Makale

DERECELERİ VE MAHİYETLERİ FARKLI ÜÇ BURUK ACI

DERECELERİ VE MAHİYETLERİ FARKLI ÜÇ BURUK ACI

Halit GÜLER
Diyanet İşleri Emekli
Başkan Yardımcısı

MARMARA
DEPREMİ
Yer hareketlerinden başı pek ayık olmayan ülkemizin önemli bir bölgesi, 17 Ağustos Salı gecesi ışıkların söndüğü, insanların uyuduğu, gecenin sessizliğe büründüğü ve saatlerin 03.02’yi gösterdiği bir zamanda, denizi ve karayı aydınlatmaya yetecek keskin bir ışığın parlaklığında tabandan gelen korkunç bir gürültü ile yine sarsıldı. Yataklarından savrulan insanlar neye uğradıklarını bilemeden kendilerini sokaklarda, parklarda ve damlarda buldular. Bir kısmı da yıkıntıların dumanlı ve boğucu karanlığında, enkaz yığınlarının acımasız varlığında kaybolup gittiler.
Akşamın neş’esi gecenin hüznü birbirine karıştı. Neşeyle istirahata çekilenler gözlerini acı feryatlarla açtılar.
Başta Marmara Bölgesi olmak üzere Türkiye’nin pek çok yerinde hissedilen olayın dehşetini yaşayan insanların adına, bu depremden başka bir şeydi dedikleri felaket, önemli yerleşim merkezlerimizde yüzlerce evin yıkılmasına ve binlerce vatandaşımızın hayatını kaybetmesine sebep oldu. Yıkılan binalar, binaları alıp götüren dev dalgalar, yarılan ve yön değiştiren yollar, çöken köprüler, sökülen ağaçlar, kayan topraklar, taşan nehirler... bütün bunların neticesinde ortaya çıkan büyük panik binlerce vatandaşımızı; kadın - erkek, genç - yaşlı, resmi - sivil, misafir - mukim, hasta -sağlıklı, suçlu - suçsuz, namuslu - namussuz farkı gözetmeksizin yuttu.
Sabahın sisli ışıklarıyla korkunç ve elem verici manzarayı görmeye başlayan insanlar, olanların dehşeti karşısında hayretler içinde kaldılar ve şaşkına döndüler. Bir dakika bile sürmediği ifade edilen sarsıntıda bu kadar bina nasıl ve ne zaman yıkıldı? Bu köyler, kasabalar ve şehirler birdenbire nasıl yok oldu? Halbuki £ onlar bu şehirleri [uzun seneler uğraşarak kurmuşlar, bu meskenleri kooperatiflere yıllarca aidatlar ödeyerek yapmışlardı. Çok katlı bina, her yıl birer kat daha ilave edilmek suretiyle tamamlanabilmişti. Ne yazık ki hepsi bir anda yok oldu.
Depremin dehşetiyle şoka giren insanlar, bu şoktan kurtuldukları andan itibaren bunun hikmetleri üzerinde durmaya ve sebeplerini düşünmeye elbette başlayacaklardır.
Yıkılan evler bizim olsa da olmasa da, çöken yollardan ve köprülerden geçsek de geçmesek de, sahil gazinolarım yutan denizlerde balık avlasak da avla- masak da, kubbesi çöken, minaresi devrilen camilerde namaz kılsak da kılmasak da, çatıları uçan, sıraları parçalanan okullarda okusak da okumasak da, yeşil bayırlarında koyun otlatsak da otlatmasak da, şu anda belki görmük akan pınarlarından su içmiş olsak da olmasak da, yalnızlığa ve kimsesizliğe ağlayan, gönül ufku kararan, nimetinin tükendiğini, kısmetinin kapandığını zanneden nineler, dedeler, amcalar, dayılar, çocuklar bizim yakınımız, tanıdığınız olsa da olmasa da netice değişmez ve hiçbir şey farketmez.
Üzüntümüz ve kaybımız büyük, sızımız derin, sazımız suskun, ozanımız konuşmuyor, gözümüz kurumuyor, ağrımız dinmiyor ve acımız bitmiyor.
