Makale

Destan Şairimiz MEHMET AKİF'’İ ANLAYABİLMEK VE ANLATABİLMEK...

YILMAZ TARTAN/ MUSAHHİH

Destan Şairimiz
MEHMET AKİF’’İ
ANLAYABİLMEK VE ANLATABİLMEK...

Din Şûrası toplantısının yapıldığı şu günlerde, dünyadaki Müslüman ülkelerin aydınları Akif’i yeterince tanıyıp ülkelerinde tanıtmanın bir borç olduğunun idraki içinde olmalıdırlar diye düşünüyorum. Niçin? Bunun elbette pek çok sebebi var. Bunları pek çoğumuz da biliyoruz. Ama bir kısmımızın bilmediği bir büyük olay var ki, o da Din Şûrası’nın temelinin Mehmet Akif’e dayanmış olması gerçeğidir.
"1921 yılı ilk aylarından itibaren Sebilürreşad Anadolu’da bir islam Kongresi" toplanması fikrini ortaya atmış ve bu mevzuda bir kaç makale yayınlamıştı. Hükümetin de bu fikri benimsemesi üzerine Mustafa Kemal’in isteği ile Şer’iye Vekili Mustafa Fehmi Efendi, Mehmet Akif ve Eşref Edib Beyler ile Başkatip Recep’ten (Peker) meydana gelen bir hey’et bu işle vazifelendirilmişti. Mebusları ve ulemâyı çok sevindiren bu faaliyet, İslam alemine hitap edecek beyannamesi yazılmış iken, vuku bulan Eskişehir bozgunluğu sebebiyle durmuştu".’"
Bu hatırlatmayı bir emanet bilip duyurduktan sonra konumuza girebiliriz.
Rahmetli Akif’i yeterince ve olduğu gibi anlatamama-nın sıkıntısını duyuyoruz. 0 büyük kahramanı sayfalara sığdırmak, kısırlaşmış, maksat ve anlam erozyonuna uğramış, derinlikten uzak kelime ve kavramlarla ifade edebilmek gerçekten zor. Kelimelerin mana yıpranması bir yana; dimağımız, idrakimiz, anlayış ve yorumlarımız da çoktandır değişmeye başladı; zaman, muhayyilemizde güzellik adına açan her çiçeğe acımasızca tırpan vuruyor gibi. Bu sebeptendir ki, Mehmet Akif’e göre sıradan sayılan hareketler karşısında irkilip hayrette kalıyor; bu kadarı da fazla demekten kendimizi alamıyoruz.
Bu satırlar Onun şahsiyetini övmek için kaleme alınmış değildir. Onur ve erdemiyle tarihe mal olmuş büyük şahsiyetlerin övgüye ihtiyaçları yoktur. Onların hakkını verelim, onların engin şahsiyetlerini dosdoğruca ve hak ettikleri yere oturtalım yeter. İşte o zaman göreceğiz ki anlatmaya çalıştığımız Âkif, bizim O’na uygun gördüğümüz sınır ve zirvenin çok üstünde, adeta bulutlarda geziniyor.
İsterseniz önce Mehmet Akif’in hayatına kısaca bir göz atalım. Ondan sonra da ona değişik cephelerden bakacağız; karşımızda dikilen baktıkça gözümüzde büyüyen, başı dumanlı yüce bir dağa bakar gibi...

