Makale

BÜYÜK SELÇUKLU İMPARATORLUĞU’NUN YÜKSELME DEVRİNDE TEFSİR FAALİYETLERİ

BÜYÜK SELÇUKLU İMPARATORLUĞU’NUN
YÜKSELME DEVRİNDE
TEFSİR FAALİYETLERİ

Doç. Dr. İSMAİL CERRAHOĞLU

464/1071 senesinde Büyük Selçuklu Sultanı Alp Arslan ile Bizans İmparatoru Romanus Diogenes arasında vukua gelen Malazgirt meydan muharebesi, İslâm - Türk Tarihinin en mühim vakalarından biridir. Hassaten biz Türkler için üzerinde yaşadığımız Anadolu’muzun baştanbaşa mülkiyetinin bizlere devredildiği bir hâ­dise ki, onun 900. yılını en iyi bir şekilde kutlamak bizler için bir vecîbedir. Bu aziz vatanı, o büyük zaferiyle bizlere kazandıran, yüce kumandan Alp Arslan’ı 7’den 70’e kadar her Türk ferdinin iyice tanıması veya bu tanıtma işinin en iyi bir şekilde yapılması, kanaatimce millî kültürümüze yapılan en büyük hizmet ola­caktır. Alp Arslan, bu zaferiyle İslâm tarihinde öyle bir mevkiye ulaşmıştır ki, ade­ta o, İslâm’ın ilk devirlerindeki fâtih ve gâziler derecesine çıkartılmıştır.

Bu makalemizde, geniş bir zaman süresi devam eden Selçukluların daha zi­yade Alp Arslan ve Melikşah devirlerini içine alan ve bu devir içinde yetişmiş müfessirler üzerinde durulacaktır. 450-505/1058-1111 tarihleri dışına çıkılmıyacaktır. Hududlandırılmış böyle bir konunun iyi anlaşılabilmesi için, mutlaka o devrin siyasî ve ilmî hareketleriyle, tefsir faaliyetinin bidayetten, o devreye kadar olan durumu hakkında kısa ve özlü bilgilerin verilmesi gereklidir. Makalemizde böyle bir yol takib edilmiş, sonra da Alp Arslan ve Melikşah devirlerinde tefsirler ver­miş şahsiyetlere temas edilmiştir.

Selçuklu Devleti’nin ilk sultânı olan Tuğrul Bey, gerek siyaset ve gerekse fe­tih haretketleriyle birçok beldeleri hâkimiyeti altına aldıktan sonra 70 yaşlarında iken 455/1063’de vefat etti. Yerine, harp meydanlarında şecaat ve kahramanlıklarıyla temâyüz etmiş, necib ve yüksek seciyeli bir şahsiyet olan Alp Arslan geçmişti. Çeşitli mücadelelerden sonra 26 Ağustos 1071 yılında kazandığı Malazgirt mey­dan muharebesiyle, bir müddettenberi devam eden Selçuklu Türklerinin başarıla­rını kat’i şekilde tesbit etmiş oldu. Kendisinin tahsili ve okumasının olmadığı söy­lendiği halde, Nizâmü’l-Mülk gibi, bilgili bir vezire devlet işlerini bırakmak diravetini göstermisti. Üzerinde yaşadığımız beldeleri bize hediye eden bu büyük kumandan 465/1072 tarihinde hançerlenmek suretiyle şehid edilmiş yerine oğlu Melikşâh (465-485/1072-1092) geçmişti.

Tuğrul Bey ve Alp Arslan zamanlarında fetih hareketleri tamamlanmış Melik­şâh devri ise, siyasî yönden olduğu kadar ilim ve kültür bakımından Selçuklu imparatorluğu’nun en parlak devri olmuştur. Sultanların ve devlet ricâlinin himayeleri sayesinde kurulan ilim ve din müesseseleri, bu alanlarda büyük şahsiyetlerin ye­tişmesini sağlamıştı. Refahın artması için gereken şartlar mevcut olduğundan umumî hayat seviyesi yükselmişti. Büyük ve kuvvetli bir ordu nizam ve âsâyişi korumak­ta, muntazam işleyen idare mekanizması devlete muazzam gelirler sağlamakta, her sınıf insan ve sanaatkâr emniyet ve huzur içerisinde çalışmakta idi. Buna muvâzi olarak her tarafta, ilim ve irfân sahasının kaynağı olan medreseler, kütüphâneler, imaretler ve hastaneler açılmaktaydı. Bu devrin medreselerinde, halkı arkalarında sürükleyen, Ebu’l-Kâsım el-Kuşeyrî gibi sofiler, Ebû İshâk eş-Şirâzî. Ebu’l-Maâlî el-Cüveynî gibi fakihler, er-Rehâvî, es-Sermânî gibi mühendis ve mimarlar, Ömer Hayyam ve Ebu Muzaffer el-İsferaînî gibi astronom ve rasatçılar, el-Gazzâli gibi mütefekkir ve kelâmcılar yetişmişti.

Selçuklu Sultanlarının giriştikleri imâr hareketlerine, devlet ricâli de yardımcı olmuştu. Şüphesiz ilk başta zikre değer şahsiyet Nizâmü’l-Mülk’tür. Bu zât ülkenin her tarafında kendi adiyle medreseler kurmuştu. Bütün bu ilmî faaliyetlerden ve dinî gayretlerden elde edinilmek istenen gaye, sünnî akidesinin yayılması ve onun yerleşmesi idi. O devirde, Fatımilerden de yardım gören şiî mezhebi tehlikeli bir durum almıştı. Bu sırada ortaya çıkan Selçuklular hem Sünnîliğin, hem de Abbasilerin kurtarıcısı olmuşlardı.

Tuğrul beyin veziri olan Amîdü’l-Mülk Ebu Nâsr el-Kunderi’nin 436/1044 ta­rihinde ihdas ettiği bir hareket, mezhepler tarihinin en mühim hâdiselerinden biri olmuştur. Bu vezirin mutezile akidesine sâhip olduğu söylenir. Mutezileye şiddetle çatan Ebû’l-Hasen el-Eş’ârî (Ö. 324/936)’den intikam almak isteyen bu zât, Tuğrul beyden aldığı, bid’at ehli için minberlerde lânet okuma emrine, eş’ariler ve Şâfî’ler bid’at ehli adddilerek, çeşitli dinî görevlerden men edildiler. Ebu’l-Kâsım el-Kuşeyrî, İmâmu’l-Haremeyn, Ebû Sehl b. el-Muvaffak gibi daha pek çok tanınmış kişiler için tevkif ve nefy emirleri çıktı. Bir müddet eş’âriler ve şâfî’lerle uğraşılırken, baş­ka bir zamanda da hanbelilerle, eş’ariler birbirine girdiler. Bu hareketler şuurlu kimseler tarafından çabucak yatıştırıldı ise de, İslâm’ın bağrında kanser diyebileceğimiz, bâtınilik hareketi gelişmiş ve zararlı olmaya başlamıştı.

