Makale

İSLÂM’A AÇILAN ANADOLU KAPISI: MALAZGİRT

İSLÂM’A AÇILAN ANADOLU KAPISI: MALAZGİRT

Doç. Dr. TALÂT KOÇYİGİT

( … )

Meali:

Hazreti Peygamber buyurmuştur: İnsan öldüğü zaman (kendisine sevab kazandıran) bütün amelleri kesilir. Yalnız şu üç şeyden (sevab kazanmaya devam eder): Sadaka-i câriyeden, faydalanılan ilimden ve kendisine duâ eden sâlih evlâttan.

(Müslim)

Hazreti Peygamber buyurmuştur: Her kim Allah’ın rıza­sını kazanmak için bir mescid bina ederse, Allah Ta’âlâ da ona Cennette onun gibi bir ev bina eder.

(Buharî, Müslim)

“Kendime saray yapıp yanında Allah’ın evini (cami) in­şa etmezsem utanırım”.

(Sultan Tuğrul Beğ)

Büyük Türk Hükümdarı Sultan Alp Arslan ile Bizans imparatoru Diyogenes kuvvet­leri arasında cereyan eden ta­rihin meşhur Malazgirt mey­dan muharebesi 26 Ağustos 1071’de Türk Ordusunun zafe­riyle neticelendiği zaman, ye­ni bir İslâm-Türk imparatorlu­ğunun siyasî, içtimâi ve kültü­rel faaliyetlerine sahne olmak üzere, Anadolu kapıları Türk akınlarına açılmış ve Hazereti Peygamberin “Kustantînıyye (İstanbul) mutlaka fetholunacaktır. Onu fethedecek olan kumandan ne güzel bir kuman­dan ve ordusu ne güzel bir or­dudur” meâlindeki mucizevî tibşirinin gerçekleşmesi yolun­da ilk büyük adım atılmıştı.

Türklerin, onuncu asırdan itibaren kütle halinde İslâm’a girmelerinden çok kısa bir za­man sonra, yeni bir devletin temellerinin Anadolu toprakla­rında atılışında ve bu temelle­rin, her ne pahasına olursa ol­sun, ilelebed devam edecek bu devletin yükünü çekişinde, ko­laylıkla imtizaç etmiş İslâm- Türk unsurlarından meydana gelen eşsiz bir temel harcının rol oynadığı şüphe götürmez bir gerçektir.

Bu harcı teşkil eden Türk unsurunu ve Türk karakterini ele alalım:

Kuru iklimin sert ve haşin bir ruha sâhip kıldığı Türk, ya­şamak için tabiatla, karın doyurmak için hayvanla yaptığı mücadelede başarı sağlamanın yollarını öğrenmiş, elde ettiğini başkalarına kaptırmamak i­çin bu mücadelesini aynı usta­lıkla insanlara karşı da yürütmesini bilmiştir. Hayatı boyun­ca devam eden mücadele ona hak ve adalet duygusunu da a­şıladığı için, bir taraftan mü­cadelenin gereği olan cesaret ve şecaati, diğer taraftan bu mücadele ile elde ettiği adalet, emanet, vefa, doğruluk, cümertlik, yardım severlik ve samimiyetle kendine has bir ahlâk ve karakter nümûnesi olmuş­tur.

Nitekim Türklerin İslâm’a girişilerinden iki asır önce ya­şamış olan meşhur Arap edibi ve mutezile imamı Câhız (160-255/776-870), henüz İslâm un­suru ile birleşip kaynaşmamış Şaman Türklerinden bahseder­ken, onların karakter yapısına işaretle şöyle demiştir:

“Türkler, yaltaklanma, yal­dızlı sözler, münafıklık, kovuculuk, yapmacık, yerme, riya, dostlarına karşı kibir, arkadaş­larına karşı fenalık nedir bil­mezler. Çeşitli fikirler onları bozmamıştır. Hile ile başkala­rının malını helâl saymazlar”1.