M. AKİF’İN HAYATI

Mehmet Âkif, 1873 yılında İstanbul’un Fatih semtinin Sarıgüzel Mahallesinde doğdu. 63 yaşında yine İstanbul’da 27 Aralık 1936, Pazar günü akşamı, saat 19.45’te Beyoğiu’nda Mısır Apartmanı’nda vefat etti.
Mehmet Akif’in babası Mehmed Tahir Efendi küçük yaşta Arnavutluk’tan İstanbul’a gelmiş ve burada kendisini yetiştirerek o zamanın ilim merkezi olarak kabul edilen Fatih medreselerinde müderrisliğe kadar (bugünkü karşılığı Üniversite Profesörü) yükselmişti, (vefatı 1888), annesi ise aslen Buharalı bir ailenin çocuğu Emine Şerife Ha-nım’dır. (vefatı 1926)
Mehmet Âkif, tahsil hayatına dört yaşında Fatih’te mahalle mektebinde başladı. Onbir senelik bir tahsil hayatı (ilk, orta ve lise) sonunda yeni açılan Halkalı Baytar Mektebi’ne girdi ve dört yıl da orada okuyarak üniversiteyi 1893’te birincilikle bitirdi.
Babası M. Tahir Efendi oğlu Mehmet Akif’in eğitim ve öğretimiyle ciddi olarak ilgilenmiş-, bu sayede dini ve edebi bilgilerde, Arapça ve Farsça’da hızla ilerleyen Mehmet Âkif, tahsil hayatında her sene sınıfının birincisi olmuştu.
Mehmet Âkif üniversiteyi (Halkalı Baytar Mektebini)bitirdikten sonra memuriyet hayatına başladı. Bu görev yirmi yıl sürdü. Görevinin ilk dört senesini- vazife merkezi İstanbul olmak üzere- Rumeli, Anadolu ve Arabistan’da mesleği icabı dolaşarak geçirdi. Böylece her tabakadan halk ile yakından temas etti. Onları dinledi; tanıdı. Sorunlarını öğrendi. Rumeli’den Arabistan’a kadar adım adım dolaşarak memleketin içtimai vaziyetini yakından gördü.
Görev yaptığı yirmi yıl boyunca vatanın ve milletin dertlerini yakından takip ve tesbit etmesi, onu problemler içerisinde adeta pişirdi. Artık bundan sonra o nereye gitse halkın dertlerinden uzak kalamazdı. Halkı ve problemlerini yakından tanıması onu alternatif fikirler üretme mecburiyetinde bırakıyordu. Ayrıca halkı iyi tanımış bulunması bir fikir adamı olarak, isabetli kararlar almasında da çok faydalı oldu.
Bu arada şunu hatırlamalıyız ki Âkifte öğrenim okulla bitmemiş, okul sonrasında da kendini yetiştirmek için hiç durmadan çalışmıştır. Mesela hafız oluşu üniversiteyi bitirdikten sonraki yıllara rastlar. Fransızcayı kendi dili gibi konuşur hale gelmesi de öyle... şüphesiz başka örnekler de var.
1913 yılında Ziraat Vekaleti Baytarlık Şubesi Müdür Muavini iken çalıştığı yerdeki arkadaşına yapılan haksızlığa tahammül edemeyerek vazifesinden istifa yoluyla ayrıldı.

II. Meşrutiyet ve Sükûtu Hayal

Osmanlı aydınları, 1908’de meşrutiyetin ilanı ile hürriyetin geleceği, istibdadın kalkacağı siyasi, sosyal-ekonomik her türlü meşakkatin son bulacağı inancında idiler. Oysa yeni başlayan dönem hiç umulmadık yepyeni problemlerle geldi. Harpler başladı. Trablusgarp, Balkan ve I. Dünya Savaşı ile on yıl içinde Osmanlı başkenti düşman tarafından işgal edildi.
Acı, ızdırap ve gözyaşından başka bir şey sunmayan bu dönemde Mehmet Âkif milletin dertlerini dile getirmiş, yapılan haksızlıkların giderilmesi için adeta kendini parçalamıştır... Hele en çok lazım olan birlik ve beraberliğimizin tesisi için hayatının her safhasını bu millete adamıştır desek sadece doğruyu söylemiş oluruz. 1908’den sonra yayınladığı Hasta, Küfe, Seyfi Baba gibi şiirleri içerik olarak insanımızın hal-i pür melalini bir film şeridi gibi gözler önüne seren birer toplum belgeseli gibidir.