Alp Arslan tahta geçtikten sonra, amcasının veziri olan Amîdu’l-Mülkü, azlet­miş, kendisine Nizâmü’l-Mülk’ü vezir yapmıştı. Bu andan itibaren durum değişmiş, eş’ariler refah ve saadete ermişlerdi. Tesis edilen medreselerde meydana gelen ilim ve kültür ordusu sayesinde, gerek sultanın ve gerekse vezirin bir mezhebi himaye etmediklerini, mezhepler arasında tefrik siyaseti gütmediklerini, Nizâmiye medreselerinin ilmin yükselmesi ve korunması esasını gaye edindiğini ileri süre­rek, neticesiz mezhep münakaşalarına girişilmemesi öngörülmüştü. Bunun için dev­let içtimâi nizâmı korumak ve mücadeleleri yatıştırmak maksadiyle din ve fikir hürriyetini temin etmekte uzlaştırıcı bir rol oynamakta idi. Mutedil şiîlere dahi bir tefrik siyaseti güdülmemiş, onların medrese inşa etmelerine müsaade edilmişti. Gayrı müslimlere şefkat ve müsamaha gösterilmiş, bu sebepten Anadolu ve diğer bölgelerde pek çok yerler kendiliğinden Selçukluların emrine girmişlerdi.1

Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nda sultan ve devlet ricâlinin ilim ve irfan dostu olduğunu söylemiştik. Bu hususa dâir birkaç örnek, verelim. İlk Selçuklu Sultânı olan Tuğrul Bey "kendime bir köşk yapıp da, onun yanında bir câmi inşa etmezsem, Allah’tan utanırım" demişti2. Alp Arslan da, tahsili olmamasına rağmen, devrindeki mezhep münakaşalarını yatıştırmış, pek çok âlimler onun bu tedbirli idaresi sayesinde memleketlerine dönebilmişlerdi. Bu büyük insan "Ülkemde kimse benden korkmasın, Allah’tan korksun" demek inceliğini göstermiştir6. Selçuklu İmparatorluğu’nun meşhur veziri, Şark İslâm âlemi’nin büyük devlet adamı Nizâmü’l-Mülk 30 yıla yakın fasılasız devam eden vezirliği sırasında Türk devletini sağlam temeller üzerine oturtmuştu. İmparatorluk dâhilinde, daha ziyade cehalet­ten ileri gelen mezhep mücadelelerini ortadan kaldırmak için ülkenin her tarafın­da, bugünün üniversiteleri mesabesinde olan nizamiyye medreselerini kurmuştu. İslâm âleminde daha evvelden de medreseler mevcuttu. Nizâmü’l-Mülk’ün kurdu­ğu bu tesisler, devletin teftiş ve himayesinde işleyen muntazam tahsil-müesseseleri haline geldi.

Nizâmü’l-Mülk ağır devlet işleri yanında, âlimlerle meşgul olmuş, onların soh­bet ve münazaralarını takib etmişti. El-Gazzalî, Şehfûr b. Tâhir, Abdurrahman b. Muhammed, Abdüsselâm b. Muhammed, Ebû İshâk eş-Şirâzi, İmâmu’l-Haremeyn, Ebû Bekr el-Hocendî, Ebû Ali el-Ferâmezî gibi daha pek çok âlimle görüşmüş hat­ta başka mezheblerden olan kişileri serbestlikle dinlemişti. Bu büyük vezir daha yüzlercesini sayabileceğimiz âlimlere hürmet göstermiş, onların dertlerini dinlemiş ve onlara lâyık olduğu mevkileri vermişti. Din ve fikir hürriyetinin serbest olduğu bir muhit içerisinde elbette ilmî faaliyetler gelişecek ve çeşitli ilim alanlarında, meyvelerini verecektir.

Hududlandırdığımız yarım asırlık devre içerisindeki tefsir faaliyetini iyi anla­yabilmek için, bidâyetten buraya kadar ki tefsir faaliyetine kısa olarak bir göz at­mak icâb edecektir.