İnsanın, sabır ve şükrü bir tarafa bırakarak Rab- bından sorası geliyor. Yarabbi, ne yaptık da bize bu felâketi reva gördün, ne günah işledik de bizi böyle cezalandırdın? Cenab-ı Hakk’a sormadan önce bu durumu nefislerimize soralım ve cevabını kendimiz verelim.
Marmara Bölgesinde vuku bulan 7.4 şiddetindeki deprem, milletimizi derin yasa boğdu. Bu genel yas, sanki insanların kendilerini ve yakınlarını düşünmelerine, çevrelerini görmelerine fırsat vermedi. Bu korkunç felâket karşısında şaşırıp kalan, paniğe kapılan depremzedeler, mal ve mülküne üzülemedi, sevdiklerinin kaybına gözyaşı dökemedi, hayaline ve gelecekle ilgili projelerine ağlayamadı. Felâketi yaşayanlar donup kaldı, yakınlarını kaybedenler sanki hiçbir şey olmamış gibi bir müddet öylesine dolaşıp durdu.
Depreme alışmaya ve artçı depremlerde azalmaya başlayınca aklımız başımıza geldi, bazı şeyleri düşünür ve çevremizi araştırır olduk. Zaman ilerledikçe Türk toplumu şu anda düşünemediği bazı şeyleri düşünmeye, farkedemediği bazı unsurları farketmeye başlayacak, işin hikmet ve ibret yönü üzerinde de elbette durulacaktır. Şu anda depremle ilgili yapılan yorumlara yeni yorumlar zamanla eklenecek ve farklı görüşler de ortaya çıkacaktır.
Şimdiye kadar çok söylendi ama bir defada biz söyleyelim:
Depremde her sınıftan ve her seviyeden pekçok vatandaşımız hayatını kaybetti. Felâketin en düşündürücü ve telafisi mümkün olmayan en zor yönü de burası.
Yıkılan binalar yeniden inşa edilir. Yok olan eşyaların yerine yenileri konur. Bozulan yollar, çöken köprüler yeniden yapılır. Sular akmaya, elektrikler yanmaya, fabrikalar ve insanlar çalışmaya başlar. Hem de bütün bunlar depremden edinilen tecrübe ile eskisinden daha da güzel olabilir. Yalnız bir şeyi başaramayız. Kaybettiklerimizi geri getirenleyiz. Niye geri gelmez? İbret alınsın, yanlışlıklar düzeltilsin, dejenerasyon önlensin, rüşvet ve suistimal durdurulsun. gayri ahlâki davranışlar... giderilsin diye.
Müzik dünyamızın ünlü isimlerinden. Türk Sanat Müziğine eşsiz besteler kazandıran bestekar ve yorumcu Ziya Taşkent’i de bu depremde kaybettik. Kendisini zaman zaman Kocatepe Camii’nde gördüğüm. bir önceki yılda da Hac’da beraber olduğumuz bir zamanların şöhretli sendikacısı Şevket Yılmaz’ı da bu felâkette kaybettik. Daha başkaları; komutanlar, askerler, diplomatlar, iş adamları, emekli yazlıkçılar, din adamları, öğretmenler, köylüler ve yolcular... Hepsine Allah rahmet eylesin!
Bu arada Reisül-Kurra Abdurrahman Gürses hocamızın o günlerde Hakk’a yürüyüşü, depremin her şeyi durdururcasına gündeme girmesiyle sanki önemini kaybeder gibi oldu. Belki değerli hizmetleriyle ilgili daha çok şey yazılıp, çok şey konuşulacaktı. Depremin getirdiği acı, hocamızın kavhınHan HnyHıı- ğumuz acıdan baskın çıktı. Merhum hocamız deprem anında sağ olsaydı meselenin bu tarzda ele alınmasını bizden daha çok isterdi.
Deprem de olsa hocamız Abdurrahman Gürses’i unutmamız ve dikkatlerden uzak tutmamız mümkün değil.
Daha başkaları derken sözü Adana Müftüsü İsmet selim hocaya da getirmek istiyorum.
Adana Müftümüz İsmet Selim de bu depremde hayatını kaybedenler arasında, sevgili kızıyla Sakarya’daki mütevazi evinin depremde yıkılmasıyla enkaz altında kalarak şehadet mertebesine ulaştı.