Safahat’a Hazırlık

Mehmet Âkif şiir yazmaya lise yıllarında başlamıştır. Her işinde olduğu gibi şiirde de iyi ve güzeli yakalayabilmek için çok çalıştı. Onun estetik ve ruha hoş gelen üslubu, şiirin hazan bahçelerine yeni bir bahar yeni bir umut gibi ağdı.
Arkadaşlarına uzun manzum mektuplar yazarak ka-abiliyetini geliştirdi. Yazdığı şiirler Divan Edebiyatı tarzında ve aruz vezniyle olduğu için adeta beynini ve kalemini ileride yazacağı Türk Edebiyatının nadide eseri SAFA-HAT’ına hazırladı.
M. Akif’in bu hazırlık dönemlerinde yazdığı ve daha sonra büyük bir kısmını yok ettiği bu şiirlerinden çok azı kalmış onları da Safahat’ına almamıştır. Akif’in iptal ettiği şiirler yekûn olarak elimizdeki Safahat kadar olmaktadır.
M. Akif’in şiir çalışmalarında ilk zamanları eski büyük şairlerin tesiri görülüyordu. Daha sonra büyük şairimiz nazımda kendi şahsi üslubunu oturtmuş ve şiirlerini kendine has anlatımla yazmaya başlamıştır. Sonunda Âkif öyle bir safhaya gelmiştir ki, onun aruz’a olan hükmü konusunda aynı dönemin aydınlarından fikir adamı ve kendini kalemine adamış bir başka yazarımız Süleyman Nazif, Akif’in aruzdaki gücünü şöyle anlatıyor:
"Hz. Davud’un elinde demir balmumu gibi yumuşar: O şanlı nebi, istediği şekli verirmiş, derlerdi. Akif in şiirlerini gördükten sonra mucize-i Davud’un ma’nasını vuzuh ile anladım. Davud’un elinde demir ne idiyse, Safahat şairinin elinde kelime ve aruz da odur."
Hazine-i Fünûn, Mektep, Resimli Gazete gibi bazı dergilerde ilk çalışmaları yayınlanmıştır. Baytarlığa başladığı ve görevini idame ettirdiği yıllarda da Edebiyattan kopmadı. M. Akif, 1906 yılında Baytar Mektebine "kitabet-i Resmiye" hocası tayin edildi. 1908de ise Edebiyat Fakültesine öğretmen olarak getirildi.

Düşman Karşısında...

Milletin, düşman karşısında kenetlenip yalçın kayalar gibi durması fikri, Mehmet Akif’in, dünya görüşünün ve hayat mücadelesinin ana teması gibidir. Nitekim Balkan harplerinde, I. Dünya Harbi’nde ve Mondoros Mütarekesi’-nin sonucunda başlayan işgal hareketlerinde istanbul’daki yayınları ile millete dayanma ve direnme gücü aşılamış, oradan bizzat Balıkesir’e giderek halkı cihada teşvik etmiş ve tabiri caizse yakılan mücadele ateşine kendi nefesinden üflemiş-, daha sonra da Anadolu’daki direnişe katılmak için koşup Ankara’ya gelmiştir.
Ankara’ya geldikten sonra da sıcak yatağında yatmayan M. Akif, Anadolu’nun gerekli yerlerini dolaşarak halkın Milli Mücadele’ye destek vermesini istemiştir. M. Akif’in özellikle bu gezileri zaferin kilometre taşları gibidir. Zira vatandaş üzerinde Milli Mücadele Hareketine karşı bir tereddüdün oluştuğu gözleniyor ve bu güvensizliğin mutlaka giderilmesi, yok edilmesi gerekiyordu. Mehmet Akif ise halk tarafından iyi tanınıyor, seviliyordu. Onun halkı yönlendirmek için yaptığı konuşmalar bu yüzden çok önemlidir.
M. Akif’in Milli Mücadele yıllarında Sebilürreşad dergisini Ankara, kastamonu ve kayseri’de yayınladığını görüyoruz. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi maksat belli; düşmana karşı diriltilen mücadele ruhuna elinden geldiğince hayat vermek...
Birinci Meclis’e Burdur Mebusu olarak katılmış ve İstiklâl Marşını yazarak tarihe geçmiş, Türk Milleti’nin gönlünde kendine özgü yerini almıştır.
M. Akif, birinci Meclis’in sona ermesinden sonra istanbul’a döndü. Fikir adamı Said Halim Paşa’nın kardeşi Abbas Halim Paşa’nın davetlisi olarak, 1923 yılından itibaren, kışları Mısır’da geçirdi. 1925’ten itibaren ise, devamlı olarak orada kaldı.
Mısır’a gittikten sonra en büyük uğraşısı kur’an-ı kerim meali üzerinde çalışmak oldu. Bu yüzden çok az şiir yazdı. Akif’in hayatı öğrenme cehdiyle ve öğrendiklerini başkalarına öğretme gayretiyle geçmiştir. En son öğretmenlik görevi kahire Üniversitesi’nde Türkçe hocalığıdır.
M. Akif, 1936 yılında hastalanarak Türkiye’ye dönmüş ve aynı yılın sonunda vefat etmiştir. Mezarı Edirnekapı Şehitliği’ndedir.
Mehmet Akif’in hayatı en kısa ve ana hatlarıyla böyle anlatılabilir. Ancak hemen hatırlatalım Akif hakkında bu kadar bir malumat onu tanımak anlamına gelmez.