Kur’ân’ı Kerim 23 senelik müddet içerisinde Hz. Peygambere İlâhî vahyin bir mahsulü olarak gelmişti. Gelen bu vahiyler, vahiy kâtîbleri tarafından yazılmış ve hafızlar tarafından ezberlenmişti. İslâm’ın ana kitabı Peygamber (S.A.S.) zamanın­da yazılmıştı. Kur’ân’ın aklı kullanmayı ve tefekkürü emreden emirleri ilk devirler­den itibaren onun üzerinde düşünmeye ve ondan hükümler çıkarmaya Müslümanları sevk etti. Kur’ân-ı Kerim’in kendini anlamaya sevk eden emirleri belirli bir zümre için değil, bütün Müslümanlaradır. Hz. Peygamber, bidayette Kur’an-ı anla­ma hususunda kâfi geliyordu. Tebliğ ve tebyinle mükellef olduğundan, açıklanması icâb eden yerleri izâh ediyordu. Hz. Peygamber vefât edince, Müslümanlar Kur’ân’la karşı karşıya kalmışlardı. Zaten Hz. Peygamber bu dünyadan ayrılırken Allah’ın Kitabı’nı tavsiye etmişti. İslâmiyette, Allah’la kulu arasında bir vâsıta olmadığından, her Müslüman doğrudan doğruya Kur’ân-ı Kerim’i bilgisi nisbetinde anlamaya ve tefsir etmeye hak kazanmıştır. Bir bakımdan tefsir hareketinde geniş ihtilâflara mü­saade edilmiş olmaktadır. Çünkü insanların anlayışları çok farklı olduğu gibi, Kurân-ı tefsir etmeye sürükleyen sebebler de çeşitlidir. İslâm devletinin hududları ge­nişleyip, çeşitli kültür ve akliyata sâhip olan insanlar Müslüman olunca, senelerce yaşadıkları kültürün tesiri altında kalarak, eski alışkanlıklarını yeni dinde de gör­mek istediler ve yeni dine İsrâiliyât dediğimiz şeyleri kattılar. Tefsir İlmî, hâdis il­minin bir kolu olmaktan çıkıp, müstakil bir ilim haline geldikten sonra, usûl-ü hâdisteki esaslara riayet edilmemiş, senetlerde ihtisarlar yapılmış, haberlerin sahihi­ni zayıfından, kötüsünü iyisinden ayırt etmek zorlaşmıştı. Vaziyet bu kadarla da kalmamış, bazıları da, kalplerine gelen duygu ve keşifleri esas ittihaz ederek kay­detmeye başlamışlardı. Daha sonra gelenler de, bunlar geçmişlerin sözleridir, el­bette sahih bir senedi vardır, diye hüsnü zan ile hareket ederek, iş rivayetten di­rayete doğru tekâmül etti. Tefsir ilminde geniş ihtilâflar başgösterdi. Çeşitli asır­larda çeşitli mesleklere mensûb kimseler, biribirlerine muhâlif denebilecek şekilde tefsirler yazmaya başladılar. Bir kısmı, kıssaları anlatmakta mütebahhir olduğundan, Kur’ân’ın kıssaları üzerinde durmuş, sahih veya zayıf, haberleri tefrik etmeyi dü­şünmeksizin, tefsirlerinin hacmini genişletmede maharetlerini göstermişlerdi. Bir kısmı, nahiv ve lügât ilmindeki bilgisini, en basit i’rab ve nahiv meseleleri üze­rinde durarak Kur’ân tefsirinde göstermeye çalışmıştır. Fıkıh ve hilâfiyât sahasında çalışanlar da, sanki furu’a dâir bir fıkıh veya fetva kitabı yazıyormuşcasına tefsir­lerine, fıkhın furu’ meselelerini doldurmuşlardı. Hele İslâm fırkalarının en mühim kaynağı olan Kur’ân-ı Kerim’i, fırka mensubları kendi mezheb fikirlerini asıl kabul ederek, Kur’ân’ın bu fikirleri teyid edip etmediklerini araştırıyor, şayet teyid edi­yorsa Kur’ân’ın zahiri mânâsı delil olarak kâfi geliyor, şâyet Kur’ân, iddiayı des­teklemiyorsa, Kur’ân’ın tahammül edemeyeceği acâib tevillere hattâ tahriflere ka­dar gidiliyordu.

İşte tetkike çalıştığımız yarım asırlık zaman süresi içerisindeki fikrî durum ge­nellikle, fırkaların çoğaldığı, fikirlerin değiştiği, bilgi elde etmek için kullanılan vâsıta ve metodların arttığı, her fırkanın kendini haklı görerek metodu ile öğündüğü bir çağdır. Hakikati bulmak isteyenler, her fırkanın akidesini öğrenebilmek için, çok zor olan mâniaları aşmak mecburiyetinde kalmışlardı. Bu bakımdan, tet­kik edeceğimiz müfessirler tamamen müstakil bir müfessir değil, daha ziyade, fakîh, nahivci, fırka mensubu, mütekellim veya mutasavvıf olan kimselerdir. Bu zevâtı ölüm târihlerine göre sıralayıp, kaynaklarda verilen bilgilere göre tefsirleri üzerinde duralım.

1) Ebû’l-Hüseyn, Ali b. Muhammed el-Mâverdî (Ö. 450/1058):

Bağdat’ta ilmini ikmâl ettikten sonra, birçok beldelerde kadılık yapmış, ha­lifeler ve melikler arasındaki gerginlikleri izâle etmek için hakem rolü oynamış­tır. Büyük bir Şâfî’i âlimi olan el-Mâverdî, Basra ve Bağdat’ta tefsir, fıkıh ve usûlü fıkıh okutmuştur. Siyaset, fıkıh ve ahlâka dâir eserleri yanında "en-Nüketu ve’l-Uyûn" adlı bir tefsiri olduğu söylenir4. Mutezileden olduğu iddia edilmişse de, doğru olan onun sünnî oluşudur. Böyle olmakla beraber kanâtına uygun gelen yerlerde mutezile fikrini benimsemiştir. İbnu’s Salah, "el-Mâverdî mutezili olmakla itham olunur. Ben bu hususu tahkik edemedim, yalnız tefsirinde, tefsir ehline muhalefet eden, mutezile tefsirine muvafık olan görüşler vardır" demektedir5. Tefsiri bâtıl ehlinin te’vilatı ile dolu olduğundan, ilim ve tahkik ehli olmayanları şaşırtabilir düşüncesiyle, zararlı görülmüştür. O tam bir mutezili değildir demiştik, meselâ, halku’l-Kur’ân meselesinde, Kur’ân’ın kıdemine aykırı bir şey söylememiş, fakat kader meselesinde mutezileye uymuştur6.

2) Ebû Müslim, Muhammed b. Ali el-İsfahânî (Ö. 459/1066):

Mutezilenin ileri gelen ve edip şahsiyetlerinden olan bu zâtın, büyük bir tefsiri olduğu söylenir7. Nedense Kâtib Çelebi8 ile Bağdat’lı İsmail Paşa9, 322/934 senesinde vefat eden Muhammed b. Bahr el-İsfahâniye âit olan “Câmi’u’t-Te’vîl li Muhkemi’t-Tenzîl”10 adlı tefsiri bu zâta atfederler.

3) Ebû Ca’fer, Muhammed b. el-Hasen et-Tûsî (Ö. 460/1068):

Şia fakihi ve yazarıdır. Kaynaklar onun çeşitli eserleri yanında bir de tefsiri olduğunu kaydederler11. Es-Suyûtî, onun 20 ciltlik bir tefsirinden bahseder12. Kâtib Çelebi ise tefsirinin adının "Mecmau’l-Beyân li Ulumi’l-Kur’ân" olduğunu söyler13. İsmail Paşa onun "et-Tıbyân fi Tefsiri’l-Kur’ân" adlı tefsiriyle beraber, Mecmeu’l- Beyân adlı eserin de bu zâta âit olduğunu kaydeder14. Brockelmann ise onun "et-Tıbyân fi tefsiri’l-Kur’ân-ı"nı zikreder15. Bu eser 1376 da 10 cild halinde Necef’de basılmıştır. Bir şiî tefsiridir.

