İSLÂM’DA İSMET İNANCI*
Bir kısım müsteşrikler peygamberlerin ismeti inancının, ilk defa 3. hicrî asırda ortaya çıktığı görüşündedirler. Goldziher’e göre: “Muhammed (sas)’in ismeti inancı bizzat O’nun ortaya attığı bir şey değildir. O kendisinin bir papa gibi kutsî sıfatı olduğunu düşünmemiştir. Böyle tanınmayı arzu da etmemiştir”.1 Wensinck: "Muteber hadîs kitaplarında Muhammed (A.S.)’in masum olduğunu ifade eden herhangi bir işaret yoktur" dedikten sonra: "Büyük ihtimalle bu inancın iman edilmesi gerekli sabit bir rükün haline daha sonraları geldiğini ve ilk defa Fıkh-ı Ekber’de zikredildiğini" belirtir. Yine ona göre katî olarak bu inanç: "Asırlar boyunca Peygamber (sas) hakkında hayallerin artırdığı kutsiyetin neticesi olarak ortaya çıkmıştır’’. Donaldson, İslâm’da peygamberlerin ismeti meselesinin aslının, gerek doğuşunda, gerek bilinen ehemmiyeti yönünden Şîî ilm-i kelâmının ve onun gelişmesinin tesirleriyle ilgili olduğunu ileri sürer ve yine: “Bu inanç İslâm’da dînî düşünceye, Yahûdilerin dinî mitoloji kitaplarının, bunlardan bilhassa Mansses diye tanınanlarının tesiriyle girmiştir"3 der.
Belirtmeliyiz ki, İslâm’da ismet inancının, gerek doğuşları, gerek hedef aldıkları gâye bakımından esaslı surette birbirinden ayrılan iki görünüşü vardır:
A) Peygamberlerin ismeti,
B) Şiîlere, bilhassa İsna Aşeriye’ye göre4 imamların ismeti.
Şiî kelâmcıların —daha sonraları— bu iki görünüşün aslında bir olduğu, birbirlerine yakından bağlı bulunduğu yolundaki îzah tarzlarına ve imamların ismetinin delîli, peygamberlerin ismeti delilinin aynı olduğunu iddia etmelerine rağmen ben bu meselenin birbirinden farklı iki ayrı görünüşünü kabul zarureti vardır inancındayım.
Peygamberlerin ismeti inancının ortaya çıkışı —kanâatime göre— imamların ismeti görüşünün ortaya atılışından daha evveldir. Peygamberlerin ismeti inancı, nübüvvetin zarurî olduğu görüşünde olanlar için, nübüvvet inancının bünyesinde vazgeçilmez bir temel teşkil eder. Bilhassa bu inanç, Brahmanlar ve daha başkaları gibi nübüvveti inkâr edenlerden; "Aklen peygamberlerin gönderilmesi imkânsızdır. Esasen onların gönderilmesinde fayda yoktur; çünkü akıl bizi onlara muhtaç olmaktan kurtarır"5 iddiasında bulunanlara, karşı bir görüştür. Bende hâsıl olan kanâate göre, bu inanç, Müslümanlar diğer kavimlerle, bilhassa Brahmanlarla ihtilâf ettiği, İslâm’ın ilk devirlerinden beri araştırılır ve münakaşa edilir oldu. Brahmanlar ve benzerlerine karşı kelâmcılar peygamberlerin gönderilmiş olmasının caiz ve zarurî olduğuna dair delillerini ortaya koydular: "Akıl yalnız başına bir işin iyiliğini veya kötülüğünü, yasak olduğunu veya mübah bulunduğunu veyâhut da gerekli olduğunu bilmenin yolu değildir". “Fiiller hakkındaki şu hükümlerin tamamı aklın hükmünden evvel, ancak şeriat yolundan tesbit edilir”.6
Halbuki Şia’ya göre, imamların ismeti, yukarıda söz konusu olandan farklı bir meseledir. İmamların ismeti ve onların kasten veya farkında olmadan veyahut da unutarak yapacakları hatadan, yanılmadan korunmuş olmaları inancı, Şia’nın imamet ve hilâfet meselesi hakkındaki düşüncelerini ihtivâ eden imamet mezhebini ayakta tutan ana direktir. Bu sebeple onlar imamların ismetini iddia ederken, iki ana gâyenin tahakkukunu gözetirler.
"İmamet, halledilmesi milletin re’yine terkedilmiş, dünyâ ile ilgili bir müessese değildir ki, bu makama gelecek kimseyi halk seçsin. Aksine, imâmet, dinin esası, İslâm’ın temelidir. Peygamber’in bu önemli meseleden gafil olması ve onun halini halka bırakması câiz olmaz, imamlarını bizzat tâyin etmesi kendisine vacibtir"7 görüşünü isbat etmek, bu gayelerin birincisidir.
Görüldüğü gibi burada imamet, dini bir hükümdür. Bu hüküm, yaptığı tâyinde ve gösterdiği nassda hataya düşmeyeceğinden emin olunan bir ma’sûmun tâyin edişi ve nass gösterişi ile sâbit olur. İsmet, ancak yakînî bilgiyi gerektiren vahy ve ilham yoluyla bilinen, belirtilen bir sıfattır. Bu böyle olunca imam tâyini işi, ma’sum olan peygambere veya onun nâibine yâni ma’sum imâma has bir vazife olmalıdır ki, tâyin sahîh olsun, manasızlık, hata ve heveslere uymak gibi noksanlardan uzak olsun.
Yukarıda izah tarzından mantıki olarak Ali (r.a.) dan önce hilâfet makamına geçenlerin imâmetlerinin bâtıl olduğu anlaşılır. Şöyle ki: Raşid halifelerde —ittifakla— ismet ve kemâl sıfatları yoktu. Buna göre, onlar dinin esası ve temeli demek olan bu makamı işgâl etmeye ehliyetli kimseler değillerdi8 neticesine varmak da ikinci gâyedir.
İşte Şiî kelamcılar birbirleriyle yakından alâkalı bu iki meseleden dolayı imamların ismeti inancını korumaya gayret ettiler. Bu inancı kuvvetlendirmek ve onu isbat etmek için gerek nakli ve gerekse akli bütün delillerden faydalandılar. Yine bu sebeple Mutezilenin nazariyelerinden, bilhassa “lütuf” ve “Allah’ın kullarıi en yarayışlı olanı (aslah) işlemesi” görüşlerinden imâmetin vücûbu ve onun her zaman ve her yerde bulunduğuna dair deliller aradılar.9 Böylece Şîa âlimlerinin hepsi şu görüşte birleştiler: “İmamlar ma’sumdurlar, onlar her türlü kirden arınmış olup, büyük veya küçük hiçbir, günah işlemezler. Hayatlarının ilk ânından son günlerine kadar kemâl ve ilim sıfatlarına sâhip olup, hiçbir sûrette onlara cehalet ve noksanlık isnad edilemez.10 Bu görüşe sâdece, İbn Bâbeveyh el-Kummî (ö. h. 381) ile üstâdı Muhammed b. el-Hüseyn b. Ahmed b. el-Velid (ö. h. 343) katılmamaktadır. Bu ikisi imâmın yanılarak hata yapabileceğini caiz görürler. Yalnız bu görüş Şîa kelâmcıları tarafından hemen ve en şiddetli bir üslûpla reddedildi. Meseleden haberdar olan Şeyh el-Müfîd de, "Peygamber veya imam yanılabilir" iddiasında bulunanların görüşünü çürütmek için bir risâle yazdı.11
________________________________________