Fikir ve Eylem Adamı

Rahmetli Akif’in nazmında, cesaret, çalışkanlık ve sabır telkin edici öğütler kelime kelime, hece hece, çağıldamaktadır. Akif’e göre Rabbine kul olabilmenin temel şartı samimiyyettir, vefadır. Hatta biraz daha ileri gidip şöyle de diyebiliriz. O’na göre insan olmanın ilk şartı budur. Onun bu vasfı ile ilgili pek çok örnek vardır. Hayatı boyunca her kime söz vermişse yerine getirmiştir. Fatih Hoca yahut M. Cemal’le arasındaki sözleşmesi ve talebelik arkadaşı Hasan Tahsin ile öğrenci iken yaptıkları ahdi ve birçok örnek hareketi kitaplara geçmiştir.
Pek çok kimsenin bildiği bu olayı bir daha hatırlayalım; H. Tahsin, M. Akif’in okul arkadaşıdır. Daha öğrenci iken aralarında şöyle bir anlaşma yaparlar; "hangimiz önce ölürse, geri kalan ölenin çocuklarına bakacak." Aradan yirmi yıl geçer H. Tahsin ölür. Akif verdiği sözü zaman aşımına uğratmaz ve hemen H. Tahsin’in çocuklarına bir baba şefkatiyle sahip çıkar, kendi evine getirir. Oturduğu yer dardır, ekonomik durumu iyi değildir ama söz vermiştir, yerine getirmek zorundadır.
Bir dostu (M. Cemal) evdeki kalabalık çocuklara bakarak soran bunlar da kim? Verdiği cevap: "Onlar benim çocuklarım, H. Tahsin öldü de.." diyerek öksüz yavruları kucaklaması, onun özü ve sözüyle numune bir insan olduğunu göstermektedir.
Akif’in şahsiyeti onu değerlendirmede ilk sırayı alır. Uzun yorumlar yapmak yerine birkaç satırla mana ve maksadı anlatabilmiş olan bir yazarımızın yazdıklarına bakalım. Öyle bir yazar ki Akif’le fikirleri uyuşmamaktadır. Ancak konu Âkif’se hakkı teslim etme konusunda tereddüdü olmayan bir yazar, (H. Cahit) şöyle diyor:
"Fikir ve kanaatleri bizimkilere uymadığı halde Akif e hürmet ederim, çünkü yalan söylemedi, riyakârlık yapmadı, fenalık yapmadı. O dosdoğru, namuslu, dürüst bir insandı.3
H. Cahid’in M. Akif hakkında yazdıklarını destekler anlamda yüzlerce örnek göstermek mümkün. Evet dost düşman herkesin kanaati bu merkezdedir. Onu değişik açılardan belki eleştirenler olmuştur, bu da gayet normaldir. Ama, iş şahsiyet ve doğruluk, yönüne gelince herkes onun hakkını vermiş ve "O namuslu, dosdoğru bir adamdı" demek zorunda kalmışlardır.
M. Akif ferdiyetçi, bencil, egoist olmadı; olamazdı. Menfaaat perest, yalancı ve riyakâr hiç, hiç olmadı; çünkü hayatta en nefret ettiği şeyler bunlardı.
Şimdi Akif’in şiirinden kısa bir parçayı dikkatlice ve anlayarak okuyalım:
Zulme tapmak, adli tepmek, hakka hiç aldırmamak; Kendi asudeyse, dünya yansa, baş kaldırmamak; Ahdi nakzetmek, yalan sözden, tehâşî etmemek; Kuvvetin meddahı olmak, aczi hiç söyletmemek; Mübtezel bir çok merasim: İnhinalar, yatmalar; Şaklabanlıklar, riyalar, muttasıl aldatmalar;
Enseden arslan kesilmek, cepheden yaltak kedi... Müslümanlık (sizden) evvel böyle zillet görmedil
(Hatıralar VI, s. 320)
Vatan, bayrak, devlet gibi kutlu bulduğumuz değerlerin herhangi bir şekilde savunmasında görev alıyorsak bu göreve talip olurken başarma konusunda tereddüt etmeye ve "acaba?" diye sonucunu sorgulamaya hakkımız yoktur. Bizden istenen elimizden geldiğince, kazanmak için çalışmaktır.
Sonucu Allah verir ve kim çok iyi çalışıyorsa zafer onundur. M. Akif bu bilinçle çalışmıştır.
O hayatının en dinamik, verimli günlerini milletinin problemlerine çözüm için kafa yormuş, bir insandır. Sonuç nedir? Akif arzuladığı şeylere kavuştu mu? Bunu irdelemek tarihin görevi, kaldı ki Akif’in kafa yoruşu bir şeylere kavuşmak için değil, islam dünyasının tek ümidvarı Türkiye’nin istiklâl ve istikbali içindi. Siyasi ve sosyal bağımsızlık Türkiye’nin elbette hakkı idi; bu memleketin her avuç toprağını al kanımızla hamur yaparcasına bunun için sula-madık mı?
Evet sonuçta (bir yazarımızın dediği gibi) tabiri caizse kol, kanat bizden koparılmıştır ama, gövde hain ve kanlı düşman çizmelerinden korunabilmiştir.
"Her gönülde bir aslan yatar" diye bir atasözümüz vardır. Akif’in de gönlünde yatanlar vardır şüphesiz. Yeni harpten çıktığımız için şartlar öylesine berbat, öylesine hazindi ki; bir başka bahara dek beklemek tek akıllıca yol gibi görünüyordu.
Kendi San’atı Açısından Akif in Gönlünde Yatanlar
Ö. Rıza DOĞRUL
"Üstad, Islam-Türk tarihinden alınmış bir vak’anın ilha-miyle bir piyes yazmak istiyordu. Vak’a ehlisalip harbleri devrinden alınacak, Eyuboğlu Selâddin’in kahramanlıkları anlatılacaktı." Ne yazık ki bu piyes yazılmamıştır.4