4) Ebû’l-Kâsım, Abdu’l-Kerim b. Hevâzin el-Kuşeyrî (Ö. 465/1072):

İslâm âleminin büyük sofi müelliflerinden biridir. Çeşitli İslâmî ilim dallarında temayüz etmiştir. Devrin büyük sofilerinden Ebû Ali, el-Hasen b. Al ed-Dakkâk (Ö. 412/1021)’ın tesiri altında kalmış, Ebû Abdürrahmân es-Sülemî (Ö. 412/1021)’ye de muaşeret etmiştir. Kaynakların ittifak ettiği nokta, el-Kuşeyri ilim ve tasav­vuf sahasındaki meziyyetlerinden başka, şahsi bir takım meziyetlere de sâhibti. İyi ata biner, iyi silâh kullanır. Arapça çok güzel şiir ve nesir yazardı. Onun güzel va’z-u nasihatlarından dolayı bazıları “eğer şeytân onun va’z ve nasihat meclisinde bulunsaydı muhakkak tevbe ederdi" demektedirler.

Çeşitli eserler vermiş olan el-Kuşeyri, kaynakların beyanına göre bir kaç tane de tefsir yazmıştır. 410/1019 senesinden evvel yazmış olduğu et-Tefsiru’l-Kebir adlı eserinin vâzıh ve iyi tefsirlerden biri olduğu söylenir10. Maalesef bu eser bize ulaş­mamıştır. Kâtib Çelebi17 ve İsmail Paşa18, O’nun "et-Teysir fi ilmi’t-Tefsir" adlı ese­rinden bahsetmekte ise de, İbn Hallikân19, O’nun et-Tefsiru’l-Kebirine bu ismi ver­diğini söyler. Onun bu gün elimizde nüshaları bulunan asıl eseri "Letâifu’l-işârât" adlı tefsiridir20. Kaynaklar bunun et-Tefsiru’l-Kebir adlı eserden ayrı olduğunu bil­hassa kaydederler. Zaten müellif bu tefsirin yazılmasına 437/1045 senesinde baş­ladığını bizzat söylemektedir.

Bu tefsirde el-Kuşeyrî, hocası es-Sülemî’nin metodunu takib etmiş, onun baş­lattığı yolu devam ettirmiştir. Bu tefsirde, es-Sülemî’ninkinde olduğu gibi kaynak­lara yer verilmemiş ve senetler atılmıştır. Kısaca ifade etmek gerekirse, el-Kuşeyrî, es-Sülemî’den aldığı bilgileri kendi fikir potasında eriterek almıştır. Âyetin önce özetle mânâsı verilir, sonra o âyetin çeşitli mânâları üzerindeki görüşlere işaret edi­lir, mutasavvıflar tarafından verilen mânâlar da sıralandıktan sonra, "fasıl" diye başlıklar açar, içli bir ifade ile zühd ve Allah sevgisine dâir mânâlar verir. ( … ) âyetini şöyle izâh eder. “Biz seni bir hal­den nakletmeyiz, ancak ondan daha üstün bir hale çıkarırız... Senden her hangi bir beşeriyet sıfatını kaldırırsak onun yerine sana bir ulûhiyyet şahidi veririz”.21 O da diğer mutasavvıflar gibi neshi bir halden diğer bir hâle yükselme olarak ka­bul etmektedir. Mücadeleli bir hayat geçirmiş olan el-Kuşeyrî, Alp Arslan devrinde ömrünün son on yılını huzur içerisinde geçirmiş, geriye hayırlı evlâtlar bırakmıştır.

5) Ebû’l-Hasen, Ali b. Ahmed el-Vâhidî (Ö. 468/1076):

Tefsir sahibi olan bu zât, tefsir ve nahivde asrının üstâdı idi. Nizâmu’l-Mülk’ün çok hürmet ettiği bu zât, meşhur müfessir es-Sa’lebînin derslerine devam etmişti. Nedense es-Sülemî’nin tefsiri hakkında “yazmış olduğu hakâiku’t tefsir’in, hakika­ten Kur’ân tefsiri olduğuna inanıyorsa, kâfir olur” demişti22. Tefsirde el-Basît, el-Vasît ve el-Vecîz diye üç tefsir telif etmiş, bu üç tefsire “el-Hâvî li Cemi’l-Maânî” adını vermiştir23. Tefsirde ekseriya el-Ferra, ez-Zeccac, Katade, Ebu’l-Âliye, Ebû Ubeyde ve ed-Dahhâk gibi zevattan rivâyet etmişse de, hâdiste sağlam yeri olmayan Suddî es-Sagir’den de bol bol rivayetler İbn Abbas’a bağlan­maktadır. Tefsirinde, sûrelerin faziletleri hakkında ekseriyetle mevzu olan haber­leri nakletmektedir. Âyetler lûgât ve mânâ itibariyle güzel izâh ediliyorsa da, kelâmî meselelere taallûk eden esaslar üzerinde durulmamaktadır. Tefsirde hayli faydalı şeyler olmakla beraber haberler tahkikten geçirilmelidir. Bu zâtın esbabu’n-Nüzûl adlı bir eseri olduğu gibi, Yâkût el-Hamevî, el-Vâhidî’nin, Peygamberin tefsirini bir kitab halinde topladığını kaydeder24.

6) Ebû’l-Muzaffer, Şehfûr b. Tâhir el-İsfarâînî (Ö. 471/1078):

Şâfî’i âlimlerinin ileri gelenlerindendir. Fakîh, müfessir ve mütekellim bir zât idi, Abdu’l-Gâfir, meşhur "et-Tefsiru’l-Kebir"in yazarı olduğunu söyler25. Bu ese­rin müsteşriklerin teşebbüsü ile İran’da Farsça basıldığı söylenir26. Kâtib Çelebi, bu tefsirin adını "Tâcu’t-Terâcim fi Tefsiri’l-Kur’ân li’l-Eâcim" olarak verir27.