Depremin vuku bulduğu günlerde Simav’ın Eynal Kaplıcalarında idim. Değerli insan, örnek şahsiyet ve Reisü’l-Kurra Abdurrahman Gürses hoca efendinin vefatını orada haber aldım. Cenaze merasimine iştirak edemediğim ve o mübarek bedenini taşıyan tabutuna yapışamadığım için üzgünüm.
İsmet Selim hocanın hanımını, vefatından 15 gün önce elim bir trafik kazasında kaybettiğini duymuştum. Bu sebeple İsmet Selim hocanın depremde vefat ettiği, birileri tarafından bana söylenmeye çalışıldı ise de, ben, galiba hanımının ölümü ile karıştırılıyor diye inanmak istemedim. Ankara’ya döndüğüm zaman malesef haberin doğruluğunu üzüntü ile öğrendim. Allah rahmet etsin!
Kaplıcada kaldığım günlerde deprem üssünden kilometrelerce uzakta olan Simav ve köylerine yirminin üzerinde deprem şehidi geldi.
Depremde sarsılan yalnız Kocaeli, Sakarya, Yalova. Bolu, Düzce, Gölcük, İstanbul ve Bursa; üzülen ve gözyaşı döken yalnızca buralarda yaşayan insanlar değildi. Bütün Türkiye ve Türk halkı idi. Simav’da benim gördüklerim bunun böyle olduğunun tekbir örneği. Yıkılan evlerdi, fabrikalardı, çardaklardı, camilerdi, okullardı, köprülerdi; çöken yollardı, parklardı; yanan rafineri idi, ama ikaz edilenler, ihtar alanlar ve tenbih olunanlar insanlardı. Bu noktayı iyi değerlendirmek ve olanlardan ibret almak gerekir.
Şu anda bütün Türkiye depremi konuşuyor. Herkes canla başla üzerine düşeni yapmaya çalışıyor. İşler böyle giderse deprem daha çok konuşulacağa ve felâket bölgesinde daha çok çalışılacağa benziyor.
Deprem konusu çarpıtılarak gazete sayfalarını ve televizyon ekranlarını doldura dursun. Ben biraz da Abdurrahman Gürses ve İsmet Selim hocalarımızdan bahsetmek istiyorum.

REISU’L-KURRA
ABDURRAHMAN GÜRSES

10.08.1999 tarihinde aramızdan ayrılan ve Hakkın rahmetine kavuşan Abdurrahman Gürses hoca- efendiyi İstanbul’da görev yaptığım yıllarda yakından tanıma ve sohbetlerinden faydalanma bahtiyarlığına erenlerdenim.
Merhum Gürses’le ilgili ifadeleri, dikkat ve itina ile kullanmaya ve saygıda kusur etmemeye çalışıyorum. Kalemim o büyük ve Kur’an-ı Kerim’le ilgili ilimlerde otorite olan zatı anlatmaya ve beynimde oluşanları kağıda dökmeye cidden yetmez.
Mükemmel bir hayat, kâmil bir insan, örnek bir yaşayış, disiplinli ve ahenkli bir çalışma, çok iyi bir temsil düşünce ve amelde ihlas...
Merhumu hizmetine, yaşayışına ve şahsiyetine yakışır bir seviyede yazamıyacağım için üzgünüm. Elbette bunu yapanlar da çıkacaktır. Hatırasına hürmeten ve mümtaz şahsiyetine duyduğum derin saygıdan dolayı yetersizde olsam yazmadan edemezdim.
Ben merhum Gürses hocaefendiden ders okuyanlardan veya huzurunda diz çöküp Kur’an-ı Kerim ilimleri tahsil edenlerden değilim. Keşke olabilseydim. Buna rağmen hocaefendiden feyz aldığımı, kültüründen faydalandığımı, görgü ve tavrından, insanlara yaklaşımından ve hizmet anlayışından istifade ettiğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Vakarlı yaşayışından, verdiği Kur’an hizmetiyle bağdaşan üstün şahsiyetinden hisse kapanlardanım.