Bir başka arzusu:
Peygamberimiz (s.a.s.)’in Veda Haccı’nı nazma dökmek istiyordu. Bu da gerçekleşmedi. Bir arzusu ise Milli Müca-dele’nin Destanı’nı yazmak istiyordu-, maalesef bu altın fikirler Akif’in koynunda onunla birlikte gittiler.
Biraz önce Akif’in ferdiyetçi olmadığını yazmıştık. Bu hüküm Akif’in cemiyetçi bir şair olduğunu vurgulamak için yeterlidir sanıyorum. Akif cemiyetin felâketlerden kurtulması için çareler düşünmüştür. Hatta şöyle dememiz daha doğru olabilirdi; Akif cemiyetin felaketlere düşmemesi, şayet düşmüşse kurtuluş yollarını bulabilmesi için düşünme melekesini- aklı -adeta koparırcasına germiş, germiştir, (böyle bir tabiri N. Fazıl’ın kullandığını hatırlayalım) sonra çıkardığı sonuçları cemiyete duyurmuştur.
Felakete düşmekle, felaketten kurtulmak konusunda yapılacak şeyler aslında bir hareketin pozitif ve negatifleri gibidir. Mesela:
Her dert yanıp durduğumuz cemiyetin geri kalış sebeplerinden biri nedir? ilimsizliktir, cehalettir.
Eyvahl Bu zilletlere sensin yine illet..
Ey derd-i cehalet, sana düşmekle bu millet,
(Hakkın Sesleri, s. 218)
Bunların hepsi emin ol ki cehalettendir."
(Safahat, l, Köse İmam, s. 129)
’Bütün içumaiyyun arıyorlar, tarıyorlar, bizim inhitatımızı, inkırazımızı hep imansızlığımızda, ilimsizliğimizde buluyorlar.’
(S. Reşat, c.19, s.231)
Demekki cehalet felaketlere düşmek için bir sebeptir. O halde bunun çaresi maarife önem vermek, ilim sahibi olmaktır, işte Akif’in feryadı:
"Bizi kurtaracak yegane çare maariftir; memlekete bunu sokarsak kurtuluruz".
(S. Reşad. G IX sayı: 232)
Mehmet Akif’e göre, cemiyet problemlerinin halli için başka neler yapılmalıdır? Elbette bunları teker teker sayıp örneklendirmek mümkün. Ama yer darlığı ve okuyucularımızı daha fazla yormamak için başlıklar halinde yazmayı uygun gördük.
Azim sahibi olmalı, ye’si yenmeliyiz-, aydınla halk arasındaki uçurum kapatılmalı-, çalışmalar belirli hedefler doğrultusunda olmalı; İdeal bir gençlik yetiştirmeliyiz. Ahlakımızı düzeltmeliyiz; hiç durmadan çalışmalıyız; halk uyanık olmalı; mukaddesata hürmet vatan sevgisi ve hamiyetperver olmalıyız; Cemiyeti ardından sürükleyebilecek şekilde aydın ve dürüst alimler yetiştirmeliyiz...
M. Akif’e göre yukarıda sayılan konu başlıkları daha doğrusu sosyal ve ekonomik hedefler gerçekleştirilebilirse cemiyet düzelir. Problem diye bir şey ortada kalmaz.