7) Ebû Bekr, Abdu’l-Kâhir b. Abdirrahmân el-Cürcânî (Ö. 471/1078):

Eş’ârî mezhebinin meşhur mütekellim ve nahivcisi idi. Fıkıhda Şâfî’i mezhe­bine mensûbdu. O kadar muttakî bir insandı ki, namaz kılarken evine hırsız gir­miş, hırsız nevar ne yoksa toplamış, fakat o namazını bozmamıştı.28

IV. asırdan itibaren tefsir ilmi üzerinde Mutezilenin sultası başlamıştı. Tef­sir ilmine bağlı olan belâgat ilmi de gelişme göstermekte idi. eş-Şerîf el-Mürtezâ (Ö. 436/1044) meclislerinde bu konuyu işlemekteydi. Ehlisünnet ufkûnda da bir şâfî’i genci olan Abdülkâhir el-Cürcânî, nahivde Ebû Ali el-Fârisi’nin yolunu tâkib ediyordu. Nahiv sahasında kendini yetiştirdikten sonra nahvin arkasındaki ilimlere geçti. Arapça cümlelerdeki sırları öğrenmeye çalıştı. Kendisinden evvel gelenler bu sanaâtın hakikatini ortaya koyamamışlardı. Bazıları ona el-Beyân, bazıları el-Bedî, bazıları şiir sanaâtı, bazıları da yazı sanaâtı demişlerdi. Abdülkâhir ise ona belâgat adını vermişti. Ehlisünnet de, mutezilenin i’câz hususunda kullandığı metodu kul­lanmaya başlamış, el-Bâkillâni de bu meseleyi incelemiş ise de, bu konu en güzel şeklini Abdülkâhir’de buldu. Konuyu hududlandırdı, görüş dâiresini genişletti, âyet­leri beyitlerle karşılaştırdı, Delâilu’l-İ’câz adlı eserinde belagatın güzellik yönlerini ve illetlerini açıkladı. Muğlak olan bu kapı, onun sayesinde açılmış odu. O, bela­gatın esâsını mazbut kalıplar halinde va’zetti, onun fena yönlerini ve müşkil mev­zilerini keşfetti. Sonradan gelenler onun yolunu tâkib ettiler29. Bu zâtın bir ciltlik bir Fatiha tefsiri olduğu söylenir30. İsmail Paşa "Dercu’d-Dürer fi Tefsiri’l-Âyi ve’s-Süver"31 adlı bir tefsirinden bahseder.

8) Ebû’l-Maâlî, Abdu’l-Melik b. Abdillah el-Cuveynî, İmâmu’l-Haremeyn (Ö. 478/1085):

Şâfî’i âlimleri arasında pek yüce bir mevkii olan İmâmu’l-Haremeyn, Eş’ariler aleyhine vuku bulan hâdiseden sonra Neysâburdan ayrılmış, ancak Alp Arsian’ın saltanatı zamanında, memleketine dönebiimışti. Uzun müddet Neysabur’daki med­rese müderrisliğine tayin edilmişti32. Kendisinin bir tefsiri olduğu zikredilir33 de, es-Sübkî ve İslâm Ansiklopedisi’nde tefsirinden bahsedilmemektedir. Onun "Medâriku’l-Ukûl" adlı eseri tefsir olarak gösterilmiştir. Kâtib Çelebi34, bu eserin tam olmadığını söyler.

9) Ebû Ma’şer, Abdu’l-Kerim b. Abdi’s-Samed et-Taberi (Ö. 478/1085):

Kıraât imamlarından olan bu zât şâfî’i idi. Zamanında Mekke ehlinin imamı olmuş, Kıraat imamları tabakatı adlı eserinin yanında, Kitâbu’d-Dürer adlı bir tefsi­ri vardır35. Es-Sâ’lebiden tefsirini, ez-Zeydîden de, Ahmed b. Hanbel’in müsnedi ile en-Nakkâşın tefsirini rivâyet etmiştir36. Brockelmann da bu zâtın "Uyûnu’l-Mesâil"37 adlı bir eseri olduğunu zikreder.

10) Ebu’l-Hasen, Ali b. Faddâl el-Ferazdakî (Ö. 479/1086):

Nahiv, lûgât ve tefsirde imâm idi. Bir müddet Gazne’de kaldı orada kabul gördü. Sonra Bağdat’a döndü, orada nahiv ve lûgât okuttu. Hibetullah es-Sikkîtî, “ondan yazdığım hadisleri, bazı muhaddislere arzettim. Onlar bu haberleri kabul et­mediler” demekle, hâdiste yerinin sağlam olmadığını belirtmek ister. Tefsirde 20 cildlik "Burhânu’l-Amîdî" ile 35 cildlik "el-iksîr fi İlmi’t-Tefsir"i yazdığı söylenir38.

11) Ebû’l-Hasen Ali b. Muhammed el-Pezdevî (Ö. 482/1089): Mâverâünnehrin büyük imâm ve fakihi olan Pezdevî, hanefî mezhebi üzere usûl ve furu’da, çeşitli muteber tasnifâtı vardır. 11 ciltlik mebsutu, el-câmiu’l-Kebir ve el-Câmiu’s-Sagir şerhleriyle, usûlü fikhı meşhurdur. 120 cüzlük bir Kur’ân tef­siri olduğu ve her cüz’ününde bir mushaf hacminde bulunduğu söylenir39. Brock­elmann, eserinde bu tefsirden bahsetmemektedir40.

12) Ebû’l-Hasen, Ali b. el-Hasen en-Neysâbûrî (Ö. 484/1091):

Kelâm ve tefsir âlimlerinden olan bu zâtı, Ali el-Kârî, kelâmda mutezili oldu­ğunu söyler, furuda hanefi idi. Tamamlayamadığı bir Kur’ân tefsiri olduğu söylenir41. Tuğrul Bey’le beraber Bağdat’a gelmiş, sonra Neysâbura dönerek zühd hayatına baş­lamış, sultanların huzuruna çıkmaktan içtinab etmişti. Melikşah Neysâbur camiinde ona, bana niçin gelmiyorsun dediğinde “senin âlimleri ziyaret eden meliklerin en hayırlısı olmanı ve kendimi de melikleri ziyaret eden en kötü âlimlerden olmamamı istediğim için”42 diye cevap vermişti.

