Makale

Türkiye'de Dini Bilginin Kaynak ve Metodu Üzerine

Türkiye’de Dînî Bilginin Kaynak Ve Metodu Üzerine

Hayreddin KARAMAN
İzmir Yüksek İslâm Enstitüsü
İslâm Hukuku Öğretmeni

GİRİŞ:

Tefsir, hadîs, fıkıh ve bunların usûlü gibi “dînî ilimler”in, müşterek ve husûsî metodları ile zengin kaynakları vardır. Bunların her biri üzerinde ya­pılmış ve yapılacak etüdler, ciltlere mevzû teşkil edebilir. Bizim, bilhassa “dînî bilgi” ifâdesini kullanarak kaynak ve metodu üzerinde bir deneme yazmak is­tediğimiz mevzû, —yukarıda işaret ettiğimiz neviden— dînî ilimler değil, Müs­lüman halkımızın kendi îman ve uygulaması için gerekli olan din bilgisidir. İşte bu bilginin cemiyetimizde, çeşitli yaş ve bilgi seviyelerindeki kaynakları ile metodu üzerinde durmak istiyoruz.

I — KAYNAKLAR:

Cemiyetimizde dînî bilginin kaynakları, (edinildiği yer ve vasıtalar) yaş ve tabakalara, hattâ nesillere göre farklılıklar arzeder. Meselâ son nesil, yakın zamana kadar, okullarda yeterli din bilgisi alamamıştır. Kezâ şehirliler ile köy­lerde oturanlar, okumuşlarla halk tabakası arasında da dînî bilginin kaynak­ları bakımından bâzı farklar mevcuttur. İşte bu sebeplerle sözü geçen kaynak­lar bakımından karşımızda üç tabaka vardır: Çocuklar, halk ve okumuşlar.

A — ÇOCUKLAR:

Çocuklarımız için din bilgisinin —umûmiyetle— iki kaynağı vardır: Çev­re ve okul.

1) Çevre:

Burada çevreden maksadımız, çocuğun ilk bilgi, itiyat ve i’tikadını edin­diği âile ocağı, akraba, mahalle gibi okul dışındaki yakın muhittir. Memleketi­mizde yuva ve yurt tesisleri çok mahdut olduğundan, yakın çevrenin en önemli merkezi âile olmaktadır. Çocuk yedi yaşına kadar âileden başlayarak çevreden edindiği dînî bilgi, i’tikad ve itiyadların izini bir ömür boyu taşımaktadır.

2) Okul:

7-12 yaşları arasında ilkokul öğrencisi olan çocuk, okula girmekle yeni bir kaynak daha kazanmış olur, fakat onun çevre kaynağı ile de alâkası devam eder. Nasıl başarılı bir öğretimde aile - okul işbirliğine ihtiyaç varsa, aynı şekilde, bunun bir bölümü olan din eğitim ve öğretiminde de bu iki kay­nağın sıkı bir işbirliğine zarûret vardır. Çocuk, çevresinden edindiği din bil­gisi ile din sevgi ve saygısı gibi duygularını okulda geliştirmelidir. Bu iki kaynak arasında bir çelişme ve uçurumun bulunması çocukta, telâfisi güç buh­ranlar tevlid edebilir.

Çocuk, din sevgi ve bilgisini ezber veya muhakeme yoluyla değil, tekrar tekrar görerek, hissederek, teşvik ve telkinler ile elde edecektir. Bu sebeple de okul, onun âileden aldığı i’tikad ve duyguyu yıkmamakla görevli olduğu gibi,1 çevre de tatbikatıyla ona, hurâfe ve bid’atlardan uzak, aslına uygun bir i’tikad ve itiyad göstermek borcundadır. Bu ikinci husûsu ilerde —bid’at mevzuu ile birlikte— tekrar ele alacağız.

B — HALK:

Halktan maksat; dînî bilgisini, okumaktan çok dinleme ve görme yolla­rıyla elde eden, okumamış veya az okumuş kimselerdir. Bunlar edindikleri dînî bilgilerin sıhhat ve isabetini kontrol imkânına mâlik bulunmadıklarından, ken­dilerine öğretilen ve telkin edilen bilgileri çoğu kez olduğu gibi kabullenir ve bunlara bağlanırlar. Bu sebeple bütün yük ve mes’uliyet, bu tabakanın mürşid ve rehberlerine âit olmaktadır. Hâlbuki halkın büyük bir kısmı köylerimizde yaşamaktadır. Köy din hizmetlileri ise —pek azı müstesna— onların yolları­na ışık tutacak din ve dünyâ kültüründen mahrum, hüdâî nâbit yetişmiş kim­selerdir. Şehirlerimiz bu bakımdan daha zengin sayılabilir; ancak burada da irşadın şümûlü çok dar, din görevlilerinin muhâtabları oldukça azdır.

Dînî bilgilerini okuma yolundan ziyâde görerek veya işiterek elde eden çocuklar ile halk için, dîni yaşayan ve öğreten kimselerin davranışları son de­recede önemlidir. Eğer bunlar davranışlarıyla İslâmî —her türlü katma ve ek­siltmelerden, hurâfe ve bid’atlardan uzak olarak— temsil edebilirlerse, yeni nesil ile okumamış kimseler dîni, görerek ve duyarak aslına uygun bir şekilde öğrenebilirler. Mevzuu bir örnekle bir parça daha açacak olursak, yeni Müs­lüman olarak İslâm memleketlerinden birine gelmiş bir yabancıyı ele alabiliriz. Bu memlekette Müslümanlann söz, ibâdet ve muâmeleleri, İslâm’a öylesine uymalıdır ki, sözü geçen mühtedî onları aynen öğrendiği ve yaptığı takdirde, İslâmî öğrenmiş ve yapmış olsun. Şu âyet ve hadîsler işte böyle bir İslâmî va­satın gerçekleşmesini hedef edinmişlerdir:

“Biz sizi böylece hak ve adâleti gözetir, ilim ve amel ile tanınır bir ümmet yaptık ki, insanlara karşı (hakkâniyet) şâhidi (hidâyet rehberi) olasınız ve peygamber size karşı şâhid ola...”2

“Şu işimizde (dînimizde) ondan olamyan bir şey uydurup ortaya koyanın (bu işi) merduttur.”3

"... Sözün en hayırlısı Allah’ın kitâbı, yolun en hayırlısı da Muhammed’in yoludur. İşlerin en fenâsı sonradan uydurulanlardır. Her bid’at sapıklıktır...”4

Son hadiste geçen “bid’at”; dînin aslında olmadığı halde, sonradan îcâd edilen dînî inanç ve davranışlardır. Hz. Peygamber (S.A.S.) Müslümanları bun­dan şiddetle sakındırmıştır. Çünkü bid’atlann yayılması sonunda Müslümanlar İslâmî aslına uygun olarak temsilden uzaklaşacaklar; bu da dînini görerek ve işiterek öğrenen büyük bir kitlenin yanlış yola sevkedilmesi neticesini doğu­racaktır.

C — OKUMUŞLAR:

Dînini yalnız işitme ve görme yollarıyla değil de, aynı zamanda okuya­rak öğrenen sınıfı da iki gruba ayırmak gerekir: Branşı dînî ilimler olanlar ve diğer okumuşlar.

Birinci grup:

Branşı dînî ilimlerin tedkik ve ta’lîmi olan kimselerin bu mevzûdaki bilgi kaynaklan çok zengindir yahut da böyle olması gerekir. Bu mevzuda, “dînî bilginin metodu”nu incelerken birkaç sözümüz olacaktır.

İkinci grup:

Sahaları dînî ilimler olmamakla beraber okumuş, kültürlü, aydın dediğimiz sınıfa gelince; esefle kaydetmek gerekir ki, memleketimizde bu vasıfla amlan kimselerden pek çoğunun dînî bilgisi, ya halk seviyesindedir veya kulaktan dolma, telkinle edinilmiş, peşin hükümlerle ma’lûl bir durumdadır. Meselâ Kur’ân-ı Kerîm’in meâlini, belli başlı hadîsleri muhtevî bir mecmuayı, Hz. Peygamber’in hayat ve şahsiyetini, İslâm’ın esaslarını güvenilir kaynaklardan oku­muş, gereken noktaları mütehassıslarıyla münakaşa etmiş, böylece şuurlu ve sağlam bir din bilgisi elde etmiş aydınımız —ne yazıktır ki— hayli azdır. Bu­nunla beraber, bâzan akıl, bâzan da ilim bahane edilerek, dînî esasları ya inkâr veya te’vil şeklinde tezâhür eden davranışlar da en çok bu sınıfta gö­rülmektedir. Metod bahsinde bu davranış da ayrıca ele alınacaktır.

Halk ve okumuşlar için dînî bilginin ve terbiyenin önemli kaynaklarından biri de, —asırlardan beri— tasavvuf ve tarikatlar olmuştur. “Yıkayıcısı önün­de ölü” misâli mürşide teslîmiyyetin şart olduğu bu yol, irşad ve tekmîle ol­duğu kadar, istismar, idlâl ve iğfâle de müsaittir. Ca’feru’s-Sâdık, Hasenu’l- Basrî, Cüneyd el-Bağdâdî, Abdülkadir el-Cîlânî, Muhammed el-Gazzâlî, Behâüddîn-i Nakşbend, Mevlânâ Celâlüddîn, Akşemseddîn, Yûnus, İmâm-ı Rabbânî gibi kâmil ve mükemmel olan mürşidler, İslâm kültür ve irfanını çok zenginleştirmiş büyük kişilerdir. Kendilerinde bu zevat ölçüsünda ilim ve ter­biye gücü bulunan mürebbîlerden, millet ve memlekete bereket ve selâmet ge­lir. Fakat bu yolun sahtekârları, —hemen her asırda— ehlinden çok olmuştur. Bilhassa halkın bu noktaya dikkat etmeleri kaçınılmaz bir zarûretttr. Kemâlin ölçüsü Kitab ve Sünnet, örneği Rasûlullah olmalıdır.

Dînî bilginin kaynakları mevzuunda, özellikle memleketimizdeki manzarayı böylece tesbit ettikten sonra, her sınıf ve grubun, sağlam bir din bilgisi edi­nebilmesinin çare ve yolları üzerindeki düşüncelerimizi arza geçebiliriz.

II — DİNİ BİLGİNİN METODU:

Kaynaklar mevzuunda olduğu gibi metod bahsinde de “çocuklar, halk ve okumuşlar” şeklindeki grup ve seviye taksimini gözönüne almak mecburiye­tindeyiz.

A — ÇOCUKLAR İÇİN:

Daha önce söylenenlere burada şu hususları ilâve edebiliriz:

1 — Cuma, bayram, kandil gibi dînî gün ve gecelerde, Müslümanlarm evlerinde bir fevkalâdelik olmalı, çocuklara uygun hediyeler alınmalı, onların da ev ve câmilerde yapılacak ibâdetlere, zorlamadan, teşvik ve sevgi ile iştirâkleri temin edilmelidir.

2 — Çocuklara hitabeden her çeşit kitap nev’inden cazip kitaplar hazır­lanmalı ve bunların içinde pedagojik ölçülere göre dozu titizlikle ayarlanmış olarak Allah, peygamber ve din sevgisi temaları işlenmelidir.

3 — Okuma dışında, televizyon, sinema, radyo gibi çok kudretli yayın, bilgi ve telkin vasıtaları vardır. Diğer din ve ideoloji sâlikleri bu vâsıtalardan da geniş ölçüde faydalanmaktadırlar.