Akif’te her şey İstiklâli terennüm eder-, Sırat-ı mustakıym ve Sebîylürreşad’daki yazıları, Safahat’ı, camilerde halka yaptığı vaaz’ü nasihatleri, hayatının bilebildiğimiz her safhası ve Türk Milletinin tarihinin dile geldiği en güzel destan İstiklal Marşı’mız öz olarak istiklali anlatır. Bu kadar mı? Değil; Akif’in zihnimizde oluşturduğu (hiç olmazsa resimlerinden algıladığımız, yahut onun muazzez hatıralarının hayali) görüntülerini tahayyül ediniz, pembe sabah şafaklarının ağarması gibi az sonra yıldızlara kement atan bir Milli İstiklâlin kahramanı dirilip karşınıza dikiliverecektir.
Akif’te san’at da önemlidir lakin, onda yaşanan ama yazılamayan öyle güzellikler vardır ki san’at bunların en sona kalmış sönük parıltısı gibidir.
Halkın sorunlarını nazma döktüğü dizelerinde (Hasta, Küfe, Mahalle Kahvehanesi v.s) enfes bir akıcılık ve okuyanı etkileyen deruni bir estetik işlenmeyle karşılaşıyoruz-, Ya hamasi (Bu tabiri onun adına bir tenzil değil terfi anlamında kullanıyoruz) şiirlerine ne demeli? Onları okurken tüyleriniz diken diken olur, başınıza ince bir sızı girer; ateşiniz yükselir; bedeninizi soğuk bir ter kaplar ve düşünürsünüz; geçmişi 40 ila 90 yıla varan o dizeler, bugün bize böylesine te’sir ediyorken, ya bunu yazan kişinin halet-i ruhiyesi nasıldı?
Onun vatan ve millet sevdası nasıl bir muhabbet ve gönlündeki ateş nasıl bir ak kor idi ki, bir asır sonrasını böylesine etkileyebiliyor.
Yukarıda ifade etmiştik-, sezgileri derinlikten, hisleri coşkudan mahrum bir dünyada öyle büyük bir kahramanı anlatmaya teşebbüs bile cüret olmalı... Nesir, zengin edebiyatın müzeyyen bahçelerine en az gönlümüz kadar hasret-, şiir, karanlık ve çoraksı zeminlere mahkum olmuş can çekişiyor-, tebessümler yapmacık, sözlerimiz cansız, ruhsuz, hatırasız ifadelerle dillerimizden dökülüyor. Bakışların ümitvar tomurcukları açmadan solmuş. Her şeyde bir değişim, her yerde bir kaçış gözleniyor; özden, asıldan, ana benlikten.. Belki bu yüzden, senin bülbülünle bizim kınalı kuşlarımız farklı şeyleri şakıyor... Günümüz leylası ne idüğü meçhul müziğin coşkusuyla kendini jiletle doğrayanlara çılgın şuh kahkahasını atarken, senin leylan iyilik, hayır ve kurtuluş adına bir simgedir, bir özlemdir, işte bu anlayışla:
Cemâatler kölendlr kâbeler haclen.. Gel ey Leylâ; Gel ey candan yakın canan ki gaiblerdesin, hâlâ! Bu nazın elverir, Leyla, in artık in ki bâlâdan, Müebbed bir bahar insin şu yanmış yurda, Mevla’dan
Bu mısralar nazmın kalıplarına bürünmüş, dili damağı kuruturcasına bir yakarış değil de nedir? Süleyman Nazif bu duyuş ve hissedişi mısralara şöyle döküyor:
"O nasıl duydu ise öyle yazdı. Her duyduğunu yazmamış, fakat her yazdığını mevcudiyyet-i ma’nevryye ve maddiyyesini sarsacak surette duymuştur, öyle olmasaydı, yazılan karşısında kalpler bu kadar ihtizaz etmezdi."5