Nur’u Osmaniye Kur’an Kursu, hoca efendinin sık sık uğradığı ve talebeleriyle özel olarak ilgilendiği şanslı yerlerden birisi. İddia ediyorum ki hoca efendinin hayatının Kur’an-ı Kerim’den ayrı geçtiğini kimse söyleyemez. Evinin dışındaki ömrü, tamamen Kur’an hizmetinde geçmiştir. Eğer hoca efendi evinde değil ise ya Haseki Eğitim merkezindedir, ya Nur’u Osmaniye Kur’an Kursu’nda- dır, ya Beyazıt Camiindedir veya İstanbul’un neresinde olursa olsun bir hafızlık cemiyetindedir; bir Kur’an ziyafetindedir. Bütün bunları dünyalık temini için katiyyen yapmaz ve böyle anlaşılmamak için dikkat ve titizlik gösterir, daha olmazsa Kur’an-ı Kerim’e sığınırdı.
Hoca efendi ile Nur’u Osmaniye Kur’an Kur- su’nda onun dinlenme saatlerinde sık sık bir araya gelir ve kendileri ile, kısa bir müddet için de olsa beraber olmaktan ve sohbetlerine katılmaktan onur duyardık. Her insana nasip olmayacak bir manevi imtiyazı burada belirtmek istiyorum: Hoca efendiden ilim öğrenenlerin ilmi artar, huzurunda bulunanların da insanlar arasındaki itibarı yükselirdi. Onun bulunduğu meclis veya merasim hemen disipline olur, ilgilendiği kurumlar verimli ve ahenkli çalışır ve yetiştirdiği talebeler benzerleri arasında farkedilirdi. Kafasının içi gibi dışı da güzel, iç dünyasındaki berraklık ise kılık kıyafetinde de görünürdü.
Merhum Gürses hocayı Haseki Eğitim Merkezi’ndeki hocalığının dışında sık sık hafızlık merasimlerinde Reisü’l-Kurra makamında görürdük. Bir defasında Fatih Camiinin muhteşem kubbesi altında bembeyaz sarıklarıyla anlamlı bir tablo oluşturan hafızların duasını yapıyordu. Seçkin hocaefendilerin de hazır bulunduğu merasimde Hendekli Abdurrahman efendi duasını kesti ve cemaata şöyle seslendi: “Bu ne biçim amin demek! Nasıl bir merasimde bulunduğunuzun farkında değil misiniz? Sesinizi ben bile duymuyorum. Aminleriniz daha canlı ve heyecanlı olsun! Aminleriniz camiyi sarssın! Tekrar amin deyin bakayım. Olmadı, daha canlı” Amin sesleri maksada uygun hale gelince duaya devam etti.
Merhum hocaefendi bir ekoldür. Akademik çalışmalarla hizmeti ve şahsiyeti ortaya konması gereken hocaefendi, İslâm alemince de tanınmaktadır. Beynelmilel Kur’an-ı Kerim yarışmalarında jüri üyeliklerinde bulunmuş bazı müslüman devlet baş- kanlarınca misafir edilmiş ve yabancı İslam diyarlarında ülkemizi liyakatle temsil etmiştir.
Hocaefendi ebedî istiratgahında rahat uyuyabilir. Çünkü aynı görevi aynı liyakatle ifa edecek isimleri ve şöhretleri bizce malum talebeleri var.
Hocaefendinin yetiştirdiği seçkin talebelerinden elim bir trafik kazasında Yusuf Gebzeliyle birlikte kaybettiğimiz İsmail Biçeri de burada rahmetle anmak gerekir
Sarf nahiv ve fıkıh derslerini Hendek Müftüsü A. Nazmi Konuk’dan okuyan merhum Gürses, aşe- re ve takrib, kıraat, icazetnamesini Üsküdar Selimiye Camii Başimamı Fehmi Efendiden almıştır. Çeşitli dini görevlerde bulunan ve hayatı manevi bir atmosferde geçen hoca efendi, sırasıyla İstanbul Teşvikiye Camii ve Beyazıt Camii İmamlıklarında da bulunmuştur.