B — HALK İÇİN:

Milyonlarca vatandaşın oturmakta olduğu köylerde, halkın din eğitim ve öğretimi imamların elindedir. Bu bakımdan köy imamının, ileri ve müreffeh Türkiye hedefine yönelmiş seferberlikte asla küçümsenemeyecek, önemli bir rolü vardır. Ancak, bu rolü başariyle îfâ edecek nitelik ve sayıda ne kadar imamımız vardır? Kanâatimizce, köy imamı en az yedi yıllık Îmam-Hatip okullarının ikinci devresinden mezun olmalıdır. Bilindiği gibi yedi yıllık Îmam- Hatip okullarında, lise seviyesinde belli başlı kültür dersleri ile meslekî dersler okutulmaktadır. Eldeki istatistiklere göre 1970 yılma kadar mezkûr okulların ikinci devresinden mezun olup imamlık görevi alan, yalnız 1284 kişidir. Bun­ların da büyük bir kısmı, vilâyet ve kazalarda görev almıştır. Yetkililerin tesbitine göre bugünkü din görevlisi ihtiyacını İmam-Hatip Okulu mezunlarıyla doldurabilmek için, —bu okulların mezun ve talebe sayısı aynı nisbeti muha­faza ederse5— on beş yıla ihtiyaç vardır. Türk köylüsünü maddî ve mânevî yönlerden kalkındırmayı hedef edinen şuurlu ve sorumlu kişilerin, bu durumu gözden uzak tutmamaları ve gereken tedbirler üzerine eğilmeleri zarûrîdir.

Şehir ve kasabalarda oturan halka gelince; buralarda görev yapan din öğ­reticilerini, başarıları tecrübelerle sâbit olmuş gezici vâiz ve âlimlerle takviye etmek, ilk akla gelen tedbirdir. Ayrıca Diyânet İşleri Başkanlığı, halk seviye­sinde neşriyat üzerinde daha önemle durmalı, ilgili dâire, din görevlilerini irşad mevzuunda daha faydalı hale getirecek tedbirleri almalıdır.

C — OKUMUŞLAR İÇİN:

Okumuşları meslekleri itibariyle iki gruba ayırmıştık: Din âlimi ve gö­revlileri ile bunların dışında kalanlar.

1 — Din görevlileri içinde resmî veya husûsî tahsille kendilerini gereği gibi yetiştirmiş, bu sebeple de neyi nasıl yapacaklarını bilen, sâhalarında faydalı çalışmalar yapmış ve yapan zevat eksik değildir. Bir taraftan bunların çoğal­masını, bunun için de, gerekli tedbirlerin alınmasını ilgililerden temenni eder­ken6 diğer taraftan çeşitli sebeplerle daha iyi yetişme imkânım elde edememiş din görevlilerine bâzı tavsiyelerimiz olacaktır:

a) Din, insanlara mahsus bir müessesedir. Din eğitim ve öğretimi yapan kişinin muhâtabı fert ve cemiyet halinde insandır. Bu sebeple onun, kendini hazırlarken, dînî ilimler yanında, çeşitli yönleriyle insanı ele alıp tanıtan, disip­lin ve ilimlere yönelmesi, bilhassa sosyoloji, psikoloji, târih, felsefe ve edebiyat­tan faydalanması gereklidir.

b) Dînî bir mevzuu incelerken, bir problemi çözerken, muayyen bir grup, şahıs ve kitap girdâbına kapılmamalıdır, İmam Mâlik’in bir sözü, bu konuda prensip değerindedir: “Rasûlullâh’ınki müstesna herkesin sözü kabûl ve red­dedilebilir.”7

Mezhep mevzûuna gelince:

Bilindiği üzere hicrî dördüncü asırdan önce Müslümanlar muayyen bir mez­hebin bütün hükümlerine bağlanıp, yalnız onu tatbik ve taklit etmez, bütün İslâm âlim ve müctehidlerinin ilimlerinden istifade etmeyi tabiî sayarlardı.8 Dördüncü asırdan itibaren yekdiğerinden temeyyüz eden, zamanla mensuplan arasına yakınlık ve uzaklıklar giren mezheblerin faydalı tarafları olmakla be­raber9 mezhep taassubunun da zararları vardır.10 İlim yolcusu, bütün ehl-i sünnet imam ve müctehidlerini, bir ilim ailesinin ferdleri telâkki edecek ve gerektiğinde bunların hepsinden faydalanacaktır. Bâtıl ve sapık mezhep sâliki âlimlerin eserlerine gelince; muayyen bir İlmî seviyeden sonra onların da eser­lerinden faydalanmak, hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak bizzat görüp öğrenmek şâyân-ı tavsiyedir. Meselâ büyük müfessir ez-Zemahşerî (v. 538/1143) i’tikaden mu’tezilîdir diye, el-Keşşâf isimli tefsîri ele alınmazsa, isabetli bir yol tutul­muş olmaz. Kezâ Ebu’l-Huseyn el-Basrî (v. 436/1044) aynı mezhebe sâliktir diye, el-Mu’temed isimli çok önemli usûl-i fıkıh kitâbının mütalâası terkedilmemelidir.

c) Dînî hüküm ve bilgiler, imkân bulunduğu nisbette, Selefin kitaplarıyla aynı yolu takibeden âlimlerin eserlerinden alınmalı ve hükümler delilleriyle beraber öğrenilmelidir. Bu ikinci noktayı İmam Ebû Hanîfe şöyle ifade etmiştir: “Nereden söylediğimizi (hükmümüzün delil ve kaynağım) tetkik edip bilme­den, bizim reyimizle fetvâ vermek hiçbir kimse için helâl değildir.”11

Okunmasını tavsiye ettiğimiz eserleriyle asırlara ışık tutan İslâm âlim­lerinden bâzılarını şöylece sıralayabiliriz:

İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe (v. 150/767), İmam Mâlik (v. 179/795), İmam Muhammed b. İdrîs eş-Şâfi’î (v. 204/819), İmam Ahmed b. Hanbel (v. 241/855), İmam Muhammed (v. 189/805), İmam Ebû Yûsuf (v. 182/798), İbn-i Cerîr et- Taberî (v, 310/922), Ebû Ca’fer et-Tahâvî (v. 321/933), el-Müzenî (v. 264/877), İmam Ebû Mansûr el-Mâtürîdî (v. 333/944), İmam Ebu’l-Hasen el-Eş’arî (v. 324/936), Ebû-Bekr el-Cessâs (v. 370/980), İmam el-Gazzâlî (v. 505/1111), Ebu’l-Ferac İbnu’l-Cevzî (v. 597/1200), Alî b. Muhammed el-Mâverdî (v. 450/ 1058), Yûsuf b. Abdilber (v. 463/1071), Şemsü’l-Eimmeti’s-Serahsî (v. 500?/ 1106), Ebû-Bekr b. el-Arabî (v. 543/1148), Alî b. Ebî-Bekr el-Merğînânî (v. 593/ 1197), İbn-i Rüşd el-Hafîd (v. 595/1198), Abdulazîz b. Abdisselâm (v. 660/1262), Şihâbüddîn el-Karâfî (v. 684/1285), İbn-i Teymiyye (v. 728/1327), İbnu’l-Kayyim el-Cevziyye (v. 751/1350), Ebû-İshâk eş-Şâtıbî (v. 790/1388), İbn-i Hâcer el-Askalânî (v. 852/1447), İbnu’l-Hümâm Muhammed b. Abdilvâhid (v. 861/1457), es-Süyûtî (v. 911/1505), Ebü’s-Suûd (v. 982/1574), Ahmed b. Abdirrahmân Şâh Veliyyullah ed-Dehlevî (v. 1176/1762), Muhammed b. Alî eş-Şevkânî (v. 1250/ 1832), Abdulhayy el-Lüknevî (v. 1304/1886), Sıddîk Hasen Hân (v. 1308/1890), Muhammed Abduh (v. 1905 M.), M. Râşid Rızâ (v. 1354/1935) gibi...

Bu listeyi daha da kabartmak mümkündür. Bir de önemli kitap listesi vermemiz müsâmaha ile karşılanırsa, şunları sıralamak isteriz:

el-Kütübi’s-Sitte...

el-Askalânî, Fethu’l-Bârî; el-Aynî, Umdetü’l-Kârî (Buhârî şerhleri)

İbnu’l-Arabî, Ândatü’l-Ahvezî (Tirmizî şerhi)

Mâlik: el-Muvatta’ ve el-Bâcî şerhi (el-Müntekâ)

eş-Şevkânî: Neylü’l-Evtâr

Taberî, İbn-i Kesîr, Nesefî ve Şevkanî’nin tefsirleri

eş-Şâfi’î: er-Risâle, el-Umm

et-Tahâvî: Şerhu-Maâni’l-Âsâr, el-Akîde

es-Serahsî: el-Mebsût

İbn-i Kudâme: el-Muğnî

İbnu’l-Hümâm: Fethu’l-Kadîr (Hidâye şerhi)

İbn-i Teymiyye: el-Kâidetü’n-Nûrâniyyeti’l-Fıkhiyye, el-Fetâvâ, Raf’u’l-Melâmi12

İbnu’l-Kayyim el-Cevziyye: İ’lâmu’l-Muvakkı’în, Zâdu’l-Meâd

eş-Şâtıbî: el-Muvâfekât, el-İ’tisâm

Sadru’ş-Şeria: et-Tavdîh, el-Müsâmera

el-Gazzâlî: el-Müstesfâ, İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn, el-Münkızü Mine’d-Dalâl, Faysalü’t-Tefrika, Tehâfüti’l-Felâsife...

eş-Şevkânî: İrşâdu’l-Fühûl

el-Beyâdî: İşârâtü’l-Merâm

Şâh Veliyyullah: Huccetu’llâhi’l-Bâliğa, Ikdu’l-Cîd, el-İnsâf

İbn-i Haldûn: Mukaddime, Şifâu’s-Sâil13 gibi...

d) Dînî irşâd ve terbiyede Hz. Peygamber’in usûlünü devamlı gözönünde bulundurmalı, merhamet ve sevgi, din, muallim ve mürebbîsinin iki temel vasfı olmalı ve meâlini sunacağımız âyetle hadîs, irşâd metodunun hâkim rengini teşkil etmelidir:

“Rabbının yoluna hikmetle (doğru ve faydalı sözle), güzel öğütle dâvet et. Onlarla en güzel bir şekilde münakaşa ve mübâhase eyle...”14

“İnsanları (İslâma) davet ediniz; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz, kolay­laştırınız, zorlaştırmayınız.”15

2 — Sâhası dînî ilimler olmayan okumuş kişilerin, okullarda aldığı din bil­gisi zayıf ve yetersizdir. İlkokuldan itibaren, din eğitim ve öğretiminin, psiko­lojik ve pedagojik icaplarına uygun biçim ve keyfiyette yeniden ele alınması gereklidir.

Okul dışında okumuşlarımızın dînî bilgi kaynakları, bir yandan —halkta olduğu gibi— din görevlileri, diğer yandan da daha çok kendilerine has olmak üzere bizzat okuyup anlamaktır. Dolayısıyla dînî kitaplar ve bunları okuyup anlama san’atı mevzuuna gelmiş bulunuyoruz.

a — Dînî kitaplar:

Bilhassa son yıllarda yurdumuzda hızlı bir dînî neşriyat hareketine şâhid oluyoruz. Son on yıl içinde, yakın geçmişle kabil-i kıyas olmayacak derecede kesif bir terceme ve te’lif faaliyeti olmuştur. Ancak hemen kaydedelim ki, bu hareket tam mânasıyla bir başıboşluk içinde akıp gitmektedir. Neşredilen dînî kitapları, hem şekil, hem de muhteva bakımlarından kontrol edecek, neşriyatı güdüm altına alacak bir müessese, hem hayâlî, hem de faydası münakaşa gö­türür olmakla beraber, şimdi teklif edeceğimiz bir tedbirle okuyucuya tesir etmek ve dolayısıyla da neşriyatı kontrol altına almak mümkün olacaktır:

Yüksek din tahsili veren müesseselerden de faydalanarak Diyânet İşleri Başkanlığının teşkil edeceği bir komisyon, intişar eden bütün dînî kitapları, hem şekil (cilt, baskı, kâğıt), hem de muhteva bakımından inceler, her kitap hakkındaki görüş ve kararlarını aylık bültenler halinde neşreder; sonra bun­lar tertiplenerek muntazam yıllıklar haline getirilir. Okuyucu, herhangi bir ki­tabın mahiyet ve kalitesi hakkında bilgi edinmek isteyince, bu bülten ve yıllıklara bakar; tarafsız ve salâhiyetli bir komisyonun görüş ve değer hükmüne güvenmek tabiî olacağından, iyi ve faydalı kitaplar revaç bulur, bu vasfı taşı­mayanlar ise nâşirin deposunda kalır.*

(*) Bu husus, daha önce Din İşleri Yüksek Kurulunca düşünülerek karara bağlanmış ise de, henüz tatbike konulamamıştır. (Din İşl. Y. Kurulu notu).

Böyle bir müessese vücut buluncaya kadar; dînini bizzat inceleyerek öğ­renmek, kulaktan dolma bilgilerini ilmin imtihanından geçirmek isteyen kim­selere şu hususlar tavsiye edilebilir:

1 — Okumaya alfabeden başlandığı ve her ilmin bir alfabesi, giriş veya el kitabı bulunduğu mâlûmdur. İslâm Dînini öğrenmek isteyen aydın kişi ise, —çoğu tarafsız olmayan— yabancı yazarların bu mevzudaki kitaplarını oku­yarak başlarsa, —kanâatimize göre— hatalı bir yol takibetmiş olur. Eskilerin “ilmihâl” dedikleri, İslâm’ın îman, amel ve ahlâk esaslarını topluca anlatan, ehliyetli bir kalemin eserinden işe başlamak şâyân-ı tavsiyedir*

(*) Bir cümle Din İşleri Yüksek Kurulu tarafından çıkarılmıştır.

İkinci adımda Hz. Peygamber’in hayâtı, sonra mûteber bir hadîs mecmuasının tercemesi ve sonra Kur’ân-ı Kerîm’in mealine geçilebilir.16 Bu noktadan sonra, yabancı yazarların, İslâm’a âit kitapları ile Müslüman âlimlerin bunlara cevap teşkil eden eserleri ve dinler târihine âit incelemelere intikal edilebilir.

b — Anlama san’atı:

Okunanı doğru anlamak, sağlam neticelere varabilmek ve anlayış hatala­rından kaçınabilmek için, şöyle bir yol takibedilebilir:

(1) Müphem, şüpheli veya tutarsız gibi görünen noktalar, ehliyet ve otoritesiyle tanınmış aydın din bilginleri ile müzakere ve münakaşa edilebilir.

(2) İslâm bir bütün; bir manzûmedir. Onun herhangi bir kaide, emir veya müessesesi tek başına ele alınır, bağlı bulunduğu sistem içinde mütalâa edilmezse, aksak görünebilir ve anlaşılması güçleşir.

(3) Dînî gerçeği araştırırken, hangi bilgi vasıtasına dayanılacağı mevzuu önemlidir. Akıl-nakil münakaşalarının târihi çok eskidir. Farklı görüş ve mü­nakaşalar üzerine mezhepler teşekkül etmiş, kütüphaneler dolusu eserler ya­zılmıştır. Problem; akıl, nakil ve ilham vasıtalarından hangisine öncelik verile­ceği, bunlardan birine öncelik verilince, diğerinin durumunun ne olacağıdır.

Yazımızın bu son bölümünde önce bu mevzuun kısa bir târihçesini yapa­cak, sonra akıl, müsbet ilim ve ilhâmın hudûdu mevzuuna temas ederek sonu­ca varacağız.

________________________________

Emevîler devrinde Hâlid b. Yezîd (v. 85/704) zamanında başlayarak Abbâsîler’de Mansûr (754-775) ve Me’mûn (813-833) devrinde hızlanan Yunan ve Hind felsefesinin Süryânice ve Arapçaya tercemesi17 hareketine kadar İs­lâmî muhitte akıl-nakil münakaşası olmamış sayılır. Terceme yoluyla adı ge­çen felsefeler, İslâm muhitine yayılınca, din ile felsefenin ortak bahislerinde zıt hüküm ve fikirler ortaya çıkmış oldu. Felsefenin başlıca kaynağı akıl, dîninki ise nakil (vahye müstenid nasslar) olduğu için, dolayısıyla bu iki kay­nak karşılaşmış ve çelişmiş gibi görünüyordu.

Mevzuun münakaşasına giren taraflardan bir grup nakle sarılarak, nassların ifade ettiği açık mânâ ne ise o aynen kabûl edilir, aklın hükmü buna tabi’dir, nasslar, filozofların görüşlerine veya akla aykırıdır diye te’vil edil­mez reyini müdafaa ettiler. Bunlar Ahmed b. Hanbel grubudur.

Yunan ve Hind felsefesiyle İslâm’a aykırı diğer cereyanlara karşı İslâm îmânını müdafaa eden Kelâmcılar, muayyen sınırları içinde akıl ve nakli (havass-i selime, haber-i sâdık ve akıl) beraberce kullanarak hükme varmayı tercih ettiler; Mâtürîdîler, Eş’ariler ve te’vil mevzuunda daha ileri giden Mu’tezile de, bu grup içinde yer alır. Hattâ nassların zahirî mânâsını inkâr et­memekle beraber, bunlara aykırı olmayan derûnî mânâlar arayan ve bunları da zahirî mânâ ile beraber kaydeden Sofiyyeyi de bu grupta anabiliriz.18

