Makale

İSLÂM’DA İSMET İNANCI

İSLÂM’DA İSMET İNANCI*

Yazan: Dr. İrfan ABDÜLMAMİD
Tercüme Eden: Avni İlhan

Bir kısım müsteşrikler peygamberlerin ismeti inancının, ilk defa 3. hicrî asır­da ortaya çıktığı görüşündedirler. Goldziher’e göre: “Muhammed (sas)’in ismeti inancı bizzat O’nun ortaya attığı bir şey değildir. O kendisinin bir papa gibi kutsî sıfatı olduğunu düşünmemiştir. Böyle tanınmayı arzu da etmemiştir”.1 Wensinck: "Muteber hadîs kitaplarında Muhammed (A.S.)’in masum olduğunu ifade eden herhangi bir işaret yoktur" dedikten sonra: "Büyük ihtimalle bu inan­cın iman edilmesi gerekli sabit bir rükün haline daha sonraları geldiğini ve ilk de­fa Fıkh-ı Ekber’de zikredildiğini" belirtir. Yine ona göre katî olarak bu inanç: "Asır­lar boyunca Peygamber (sas) hakkında hayallerin artırdığı kutsiyetin neticesi ola­rak ortaya çıkmıştır’’. Donaldson, İslâm’­da peygamberlerin ismeti meselesinin as­lının, gerek doğuşunda, gerek bilinen e­hemmiyeti yönünden Şîî ilm-i kelâmının ve onun gelişmesinin tesirleriyle ilgili ol­duğunu ileri sürer ve yine: “Bu inanç İslâm’da dînî düşünceye, Yahûdilerin dinî mitoloji kitaplarının, bunlardan bilhassa Mansses diye tanınanlarının tesiriyle gir­miştir"3 der.

Belirtmeliyiz ki, İslâm’da ismet inan­cının, gerek doğuşları, gerek hedef aldık­ları gâye bakımından esaslı surette birbi­rinden ayrılan iki görünüşü vardır:

A) Peygamberlerin ismeti,

B) Şiîlere, bilhassa İsna Aşeriye’ye göre4 imamların ismeti.

Şiî kelâmcıların —daha sonraları— bu iki görünüşün aslında bir olduğu, bir­birlerine yakından bağlı bulunduğu yolun­daki îzah tarzlarına ve imamların ismeti­nin delîli, peygamberlerin ismeti delilinin aynı olduğunu iddia etmelerine rağmen ben bu meselenin birbirinden farklı iki ayrı görünüşünü kabul zarureti vardır inancındayım.

Peygamberlerin ismeti inancının orta­ya çıkışı —kanâatime göre— imamların ismeti görüşünün ortaya atılışından daha evveldir. Peygamberlerin ismeti inancı, nübüvvetin zarurî olduğu görüşünde olan­lar için, nübüvvet inancının bünyesinde vazgeçilmez bir temel teşkil eder. Bilhas­sa bu inanç, Brahmanlar ve daha başkala­rı gibi nübüvveti inkâr edenlerden; "Aklen peygamberlerin gönderilmesi imkân­sızdır. Esasen onların gönderilmesinde fayda yoktur; çünkü akıl bizi onlara muh­taç olmaktan kurtarır"5 iddiasında bulu­nanlara, karşı bir görüştür. Bende hâsıl olan kanâate göre, bu inanç, Müslümanlar diğer kavimlerle, bilhassa Brahmanlarla ihtilâf ettiği, İslâm’ın ilk devirlerinden beri araştırılır ve münakaşa edilir oldu. Brahmanlar ve benzerlerine karşı kelâmcılar peygamberlerin gönderilmiş olmasının caiz ve zarurî olduğuna dair delillerini ortaya koydular: "Akıl yalnız başına bir işin iyiliğini veya kötülüğünü, yasak ol­duğunu veya mübah bulunduğunu veyâhut da gerekli olduğunu bilmenin yolu değildir". “Fiiller hakkındaki şu hüküm­lerin tamamı aklın hükmünden evvel, an­cak şeriat yolundan tesbit edilir”.6

Halbuki Şia’ya göre, imamların isme­ti, yukarıda söz konusu olandan farklı bir meseledir. İmamların ismeti ve onların kasten veya farkında olmadan veyahut da unutarak yapacakları hatadan, yanıl­madan korunmuş olmaları inancı, Şia’nın imamet ve hilâfet meselesi hakkındaki dü­şüncelerini ihtivâ eden imamet mezhebini ayakta tutan ana direktir. Bu sebeple on­lar imamların ismetini iddia ederken, iki ana gâyenin tahakkukunu gözetirler.