13) Ebû Yusûf, Abdu’s-Selâm b. Muhammed el-Kazvînî (Ö. 488/1095):

Mutezilî müfessirdir. Furuda zeydî olduğu söylendiği gibi13, hanefi olduğu da zikredilir44. Mutezili el-Kâdi Abdülcebbâr’dan ilim aldı. Tefsirden başka ilimler­de muhakkik olmadığı söylenir. 300 cildlik bir Kur’ân tefsirinden bahsedilir. Bun­lardan 7 cildinin fâtihaya âit olduğu söylenir45. Şam ve Mısır gibi ülkeleri dolaş­tıktan sonra, Bağdat’a geldi. Çeşitli 60 tefsire mâlik olduğu kaydedilir. 40 ciltlk Taberi tefsiri ile Ebu’l-Kâsım el-Delhî, Ebû Ali el-Cübbâî ve Ebû Müslim Muham­med b. Bahr’ın tefsirleri gibi. Nizâmu’l-Mülk’ün huzurunda dahî mutezili olduğunu itiraf ederdi. Bu büyük devlet adamına hediye ettiği dört şeyin misli olmadığı zik­redilir. Mısır’dan Bağdat’a dönerken yanında 10 deve üzerinde çeşitli ilim ve fenlere âit kitablar bulunduğu söylenir.46

14) Ebû Hâmid, Muhammed b. Abdi’r-Reşîd es-Semerkandî (Ö. 488/1095):

Meşhûr hanefî fakîhlerindendir. Fıkıh ve hilâfiyâta dâir eserleri olduğu gibi, bir de Kur’ân tefsiri olduğu zikredilir47.

15) Ebû’l-Muzaffer, Mansûr b. Muhammed İbnu’s-Sem’ânî (Ö. 489/1096):

İlim yönünden kadri yüce bir âileye mensûb olan bu zât, âilesinin mezhebi olan hanefiIiği bırakarak, şâfî’i mezhebini tercih etmişti. Tefsir, fıkıh, usûl-ü fıkıh ve hâdiste âlim bir kimse idi. Güzel ve üslûbu tatlı bir tefsir telif etmiştir. Onu her okuyan, iyi olduğunu söyler. Nizâmü’l-Mülk, onu akranlarına tercih etmişti. Bü­tün eserleri şâfî’i mezhebi usûlüne göredir18.

16) Ebû Abdillah, Selmân b. Abdillah el-Hulvânî (Ö. 494/1101):

Nehrivân ehlindendir. Bağdat’a gelmiş orada nahiv ve lûgât ilimlerini oku­muştu. Nahivde imâm idi. Kıraat üzere tefsir yazmıştır49. Es-Suyutî eserinin isminin "Tefsiru’l-Kur’ân ve İleli’l-Kıraât ve’l-Kânûn" olduğunu söyler50.

17) Ebû Zekeriyya, Yahya b. Ali Hatîbu’t-Tibrîzî (Ö. 502/1106):

Nahiv, lûgât ve edepte imâm olduğu söylenir. Nizâmiyye medresesinde edep tedris etmiştir. Kendisinin şarap içtiği, ipekli elbise ve müzehheb sarık kullandığı zikredilir. Tefsiru’l-Kur’ân ve’l-İrâb adlı bir eseri vardır51. Bir de Mulahhas fi İ’rabi’l-Kur’ân adlı dört ciltlik bir eserinden söz edilir52.

18) Ebû’l-Kâsım, Huseyn b. Muhammed Râgıb el-İsfahânî (Ö. 502/1108):

İlahiyata dâir eserler yazan bir müellifdir. Hayatı hakkında fazla bir bilgiye sahip değiliz. Bazıları onun mütezili olduğunu söylerlerse de, Fahruddin er-Râzî, "esâsu’t-takdîs" adlı eserinde, onun sünnî olduğunu bildirmektedir53. O, çalışma­larını daha ziyade Kur’ân-ı Kerim tefsirine ve ahlâkî eserlere hasretti. Mukaddimetu’t-Tefsir adlı eseri 1329’da Kâhire’de Abdu’l-Cebbâr’ın "Tenzîhu’l-Kur’ân-ı" ile birlikte basılmıştır. Kur’ân’ın gariblerini ele alan Müfredâti mükemmel bir Kur’ân lûgâtıdır. Kendisinin bir Kur’ân tefsiri54, "Dürretu’t-Te’vili"55 ve "Hall Müteşâbihâti’l-Kur’ân56 adlı eserleri vardır. "Kitâbu’z-Zeria ilâ Mekârimi’ş-Şerîa” adlı ahlâka âit eserini el-Gazzali’nin dâima yanında taşıdığı söylenir57.

19) Ebû’l-Hasen, Ali b. Muhammed et-Taberî el-Kiya’l-Herâsî (Ö. 504/1110):

Tâbaristan ehlinden olan bu zât İmâmu’l-Haremeynden fıkıh okumuştu. Sözü hoş bir insandı. Bağdat Nizâmiyye medresesinde tedrise başlamış, el-Gazzaliye mu­halif görüşler serdetmiş bir şâfî’i idi58. Kendisinin bir Ahkâmu’l-Kur’ân-ı olduğu söylenir59.

20) Ebû Hâmid, Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî (Ö. 505/1111):