Türklerin İslâm’a girişle­riyle bu karakter yapısında her hangi bir değişiklik olmamış­tır. Bununla beraber, İslâm, ri­yayı, nifakı, gıybeti, kibri ve her türlü kötülüğü şiddetle nehiy, buna karşılık iyiliği, doğru­luğu, hakka saygıyı ve Müslümanlar arasında din kardeşli­ğini ısrarla emretmek suretiy­le, Türklerin fıtratan sâhip ol­dukları bu vasıfları teyid ve takviye etmiş, bu ise, onların İslâm’ın getirdiği ahlâk siste­mini yadırgamadan benimseme­lerini sağlamıştır.

Cesaret, şecaat ve yiğitlik yönünden İslâm’ın Türkler ü­zerindeki tesiri yine teyid ve takviye edici bir nitelikte ol­muş, ancak bunların kullanılı­şına belirli bir yön vermiş, da­ha doğrusu onları İslâmî gaye­ye yöneltmiştir.

Cesaret ve şecaat, Türklerin harp sanatında en yüksek dereceye ulaşmalarını sağla­mıştır. Bu derecenin iktisabın­da başka faktörlerin de rol oy­nadığına şüphe yoktur. Filha­kika Türkler, ne eski Yunanlı­lar gibi felsefe ve hikmetle meşgul olmuşlar, ne de Çinliler gibi sanat eseri teknik eşya ile uğraşmışlardır. Onların bütün meşgalelerini harp ve harp o­yunları teşkil etmiş, boş zaman­larını da avcılıkla değerlendir­mişlerdir. Nitekim aynı Câhız, Türklerin bu vasıflarını anlatır­ken sair milletlerle mukayese­ler de yaparak şöyle demiştir:

“Türkler de, aynı şekilde çadırlarda ve çöllerde oturur­lar, hayvan beslerler. Sanat, ti­caret, tıp, ziraat, geometri, meyvecilik ve ağaç yetiştirmek, binalar yapmak, kanallar aç­mak ve mal toplamakla meşgul olmadılar. Sadece gaza yap­mak, avcılık etmek, ata bin­mek, kahramanlarla çarpış­mak, ganimet elde etmek, çe­şitli memleketleri tanımakla meşgul olduklarından ve yaratılışları bu işler için müsait bu­lunduğundan bunları iyice sağ­lamlaştırdılar; bu konularda en yüksek dereceye ulaştılar. Sanatları, ticaretleri, zevkleri, öğündükleri, aralarında gündüz ve gece konuştukları harp mev­zuu oldu. Böylece, Yunanlıların felsefe ve ilimde, Çinlilerin sa­natta, Arapların saydığımız hu­suslarda, Sasanilerin devlet ve siyasette elde ettikleri dereceyi, Türkler harp sanatında elde ettiler”2.

Türklerin İslâm’a girmele­rinden sonra harp sahasındaki tatbikatları sona ermemiş, bi­lâkis, belli bir gayeye yönelmiş olarak daha sistemli ve daha semereli bir şekilde süratlen­miştir. İslâm’ın onları yönelt­miş olduğu bu gaye, Arapların yarım asır gibi kısa bir zaman içinde şimalî Afrikayı kâmilen içine alan ve Endülüs’e kadar uzanan geniş fütûhâtında sâhip oldukları gayenin aynı idi. O Araplar ki, İslâm öncesi devir­lerde, evlerinden ve çadırların­dan ya ganimet toplamak, yahutta yağmacılık için çıkarlar, fakat ne İran ve ne de Bizans’ın hem silâh ve teçhizat, hem harp sanatı bakımından kendilerin­den kat kat üstün kuvvetleriy­le boy ölçüşebilecek kudret ve cesareti kendilerinde bulamaz­lardı. İslâmiyetin zuhurundan sonra ise, Müslüman olan bir avuç Mekkeli ile hicretlerinde onlara yardımcı olan yine bir avuç Medinelinin teşkil ettiği Müslüman topluluk, başlarında Hazreti Peygamber de olduğu halde, hicretin ilk senesinde ve Medine’nin bir kısmını şâmil olmak üzere ilk İslâm Devleti­ni kurmuşlardı. Bu Şehir Devleti’nin kuruluşundan 11 sene sonra, devlet hudutları, Rusya hariç Avrupa kıt’ası kadar bir sahayı çevirmiş, hicretin 27. senesinde ise, İslâmiyet, Batı­da Endülüs’e, Doğuda da Cey­hun nehrini geçerek Çin top­raklarına ulaşmıştır. 27 sene içerisinde süratle ilerleyen bu fütûhatın sırrı ne idi? Arapla­rın silâh ve teçhizat yahut as­kerî teşkilât yönünden muhasımlarına üstün olduklarını ve sadece bu maddî üstünlük saye­sinde zafere ulaştıklarım iddia etmek güçtür. Bu itibarla ba­şarılarının sırrını askerî kuv­vette değil, İslâm’ın öz’ünde ve taliminde aramak yerinde olur. Bu öz ve bu talim ise, cihad yolu ile ilây-ı kelimetu’llah idi; yani Allah için savaşarak Allah’ın ismini her yerde yü­celtmek.