"İmamet, halledilmesi milletin re’yine terkedilmiş, dünyâ ile ilgili bir mües­sese değildir ki, bu makama gelecek kim­seyi halk seçsin. Aksine, imâmet, dinin esası, İslâm’ın temelidir. Peygamber’in bu önemli meseleden gafil olması ve onun halini halka bırakması câiz olmaz, imam­larını bizzat tâyin etmesi kendisine vacibtir"7 görüşünü isbat etmek, bu gayelerin birincisidir.

Görüldüğü gibi burada imamet, dini bir hükümdür. Bu hüküm, yaptığı tâyinde ve gösterdiği nassda hataya düşmeyece­ğinden emin olunan bir ma’sûmun tâyin edişi ve nass gösterişi ile sâbit olur. İs­met, ancak yakînî bilgiyi gerektiren vahy ve ilham yoluyla bilinen, belirtilen bir sı­fattır. Bu böyle olunca imam tâyini işi, ma’sum olan peygambere veya onun nâibine yâni ma’sum imâma has bir vazife olmalıdır ki, tâyin sahîh olsun, manasız­lık, hata ve heveslere uymak gibi noksan­lardan uzak olsun.

Yukarıda izah tarzından mantıki olarak Ali (r.a.) dan önce hilâfet ma­kamına geçenlerin imâmetlerinin bâtıl ol­duğu anlaşılır. Şöyle ki: Raşid halifelerde —ittifakla— ismet ve kemâl sıfatları yok­tu. Buna göre, onlar dinin esası ve te­meli demek olan bu makamı işgâl etme­ye ehliyetli kimseler değillerdi8 neticesi­ne varmak da ikinci gâyedir.

İşte Şiî kelamcılar birbirleriyle yakın­dan alâkalı bu iki meseleden dolayı imam­ların ismeti inancını korumaya gayret et­tiler. Bu inancı kuvvetlendirmek ve onu isbat etmek için gerek nakli ve gerekse akli bütün delillerden faydalandılar. Yine bu sebeple Mutezilenin nazariyelerinden, bilhassa “lütuf” ve “Allah’ın kullarıi en yarayışlı olanı (aslah) işlemesi” görüş­lerinden imâmetin vücûbu ve onun her zaman ve her yerde bulunduğuna dair deliller aradılar.9 Böylece Şîa âlimlerinin hepsi şu görüşte birleştiler: “İmamlar ma’sumdurlar, onlar her türlü kirden arın­mış olup, büyük veya küçük hiçbir, günah işlemezler. Hayatlarının ilk ânından son günlerine kadar kemâl ve ilim sıfatlarına sâhip olup, hiçbir sûrette onlara cehalet ve noksanlık isnad edilemez.10 Bu görüşe sâdece, İbn Bâbeveyh el-Kummî (ö. h. 381) ile üstâdı Muhammed b. el-Hüseyn b. Ahmed b. el-Velid (ö. h. 343) katıl­mamaktadır. Bu ikisi imâmın yanılarak ha­ta yapabileceğini caiz görürler. Yalnız bu görüş Şîa kelâmcıları tarafından hemen ve en şiddetli bir üslûpla reddedildi. Me­seleden haberdar olan Şeyh el-Müfîd de, "Peygamber veya imam yanılabilir" id­diasında bulunanların görüşünü çürütmek için bir risâle yazdı.11