V. asrın yetiştirdiği büyük mütefekkir, kelâmcı ve mutasavvıflardan olan el-Gazzalî, bilindiği gibi eskiden öğrenmiş olduğu bilgilerden sıyrılıp, fikir hür­riyeti serbestliği içerisinde, İslâm’daki çeşitli fırkaların görüşlerini ve tuttukları yolları tetkik ederek, onlarda bir hakikat payının bulunup bulunmadığını araştır­mıştı. Hakikat bulduğu her şeyi hangi mezhepten olursa olsun aldı ve kitablarına derc etti. Bu zâtın müstakil bir Kur’ân tefsiri yoksa da, çeşitli eserlerinde, onun nasıl olması lâzım geldiğine dâir fikirlere rastlanmaktadır. Zamanında durumlarını kuvvetlendirmek isteyen fırkalar, en sağlam dayanaklarını muhtelif yollarla Kur’ân’dan çıkarmaya çalıştıklarından, Kur’ân’ın tefsiri ve onun anlaşılma­sında meydana gelen birbirinden uzak görüşlerin çokluğu, diğer bazı zevâtı ol­duğu gibi, el-Gazzâli’yi de “el-Kânunu’l-Kullî fi’t-Te’vil”60 adlı makalesini yazmaya sevk etti. El-Gazzâlî bu eserinde nakl ile aklın yerini tâyin etmeye çalışmakta, bu konudaki görüş sahiplerini beş grupta incelemektedir. Kendisi de akl ile nakli bi­rer asıl olarak kabullenmektedir. Bu bakımdan, ehlisünnetin müteahirin kolu, el-Gazzâli’den kuvvet almıştır. El-Gazzâlî ma’kul te’vile; yer verirken, Kûr’ân’ın ilmî yönden tefsirini de tervic eder. İhyâu Ulûmi’d-Dîn adlı eserinin IV. babında, bâzı âlimlerden naklen “Kur’ân 77.200 ilmî ihtiva eder, ondaki her bir kelime ilimdir ve her kelime için, zâhir, bâtın, had ve muttala diye dört mânâ vardır”.61 Yine İbn Mes’ud’dan naklen "İlmu’l-evvelini ve’l-ahirini isteyenler, Kur’ân-ı dü­şünsünler"62 denilmektedir. El-Gazzâlî daha sonra yazdığı "Cevâhiru’l-Kur’ân" adlı eserinde, ihyâda bahsettiği hususları dahâ geniş olarak anlatır. Bu eserin dördün­cü faslında; ilimlerin şubelere ayrılışı keyfiyetini ele alır ve onları Kur’ân’a dayan­dırarak taksim ve beyân eder. Orada Kur’ân ilimlerini iki kısma ayırır. Birincisi, kabuk mesabesinde olan ilim ki, lûgât, nahiv, kıraat, mehârici hurûf ve zâhiri tef­sir gibi hususlardır. İkincisi ise, öz ve asıl mesabesinde olan, kıssalar, kelâm, fıkıh, usûlü fıkıh, Allah ve âhireti bilme ve doğru yolu bulma ilimleridir63. Beşinci fa­sılda, Kur’ân’dan çıkan tıb, nücûm, astronomi, hayvanat, teşrih, sihir, tılsımlara âit ilimleri ele alır ve bunların arkasında sayılamayacak kadar ilimler olduğunu ve onları ancak ehil kimselerin bilebileceklerini söyler. İnsan akliyatının hududlu olu­şu sebebiyle, idrâkine sığmayan ilimlerin mevcûd olduğundan bahseder64.

Kısaca el-Gazzâlî’nin tefsir görüşünü belirtmek gerekirse o, Kur’ân-ı okuyan veya onu tefsir eden kimseye, evvelce tesiri altında kaldığı fikirlerden ve mezhep bağlarından kurtularak, Kur’ân nassını benimsediği fikrin tahakkümü altına sokma­mak suretiyle sade fikirlerle ve temiz bir ruhla hareket etmeyi tavsiye etmekte­dir. Daha doğrusu o, Kur’ân-ı mahkûm değil, hâkim mevkiine koymak istemek­tedir.65

Bazı kaynaklar el-Gazzâlî’ye alfedilen “Yâkutu’t-Te’vil fi Tefsiri’t-Tenzil” adlı 10 ciltlik bir eserden bahsetmektedirler.66

____________________________________

(1) Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun gelişme devri, siyâsî ve kültür faaliyet­leri hakkında fazla bilgi için bkz: Osman Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, Ankara 1965, s. 223-226; İbrahim Kafesoğlu, Sultan Melikşâh Devri’nde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, İstanbul, 1953, s. 166-195; Şerefuddin Yaltkaya, Selçuklular Devri’nde Mezahib (Türkiyât Mecmuası I. 101-118); İslâm Ansiklopedisi, I. 384-385, X. 403-408.

(2) İbn Hallikân, Vefeyâtu’l-Âyân, Mısır 1367, II. 59.

(3) es-Sübkî, Tabakâtu’ş-Şâfî’iyye, Mısır 1383/1964, IV. 301.

(4) Tabakâtu’ş-Şâfî’iyye, V. 267; Vefeyât, II. 444; Tabakâtu’l es-Suyûti, Tabakâtu’l-Müfessirin, Leiden 1839, s. 25; İbnu’l-Cevzî, el-Muntazam, Haydarabât 1359, VIII. 199; Keşfuzzunûn, I. 458; Esmâu’l-Müellifîn I. 689; Brock. G. I. 386, Suppl. I. 668; (el-Hatib el-Bağdâdî, Târihu Bağdat, Mısır 1349, XII. 102 de, bu zâtın hayatından bahsederse de bir tefsiri olduğunu zikretmez); İslâm Ansiklope­disi, VII. 409.

(5) Bu gibi örnekler için bkz. Tabakâtu’ş-Şâfî’iyye, V. 270.

(6) Tabakâtu’ş-Şâfî’iyye, V. 270.

(7) ez-Zehebi, Mizânu’l-İ’tidâl, Mısır 1382/1963, III. 655; es-Suyûtî, Buğyetu’l-Vuât, Mısır 1384/1964, I. 188.

(8) Keşfuzzunûn, I. 442, I. 538.

(9) Esmâu’l-Müellifin, II. 71.

(10) Bkz. Brock. Suppl. I. 335.

(11) Tabakâtu’ş-Şâfî’iyye, IV. 126, el-Muntazam, VIII. 252.

(12) Tabakâtu’l-Müfessirin, s. 29.

(13) Keşfuzzunûn, I. 452.

(14) Esmâu’l-Müellifin, II. 72.

(15) Brock. Suppl. I. 707.

(16) Tabakâtu’ş-Şâfî’iyye, V. 153-162; Vefeyât, II. 375; Tabakâtu’l-Müfessirin, s. 21; İslâm Ansiklopedisi VI. 1035-1038; el-Muntazâm, VIII. 280; Târihu Bağdat, XI. 83; Keşfuzzunûn, I. 457.

(17) Keşfuzzunûn, I. 520.

(18) Esmâu’l-Müellifin, I. 607.

(19) Vefeyât, II. 375.

(20) Keşfuzzunûn, II. 1551; Esmâu’l-Müellifin, I. 607.

(21) Letâifu’l-lşârât, v. 16 a (Köprülü Ktp. No. 117).

(22) Buğyetu’l-Vuât, II. 145; Vefeyât, II. 464-466; Mevzuâtu’l-Ulûm, I. 514-515.

(23) Keşfuzzunûn, I. 460, I. 629.

(24) Mu’cemu’l-Udebâ, V. 98; Tabakâtu’ş-Şâfî’iyye V. 240-243.

(25) Tabakâtu’ş-Şâfî’iyye, V. 11.

