı da, gönlü ve aşkı yok sayan bir katılık değil, gönlün yolunu aydınlatarak onu vahiyle buluşturan bir ışık olarak görmeliyiz. Kısacası akıl ve kalp ekseninde bir İslami hayat, hedefimiz ve gayemiz olmalı; ne aklı dışlamalı, ne de kalp ve gönlü devre dışı bırakmalıyız.