________________________________________

(*) Makalenin aslı; Akîdetü’l-İsmeti fi’l-İslâm, Mecelletü Külliyeti’d-Dirâsa- ti’l-İslâmiyyeti, 2. sayı, s. 49-56, Bağdat, 1968.
(1) Goldziher, Ignaz: el-Akîdetü ve’ş-Şerîatü fi’l-İslâm, s. 23, 208-210; İslâm Ansiklopedisinde yazdığı “ismet” mad­desi.
(2) Wensinck, A. J. "The Muslim Creed", PP, 217-218; Tor Andrae, "Mohammed, Sein Leben und Sein Glaube", Eng. Trans., P. 179.
(3) Donaldson, D. M.: “The Shi’ite Re­legion”, P. 334.
(4) Fâtımîler (İsmâiliye) imamların is­metini iddia etmelerine rağmen, Fâtımî akâid kitaplarında bu inancın işlenişi ile İsna Aşeriye’ninki kıyas­landığı vakit, Fâtımîler’in imamlara atfettiği kutsiyetin fersah fersah ilerde olduğu görülür. Fâtımîler imâma, ulûhîyyetin hulûl ettiği bir cesed olarak inanırlar. Şüphesiz bu, imâmı, ma’sum olan bir peygamber­den de üstün tanımaktır. Bak: Fyzee, A. A. A., “Shi’s Legal Theories”, P. 1221 An Article in “Law in the Middle East", 1955.
(5) El-Gazâlî: İhyâu Ulûmü’d-Dîn, Kitâbü Kavâidi’l-Akâid, c. I, s. 100; el-Bâkıllâni: Kitâbü’t-Temhîd, s. 107; Şehristânî: el-Milel ve’n-Nihâl, c. 2, s. 251, Muhammed Seyyid Geylânî neşri, Halebî tâb’ı, 1961. Şehristânî der ki: İnsanlar içinde Brahma diye adlandıklarını zannedenler var. Bu ad onlara İbrâhim (a.s.)’e intisab­larından gelmiş. Bu, hatâdır; çünkü bunlar doğrudan doğruya nübüvveti inkâr etmekle tanınmışlardır. Nasıl olur da İbrâhim (a.s.)’e müntesib olduklarını söyleyebilirler? Onlar an­cak Brahm adında birine mensuptur­lar. Bu adam nübüvvetin ortadan kaldırılması fikrini onlara aşıladı ve nübüvvetin aklen, çeşitli yönlerden imkânsız olduğunu iddia etti.
(6) El-Bâkıllânî: Kitâbü’t-Temhîd, s. 115; İbnü’l-Cevzî: Telbisu İblis, s. 65-70; Şehristânî: Adı geçen eseri, c. 2, s. 251. (Brahmanlar der ki; Resûlün getirdiği şey iki halden biri olur. Ya makul olur veya makul olmaz. Eğer makulse; tam bir akıl onu an­lamak ve ona ulaşmak hususunda bize yeter. Bizim bu konuda resûle ihtiyâcımız olmaz. Yok eğer makul değilse; o zaman makbul olmaz, çünkü makul olmayanın kabul edil­mesi, insanlıktan çıkmak, hayvan­lar ailesine girmek demektir.)
(7) İbn Haldun: Mukaddime, s, 348.
(8) Er-Râzî: Meâlimü Usûli’d-Dîn, s. 157 (Muhassal hâmişinde) diyor ki: Şia’­dan İsna Aşeriye’nin dediğine göre: İsmetin vacip oluşu, İmâmetin sıh­hatinin şartıdır. Diğerleri ise, böyle değildir, derler. Bize göre: Şüphesiz delil, İsmet vâcip olmadan da Ebû Bekr’in (r.a.) imâmetinin sahîh ol­duğunu gösteriyor; el-Hullî: Keşfü’l-Murad, s. 233, Bâb-ü Edilleti Salâ­hiyeti Ğayr-ı Ali li’l-Hilâfeti.
(9) El-Müfid: Tashîhu Akâidi’l-İmâmiye; el-Hullî; Keşf-ü’l-Murad Şerhü Tecrîdi’l-İ’tikad, s, 217, diğer eseri: el- Bâbü’l-Hâdi Aşare, s. 41.
(10) El-Müfid: Tashîhu Akâidi’l-İmâmiye, s. 35; İbn Bâbeveyh el-Kummî: Meâni’l-Ahbar, s. 132; el-Meclisî, Mu­hammed Bâkır: Bihâru’l-Envâr, c. 11, s. 72.
(11) El-Müfid: er-Red alâ Men Zeame enne’n-Nebiyye Yeshu, yazma, eş-Şeyh Muhsin el-Hakîm kütüphânesi, Nu. 278.