(26) Brock. Suppl. I. 669, G. I. 387; Tefsir Târihi, s. 252.

(27) Keşfuzzunûn. I. 442, 268; Esmâu’l-Müellifin, I. 430.

(28) Tabakâtu’ş-Şâfî’iyye, V. 149.

(29) Abdülkâhir el-Cürcânî, Delâilu’l-İ’câz, (Mektebetu’l’Mahmudiyye) Muk, 4.

(30) Brock. G. I. 287, Suppll. I. 503; Keşfuzzunûn. I. 453.

(31) Esmâu’l-Müellifin, I. 606.

(32) Tabakâtu’ş-Şâfî’iyye, V. 165-222; Vefeyât, II. 341-343.

(33) Keşfuzzunûn, I. 443; Brock, G. I. 38 - Suppl. I. 671; Esmâu’l-Müellifin, I. 626.

(34) Keşfuzzunûn, II. 1641.

(35) Esmâu’l-Müellifin, I. 608.

(36) Tabakâtu’ş-Şâfî’iyye, Ç. 152.

(37) Brock. G. I. 408, Suppl., I. 722; Keşfuzzunûn, I. 441, II. 1187.

(38) Buğyatu’l-Vuât, II. 183; el-Muntazam IX. 33; Tabakâfu’l-Müfessirin, s. 24; Esmâu’l-Müellifin, I. 693.

(39) Ebu’l-Vefâ el-Kureşî, el-Cevâhiru’l-Mudiyye fi Tabakâti’l-Hanefiyye, Haydarabat, 1332, I. 372; Abdu’l-Hayy el-Loknovî, el-Fevâidu’l-Behiyye fi Tabakâti’l-Hanefiyye, Mısır 1324, s. 124-125.

(40) Brock. G. I. 373, Suppl. I. 637.

(41) Esmâu’l-Müellifin, I. 693.

(42) el-Cevâhiru’l-Mudiyye, I. 357-359; el-Fevâid, s. 120.

(43) Tabakâtu’ş-Şâfî’iyye, V. 121-122.

(44) el-Cevâhiru’l-Mudiyye, I. 315-316.

(45) el-Cevâhir, I. 315-316; Tabakatu’l-Müfessirin, s. 19; Keşfuzzunûn, I. 457. (Ta­bakâtu’ş-Şâfî’iyye V. 121; el-Muntazam. IX. 90, da 700 cilttir denir.)

(46) Tabakâtu’ş-Şâfî’iyye, V. 121-122; el-Fevâid, 120.

(47) el-Fevâid, s. 176.

(48) Tabakâtu’ş-Şâfî’iyye V. 335-346; Keşfuzzunûn, I. 449: Esmâu’l-Müellifin II. 473.

(49) Buğyatu’l-Vuât, I. 595; Keşfuzzunûn, I. 446.

(50) Tabakâtu’l-Müfessirin, s. 13.

(51) Buğyatu’l-Vuât, II. 338; Keşfuzzunûn, I. 446.

(52) Brock, G. I. 279; Esmâu’l-Müellifin, II. 519.

(53) Buğyatu’l-Vuât, II. 297; İslâm Ansiklopedisi, IX. 593-594.

(54) Brock. G. I. 269, Suppl. I. 505; İsl. Ansiklopedisi, IX. 593; Esmâu’l-Mü. I. 311.

(55) İslâm Ansiklopedisi, IX. 593-594. Tabakâtu’l-Müfessirin, s. 11.

(56) Aynı yer, Esmâu’l-Müellifin, I. 311.

(57) İslâm Ansiklopedisi, IX. 593-594.

(58) Vefeyât, II. 448-452.

(59) Keşfuzzunûn, I. 20; Esmâu’l-MüeUifîn, I. 694.

(60) Bu eser, Şerefuddin Yaltkaya tarafından Darulfünûn İlâh. Fak. Mec.’sında (sa­yı 16) "Gazalinin Te’vil hakkında basılmamış bir eseri" adıyla bazı tasarruflarla terceme edilmişse de, eserin metni, 1940 senesinde Mısır’da, Muhammed Zâhid el-Kevserî tarafından neşredilmiştir.

(61) el-Gazzâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Mısır 1356, lll. 135.

(62) Aynı yer.

(63) el-Gazzâlî, Cevâhiru’l-Kur-ân, Mısır 1329, s. 21-25.

(64) Aynı eser, s. 31-32.

(65) el-Gazzâlî’nin tefsir görüşü hakkında fazla bilgi için bkz: Muhammed b. Tavit et-Tunci "Gazzâlî’ye göre Kur’ân’ın Tefsiri" (İlâhiyât Fak. Dergisi, 1957, s. 1-18).

(66) Keşfuzzunûn, II. 2048 (40 cild olduğunu söyler); Esmâu’l-Müellifîn, II. 79-81.

HEM İBÂDET, HEM MEDENİYET

( … )

Mü’min’e, hayatında işlediği iyiliklerden ve güzel amellerden ölümünden sonra ulaşıp fayda verecek olanlar şunlardır:

— Öğrettiği ve neşrettiği ilim,

— Geriye bıraktığı sâlih evlât,

— Okunmak üzere miras bıraktığı Mushaf-ı Şerif,

— Veya yaptırmış olduğu cami, (mescid),

— Veyahut yolcuların dinlenmesi ve istirahat etmeleri için yaptırmış olduğu misafirhane, (Kervansaray, Ribat, han, vs.).

— Su bulunmayan yere akarsu getirmek,

— Yahut hayatında ve sağlığında malından ayırıp fukaraya verdiği sadaka.

İşte bütün bunlar Müslümana ölümünden sonra da menfaat ve­recek sâlih amellerdendir. Ne muttu o kimselere...

Hadîs-i Şerifi, İbn-i Mace, Beyhakî, İbn-i Huzeyme

Ebu Hureyre (R.A.)’den rivayet etmişlerdir.

MÂBED YIKAN, MEDENİYET KURAMAZ!

( … )

“Allah’ın mescidlerinde (secde edilen ibadet yerlerinde) Allah’ın adının anılmasını men edenden, onların harap olmasına koşandan daha zalim kimdir? Onların hakkı oralara korkak korkak girmek­ten başkası değildir. Dünyada rüsvaylık onlarındır. Âhirette en bü­yük azâb da yine onların” kitabına muhatab olur.

(El-Bakara 114)