Türkler İslâm’a girdikleri zaman yaratılışlarına uygun düşen aynı öz ve aynı talimle karşılaştılar; yadırgamadan ve güçlük çekmeden kendilerini bu ulvî gayeye yönelttiler. Za­ten savaş, biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, onların sanatı idi; İslâm ise, onlara bu sana­tı icra edecek belirli bir yön göstermişti.

Araplar, İslâm’ın zuhurun­dan kısa bir zaman sonra Af­rika’nın Akdeniz kıyılarına ve Doğuda Çin hudutlarına yönelt­tikleri fütûhatı tamamlamışlar ve kılıcı çoktan terk etmişlerdi. İslâm’a Avrupa kapılarını aça­cak olan Anadolu ve Kustantîniyye (İstanbul) seferleri ise neticesiz kalmıştı. Daha doğru­su, bu seferler neticesinde ka­zanılacak zafer, Hazreti Peygamberin tebşir ettiği bir baş­ka kumandan ve bir başka or­du bekliyordu. Ancak bu büyük kumandan kimdi ve hangi bü­yük ordunun kumandanı idi? Bunu zaman tâyin edecekti.

Gerçekten zaman, o müba­rek orduyu tâyin etmekte ge­cikmedi. Onun sayılı günlerin­den olan 26 Ağustos 1071 de muhteşem Bizans imparatorlu­ğunu temellerinden sarsan bu ordunun, dört asır sonra aynı imparatorluğu yerle bir edecek olan Türk Ordusu olduğu 26 Ağustos zaferiyle anlaşılmıştı. Bu zaferle, İslâm-Türk fütûhâtı için Avrupa kapıları açılma­ya hazır bir hale getirilmiş, da­ha mühimmi, Anadolu, Müslü­man Türklerin, üzerinde ilelebed yaşayacakları, gerektiği zaman canlarını uğrunda seve seve fe­da edecekleri bir vatan olmuştur.

Vatan için kan dökmek, vatan için can ve mal vermek Türklerin fıtratında bulunan bir haslettir. Bu haslet, bütün vücutlarını kaplamış vatan sev­gisinin bir sonucudur. Yukarı­da kendisinden nakiller yaptı­ğımız Câhız, bu hususa da işa­ret etmiş ve şöyle demiştir:

“Vatan sevgisi, bütün in­sanları ve bütün memleketleri kapsayan bir hususiyet olmak­la beraber, aralarında benzer­lik, uygunluk, vücut benzerliği ve vücutlarındaki terkibin aynı olması dolayısıyla Türklerde diğer milletlerden daha fazla ve daha köklüdür”3. Bir başka yerde de görüşünü şöyle açıkla­mıştır:

“Vatan üzerinde titreme, ona iştiyak ve arzu Kur’an’da geçer. İnsanlar arasında dola­şan mushaflarda yazılıdır. Yal­nız, saydığımız sebeplerden do­layı Türk’ün vatanına karşı duyduğu iştiyak diğer insanla­ra göre daha fazla ve daha şid­detlidir.4

İşte, bu sevginin tezahürü olmak üzere uğrunda kan dökü­lüp can verilecek olan Anadolu, Arslan’ın muhteşem Malazgirt zaferinden sonra, bu zaferi de­ğerlendirmesini bilen oğlu Sultan Melikşah ve onun himaye­sinde futûhatı gerçekleştiren Süleyman Şah ve Vezir Nizamül Mülk’ün de gayretleriyle gerçek bir Türk yurdu haline gelmiş, yine İslâm’ın tevcih et­tiği yönde ve onun verdiği şevk ve heyecanla Müslüman Türk Medeniyetinin merkezi olmuş­tur.

Yurdun birçok yerlerinde halen hizmet gören câmiler, türbeler, medreseler, imaret­ler, hanlar ve hamamlar, yazı­mızın baştarafında zikrettiği­miz bir hâdîs-i şerifin tezahürü olarak görülürler ve bu âbide­lerin bânileri olan Müslüman Türk Sultan ve Vezirleri, bir vatan kurmakla iktifa etme­mişler, amellerinin sadaka-ı câ­riye olarak Allah Ta’âlânın in­dinde devamlı sevab kazanması için vakıflar tesis etmişler, ilim müesseseleri meydana getirmişlerdir.

Bize düşen görev, onların sâlih evlâdları olduğumuzu ispat ederek duâalarımızı onlar­dan eksik etmemek, bize hedi­ye ettikleri bu güzel vatanın teâlisi için elbirliğiyle çalışıp gönül rahatlığıyla nimetlerin­den faydalanmaktır.

____________________________________

1) Ebû Osman Amr İbn Bahr el-Câhız, Hilâfet Ordusunun Men­kıbeleri ve Türklerin Faziletleri (terceme: Razaman Şeşen, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara 1967), s. 77.

2) Aynı eser, s. 82.

3) Aynı eser, s. 78.

4) Aynı eser, s. 79.

____________________________________

ALP ARSLAN’IN RUHUNA

İklîm-i Rûm’u tuttu cihangir savleti

Târih o işde gördü nedir şîr savleti

Titretti arş ü ferşi Malazgird önündeki

Cûş ü hurûş-ı rahş ile şemşîr savleti

On yılda vardı sâhil-i Kostantiniyye’ye

Yer yer vatan diyârını teshir savleti

Ey şanlı cedd-i ekberimiz âb-ı tîgınin

Bî-hadd imiş güneş gibi tenvir savleti

Tasvir eder mi böyle şehinşâhı ey Kemâl

Şimşekten olsa şiirde ta’bîr savleti.

Yahya Kemâl BEYATLI

_____________________________________

MÜSLÜMAN AHİDLİDİR

( … )

Ubade bin Sâmit (R.A.)’den rivayete göre şöyle demiştir: Nebî (S.A.S.) (Akabe gecesi) biz Ensarı biy’at için davet etmişti. Biz de biyat ettik. Übade der ki: Rasûlü Ekrem Ensar üzerine bir borç ola­rak bizden aldığı ahit ve misakta şöyle biyat ettik:

Allah’ın ve Rasûlünün emirlerini dinleyib onlara — hem neşeli hem kederli zamanımızda; hem zor, hem kolay hâlimizde — itaat etmek ve âmirlerimiz kendi arzularını nefislerimiz üzerine tercih etseler dahi onlara itaat etmek ve niza (kitâl) etmemek, meğerki Emîrin açık bir küfrünü görseniz ki onun küfrü hakkında yanınızda Allah kitabından deliliniz ola (Bu surette inkâr edersiniz).

Sahih-î Buharî

Tecrîd-i Sarih Tercemesi

Cilt 12, sh. 319

_____________________________________