Fârâbî, İbn-i Sînâ, İbn-i Rüşd gibi Müslüman filozoflar grubuna gelince; bunlar aklı, daha doğrusu Yunan filozoflarının fikirlerini ön plâna almış, pey­gamberlik, vahiy, felek, levh-u kalem, arş, kürsî, tesbîh, kazâ ve kadere âit nassları başka mânâlar vererek te’vil etmiş, âhirete âit azab ve zevkleri mâ­nevi ve rûhî diye anlamışlar, cismânî haşri inkâr etmişlerdir. Hattâ bunlardan Fârâbî, akıl yoluyla elde edilen, filozofların bilgilerinin daha üstün olduğunu iddia etmiştir.19

Tarafların, bâzı örneklerini vermeye çalıştığımız görüş ve münakaşaları, tabi’leri tarafından zamanımıza kadar devam ettirilmiştir. Bugün Müslümanlar arasında her üç grubun da temsilcileri vardır. Dînin, ilmin ve akl-ı selîmin îcâbı olan mûtedil görüşün tesbîti için şu noktaların gözönünde tutulması gerekir:

1 — Dînî nasslar ile çoğu defa zahirî (dış, kelime ve cümlelerden ilk bakışta anlaşılan) mânâ kastedilmiş olmakla beraber, bâzı nassların müteşâbih olduğunu20, bâzılarının da mecâz veya misâl21 şeklinde ifade edildiği şüphesiz ola­rak sâbittir.22 Bu kabîl nassların usûlüne uygun olarak te’vîli zarûrîdir.

Usûlüne uygun te’vîlin şartlarını —ilk defa— İmam Şâfi’î şöyle özetle­miştir:

a — Yapılan te’vile lisan (Arapça) müsâit olmalıdır,

b — Kitab ve Sünnetin mânâsını, yine Kitab, Sünnet ve İcma’ın delâleti olmadan bâtını mânâya nakletmek câiz değildir.23

2 — Âyet ve hadîsler ya akıl ve ilim ile veya ilham ile karşılaştığı id­diasıyla te’vil edilmektedir. Hâlbuki ilhâmın ve buna bağlı bulunan marifetin, kişinin tasavvuftaki derecesine göre devamlı değiştiği Sofiler tarafından ifade edilmiş, bu yüzden de İslâm akâidi ilhamı sübjektif ve ferdî bir bilgi kaynağı kabûl eylemiştir.

Sağlam duyu organlarına, akıl ve ilme gelince; İslâm mevsuk haber (nakil) yanında “havass-i selîme” ve “aklı” da birer bilgi kaynağı olarak kabûl etmiş olmakla beraber, bunların sınırlarını tesbit etmiş ve bu sınırlar dışında vahye (nakle) tabi’ olunmasını istemiştir.

“Sana rûhu sorarlar. De ki: Ruh Rabbımın emrindedir. Size ilimden an­cak pek az verilmiştir.”24

“Onda gaybın ilmi var da (onu) görüyor mu?"25

Kur’ân-ı Kerîm’de 49 âyette kullanılan “ğayb” kelimesi, insanların kendi bilgi vâsıtalarıyla elde edemeyecekleri gerçekleri ifade etmektedir.

Diğer taraftan akıl ve ilmin baş döndürücü zaferlerine rağmen bunların belli bir sınır içinde geçerli olduğu, bunların dışında kesin bilgi veremeyeceği; akıl ve ilme müstenid nazariyelerin değişeceği, bu sâhaların muâsır otoriteleri tarafından da kabûl ve ifade edilmiştir:

“Bilhassa ruhsal hayâtımızla pek derin bir sûrette ilgisi olan birçok me­seleler vardır ki, anlayabildiğimize göre insan aklının kudreti şimdiki tertibin­den başka bir tertip kazanmadıkça, o akıl için bu meselelerin halli mümkün olmayacaktır. Evrende bir plân birliği veyahut amaç var mıdır, yoksa atom­ların tesâdüfen birleşmelerinden mi ibarettir? Acaba şuur, bilgeliğin (sagesse) sınırsız bir gelişme ümidini veren bir sonsuz evren parçası mıdır, yoksa sonun­da üzerinde hayâtın mümkün olamayacağı bir gezegende geçici bir ilinek mi­dir? İyilik ve fenâlık (hayır ve şer) evren için önemli midir, yoksa yalnız in­sanlar için mi önemlidir? İşte felsefe tarafından böyle sorular sorulmuş ve başka başka filozoflar tarafından başka başka cevaplar verilmiştir. Fakat başka sûretle de cevaplar bulmak mümkün olsun olmasın şimdiye kadar felse­fe tarafından verilen cevapların hiçbiri isbatı kabil olacak sûrette, doğru gibi gözükmüyor.”26

“Demek ki insan Rönesanstan beri beş duyunun hudutları içine hapsedilmiş­tir. Bugün inkâr edilmesi imkânsız birçok telepati vakalarını biliyoruz. Telepa­tinin ve mâzi ile istikbâli görme kabiliyetinin mahiyeti bugün de Aristo dev­rinde olduğu kadar meçhuldür, fakat biliyoruz ki, bir fenomenin realitesini sırf o fenomenin müşahedesi güçtür ve îzâhı imkânsızdır diye inkâr edemeyiz.”27

“Bir elma çekirdeğini ele alalım; ne kadar eksizsiz yürütülmüş olursa ol­sun, aceleden ve ön yargıdan ne kadar dikkatle arınmış bulunursa bulunsun, hiçbir uslamlama bu çekirdekten çıkacak olan ağacın şeklini veya vereceği meyvanın tadını önceden kestirmemize imkân veremez. Bilinmeyen bir mik­robun aşılanacağı bir hastada yaratacağı tepkileri, hastalıkları önceden tanım­lamamıza hiçbir teori, tasım (sillojizm) yardımcı olamaz. Bu gibi soruların aklımıza değil, doğaya, eşya dünyâsına sorulması gerekir. İki yüz yıldanberi in­sanların dış dünya üzerinde bu derece olağanüstü bir egemenlik kurma olana­ğını sağlayan metod, mantık, gözlem ve deneyimin bir karışımıdır. Uslamlama bu metodun dışında bırakılmış değildir ama sonuçları her zaman gerçekle karşılaştırılır ve gerçeklere uyuyorsa kabûl edilir...”