Ey Destan şairi!
çileli ömrünün ahirinde, vatan toprağında yatıyor olman, en büyük tesellimiz. Emanetlerin elimiz, dilimiz ve kalbimizde, Akif’im rahat uyu! Tarih seni unutmayacak, bu milletin evlatları senin yıllar önce çektiğin çileleri ta benliklerinde hep hissedeceklerdir. Yüce dağlan cüce bırakan şahsiyetinle sen okundukça tanınacak, tanındıkça milletin ve insanlığın kalbinde sevgi filizin daha bir kök salacaktır.
Cenab-ı Allah’ın rahmeti üzerine olsun.
Amin!


(1) Mehmet AKİF, SAFAHAT (GİRİŞ) Sri. LXII, Haz: M. Ertuğrul DÜZDAĞ, 2. Baskı, İstanbul-1988.
(2) A.g.e. ve Aynı yazara ait M. Akif Hakkında Araştırmalar, 1-2; Eşref EDİB’in hazırladığı Mehmet Akif-, Ö. Rıza DOGRUL’un hazırladığı SAFA-HAT’taki "Mukaddime" bilgileri; M. Cemal KUNTAY’ın İş Bankası Yayınları arasında çıkmış olan 50. Ölüm Yıldönümünde Akif adlı eseri; Ahmet KABAKU’ya ait Mehmet AKİF adlı eserlerde gerekli bilgilere ulaşabilirsiniz.
13) Eşref EDİP, Mehmet AKİF, Sh. 371.
(4) Ahmet KABAKLI-, Mehmet Akif sh. 126.
(5) Süleyman NAZİF, Mehmet Akif, sh.27. Hz; M. Ertuğrul DÜZDAG, İz Yayıncılık; 1991 İstanbul.