“... Gözlemlerin toplam sonucu olan bilim, hiçbir şekilde evrenin açıkla­ması değildir; sadece Valéry’nin deyimiyle: ‘Başarı sağlamış bir yöntemler bü­tününden ibarettir’. Bu yöntemler hiç başarı da sağlamayabilirdi. Eğer şu an­da elimden şu kitabı bırakırsam ve yere düşecek yerde tavana doğru yükse­lirse, çok şaşardım ama bu, bilimi altüst etmezdi. Olsa olsa, bu fenomeni de içine alan daha karışık bir yasa aramaya koyulurdu.”28

“Şu halde, ilmin metodunu gayet kısa bir şekilde şöyle ifade edebiliriz: İlim adamları, teknik icatlarla genişletilen insan hassasiyetine elverişli müşa­hedenin hududu içinde, nazarî modellerden zarûrî olarak çıkan istidlallere da­yanarak tahminlerde bulunmaktadırlar. Eğer bu tahminler doğru çıkmazsa, o zaman tasavvurlar veya bu tasavvurların dayandığı modeller yeniden düzen­lenir; çünkü yapılmış olan istidlâli yalanlamaya imkân olmadığı gibi tahmin­leri doğru çıkarmayan mesajları tekzip etmek de pek mümkün değildir. Işık hızı üzerindeki Michelson-Morley tecrübesi bu hâdiseye klâsik bir misâl teşkil edebilir. Zaman ve mekân hakkındaki eski Newtoncu telâkkiye göre, dünyanın mekân içinde bir hıza sâhip olacağı neticesine (istidlâl) yol açıyordu. Tecrübe­ler hâdisenin böyle olmadığını gösterdi ve fizikçiler zaman ve mekâna âit ilmî telâkkileri izâfiyet teorisine yol açacak şekilde kökten değiştirmek zorunda kaldılar.”

“Meselâ on yedinci ve on sekizinci asırlar Kopemik ve Newton’a âit kâinat telâkkilerinin zaferine şâhit olmuştur. Bu iki görüş de, hem dünyânın düz olup, güneş ve diğer gök cisimlerinin semânın damında dolaştıklarına dair ba­sit halk telâkkisine, hem de Batlamyus’un dünyâyı merkez ittihaz eden daha derin, fakat yine de kifayetsiz “ilmî” telâkkisine karşı çıkmıştır.”

“Târihin seyri içinde ilim de pek çok yanlış telâkkiler yaratmıştır ve ilim adı taşıyan birçok görüşlerde, bilhassa sosyal ilimlerde avâmî bilgiden gayet kuvvetli unsurlar vardır.”

“... Aynı şekilde bâzı protestan mezheplerinde görüldüğü üzere îman yo­luyla bir insanın haklı çıkması veya teheyyücî, derûnî yaşayış yoluyla ceza­lanması gibi inançlar da tarifleri îcâbı amelî mânâda tahkik edilemeyecek şey­lerdir. Bir inanç sisteminin tahkike elverişli olmayışı onun ehemmiyetsiz oldu­ğunu göstermez, insanı son derece ilgilendirmesi bakımından önemli olan pek çok meseleler vardır ki bunlar normal vasıtalarla, hattâ belki hiçbir şekilde tahkik edilemez.”29

Bütün bunlardan sonra “anlama sanatı” mevzûunda şu neticeleri tesbit edebiliriz:

Mevsuk bir nakil ile kesin bilgi arasında çelişme olmaz. Böyle bir görü­nüş varsa, ya nakil mevsuk değil, ya zahirî mânâ maksud değil veya nakle muhâlif bilgi kesin değildir. İnkâr veya te’vil yoluna sapmadan önce, bu nok­taların incelenip tesbit edilmesi gerekir. Sakat bir tetkik veya anlayış metodu yüzünden, Allâh’ın kâinatta hâkim ve değişmez kanunları “Sünnetullah”ın30 ifadesi olan kesin ilim ile yine O’nun Kelâmı arasında çelişme görmek ağır bir hatâ olur.

N E T Î C E:

En iptidâisinden en medenîsine kadar hiçbir kabîle, kavim ve millet dinsiz olmamıştır. Din, bir milleti meydana getiren unsurların —hiç değilse zaman zaman— en kuvvetlisi olmuştur. Yüzyıllar boyunca kendisine lâyık dîni arayan Türk milleti, İslâm’a girince, büyük seciyye ile İslâm îmânının birleşmesinden muazzam Türk - İslâm medeniyeti doğmuştur. Dün millî duygu ve hasletleri­mizi de besleyerek büyük ve ileri bir millet olmamızı —engellemek şöyle dur­sun— destekleyen dînimiz, bugün de aynı rolü îfâ edebilir. Bunun ilk şartı, İslâm’ı aslına ve ruhuna uygun olarak temsil etmek; öğrenmek, yaşamak ve değişik kültür seviyelerine uygun bir metodla Müslümanlara öğretmektir.

____________________________________

(1) "Çocuğun âileden aldığı dini duygulara, itibadlara ve yapmaya alıştığı ibâdetlere, terbiyecinin ve öğretmenin karışmaya hakları yoktur. Başka insanların dîni his­lerini ve itikadlarını, biz onlara inanmasak dahi, muhterem tutmak lâzım gelir. Çocuklar hakkında da bu kaide esastır. Hele çocuğun veya âilesinin bağlı olduğu itikadları yahut yaptığı ibâdetleri tenkide kalkışmak pek ağır bir hata olur.” î. Alâattin Gövsa, Çocuk Psikolojisi, İst. 1940, s. 268.

(2) el-Bakara: 2/143.

(3) Buhârî, K. es-Sulh, bâb: 5.

(4) Müslim, K. el-Cumu’a, bâb: 13.

(5) Bilindiği gibi Millî Eğitim Bakanlığı yeni aldığı bir kararla 1971-1972 ders yılın­dan itibâren Îmam-Hatip Okullarının birinci devresini (orta kısmını) tedrîcen kal­dırmaktadır. Bu karara göre bu yıl mezkûr okulların birinci sınıfı, gelecek yıl ikinci sınıfı... dört yıl sonra da orta kısmı kapanmış olacağından henüz lisesi asılmamış olan 32 Îmam-Hatip okulu dört yıl sonra tamamen kapanacak ve ge­riye 40 okul kalacaktır. Okullarla beraber talebe ve mezun sayısı da azalacağı isin, yukarda arzedilen ihtiyâcın tatmini çeyrek asırda bile mümkün olmayacaktır.

(6) İlâhiyat Fakültesine İmam-Hatip Okulu mezunlarının da alınması, programının ıslâhı, Yüksek İslâm Enslttülerinin akademi haline getirilmesi ve ihtisaslaşmaya im­kân verilmesi, bu tedbirlerin başında yer alır kanaatindeyim.

(7) Şâh Veliyyullah, Iqdu’l-cid, s. 49; tercemesi için bak. H. Karaman, İslâm Huku­kunda Mezhebler, İst. 1971. s. 172.

(8) Ebû-Tâlibi’l-Mekkî, Qûtü’l-qulûb, el-Qâhira, 1961, C. I, s. 324; Şâh Veliyyullah, Huccetullahi’l-bâliğa, Mısır, 1966, C. I, s. 320 vd. H. Karaman, a.g. esr. (adı ge­çen eser), s. 10 vd.

(9) Şâh Veliyyullah, Iqdu’l-cîd (adı geçen terceme), s. 144.

(10) H. Karaman, ag. esr. s. 16-20. Bu konu için ayrıca bak. Seyyid Sabık, Fıqhu’s- sünne, el-Qâhira, 1389, C. I, s. 14; Yâqût, Mu’cemu’l-büldân, Mısır, 1323, C. I. S. 273; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, Mısır, 1315-1358, C. XI, s. 146; Şevkânî, el-Bedru’t-tâli’, el-Qâhira, 1348, c. I, s. 65, 334; C. II, s. 91, 134 vd.; Ebû-Şâme, Kitabu muhtasari’l-muemmel..., Mısır, 1328, s. 26, 36.

(11) Sâlih b. Muhammed el-Füllânî, İqâzu’l-himem, Hind, 1298, s. 72.

(12) İbn-Teymiyye’nin bu eseri, Şâh Veliyyullah’ın Iqdu’l-cîd isimli eseri, daha başka iki risâle ile birlikte tarafımızdan terceme edilmiş ve İslam Hukukunda Mezhebler” adiyle neşredilmiştir. İst. 1971.

(13) Matbûu bulunan ve zarûrî olanları kaydettik. Şüphesiz İslâmî ilimlere ait değerli eserleri sıralamak böyle küçük bir listeye değil, ciltlere mevzû teşkil edebilir.

(14) en-Nahl: 17/125.

(15) Müslim, K. el-Eşribe, bâb: 7.

(16) Hz. Peygamber’in hayâtı ve şahsiyyeti için Diyânet İşleri Başkanlığının yayımla­dığı "Hâtemü’l-Enbiyâ...” isimli kitabı, Prof. M. Hamîdullah’ın “İslâm Peygamberi”ni; hadîs ve meâl için yine Başkanlığın yayımladığı “Riyâzu’s-sâlihîn” ile Kur’an-ı Kerîm Meali’ni tavsiye edebiliriz.

(17) H. Ziyâ Ülken, İslâm Felsefesi Tarihi, İstanbul, 1957, s. 9 vd.

(18) el-Hasen b. Muhammed en-Nisâbûri (v. 730)1330)’nin “Ğarâibu’l-Qur’ân...” isimli tefsiri ile Mahmûd el-Âlûsî’nin (v. 1270/1854), “Rûhu’l-meânî...” si bu çeşit tevilin örneklerini muhtevidir.

(19) Fârâbî, el-Medînetü’l-fâdıla; Kıvâmeddîn Burslan, Uzlukoğlu Fârâbî’nin Eserle­rinden Seçme Parçalar, İst. 1935, s. 21. Umûmi olarak bu mevzû için bak. el- Gazzâlî, İhyâ..., Mısır, 1939, C. I, s. 105. Kanûnu’t-te’vîl (Dâru’l-fünûn İlahiyat Fakültesi Mecmûası, sayı: 16), s. 46-58; Feysalu’t-tefrika... Mısır, 1902, s. 42, 46; İbn-Teymiyye, Nakzu’l-mantık, el-Qâhira. 1951, s. 56,131 vd. ; İzmirli İsmâil Hakkı, Yeni llm-i Kelâm Dersleri, C. I, s. 140.

(20) Âl-i İmrân: 3/7.

(21) Kur’ân-ı Kerîm’de "mesel” kelimesi 69, "emsal” kelimesi de 19 kere kulla­nılmıştır.

(22) el-Gazzâlî, İhyâ..., C. I, s. 106.

(23) İhtilâfu’l-hadîs (el-Umm’un kenârında, Mısır. 1321), C. VII, s. 27. Geniş bilgi için bak, el-Gazzâlî, ag. esr., C. I., s. 43, 106 vd.; İbn-Teymiyye, Nakzu’l-mantık, s. 56, 131.

(24) el-İsrâ: 17/85.

(25) en-Necm: 53/35.

(26) B. Russel, Felsefe Meseleleri (Çeviren: A. Adnan Adıvar), İst. 1963, s. 213.

(27) Dr. A. Carrel, İnsanlar Uyanın (Çeviren: Leylâ Yazıcıoğlu), İst. 1959, s. 165.

(28) A. Maurois, Yaşama Sanatı, (Çeviren: Nihal Önol), İst. 1968, s. 20, 22, 23.

(29) K. Boulding, Yirminci Asrın Mânası (Çeviren Erol Güngör), İst. 1969, s. 45, 47, 54, 69.

(30) el-Ahzâb. 33/43: el-Feth: 48/23.