Burada bir hatıramı kaydetmek istiyorum. Konya’da imamlık yapan merhum babam İstanbul’a geldiği zaman Beyazıt Camiinde namaz kılmak için can atardı. Niye hep o Camiye gidiyorsun baba diye sorduğum zamanda şöyle derdi: “Oğlum orada bir imam var. Hendekli Abdurrahman Efendi diyorlar. Amma ne Kur’an’ı Kerim okuyor ya. O’nun gibisine az rastladım. O’nun okuduğu Kur’an-ı Kerim’i zevkle dinliyorum.” Hocaefen- di camide olmadığı zamanlar üzülürdü. Namaz vakitlerinde rahmetli babam gibi hocaefendiyi dinlemek için Türkiye’nin değişik yerlerinden gelmiş çok kimse bulunurdu Beyazıd Camiinde.
Merhum hocaefendi Diyanet İşleri Başkanlı- ğı’nın açtığı Haseki İhtisas Kursunda uzun yıllar Aşere Takrib ve Tayyibe dersi okutmuş ve yerinden kalkamayacak derecede hasta oluncaya kadar da bu hizmeti devam ettirmiştir. Hocaefendi ayakta durabildiği sürece her türlü dini hizmete ve memleket yararına olan işlere koşmuştur.
Üç ay önce rahmeti rahmana kavuşan Gürses hocaefendinin geride talebelerinin dışında dünya malı olarak bir şey bıraktığını da zannetmiyorum. Özel ilgisiyle ve engin bilgisiyle yetiştirdiği hafızlarının ve ehli Kur’anın hocaefendinin bıraktığı boşluğu dolduramasalar bile O’nu aratmayacak derecede bir varlık göstereceklerine inanıyorum. Hocaefendinin bıraktığı olumlu tesir, talebelerine ka- zandırdğı ilmi şahsiyyet ve güzel ahlâk Kur’an-ı Kerim hizmetinin ve kıraat ilminin daha da ileri gitmesini sağlayacaktır. Ruhu şâd olsun!
ADANA MÜFTÜSÜ İSMET SELİM
Tarihe Marmara depremi olarak geçecek olan büyük felâket. Adana Müftüsü İsmet Selim’i de beklenmedik bir anda aramızdan aldı. İsmet Selim belki depremde hayatını kaybeden binlerce insandan biriydi, ama ölüm haberi acı oldu. Meslektaşlarını, dostlarını, cemaatını, sevenlerini ve bizleri üzdü.
Ölümünden 15 gün once elim bir trafik kazasında eşini kaybeden İsmet Selim’in ileriye dönük düşünceleri, aileyi bir arada toplama çabaları vardı, hepsi sonuçsuz kaldı. Demekki Allah’ın hesabını bilemiyeceğimize göre şahsımıza ait hesaplarımızın her an değişebileceğini dikkate almak durumundayız.
Kaybına halen alışamadığımız merhum İsmet Selim, 1954 yılında Ordu Vaizi olarak göreve başlamış, çeşitli il ve ilçelerde müftülük hizmetlerinde bulunmuş ve Adana İl Müftülüğü ile hem hizmetlerini ve hem de ömrünü, kendisi için hayırlı olduğuna inandığımız bir ölümle noktalamıştır.
Merhum İsmet Selim’i Türkiye Diyanet Vakfı Mütevelli Heyeti’nde beraber çalıştığımız dönemde daha yakından tanıma fırsatını buldum; İnancına ve mesleğine yakışır meziyyet ve karaktere sahip olduğunu o zaman müşahede ettim.
Küçük yaşta hafız olan ve mahalli hocalardan Talim ve Tashih-i Huruf dersleri alan İsmet Selim, mücadeleci ve azimli karakterine uygun olarak çalışmaktan yılmamış ve ilk okul tahsiline ilaveten orta okul ve liseyi dışardan bitirmiştir. Ordu İl Müftüsü iken rize Muhasebe Meslek Yüksek Okulunu da bitiren merhum İsmet hoca, dini yüksek tahsil yapamamış olmanın eksikliğini hep duymuş, ama aslında bu durum onda bir eksiklik olarak görülmemiştir. Öğrenim çizgisinde dini okul bitirmemiş ve dini yüksek tahsil yapmamış gibi görünmesine rağmen mesleki bilgi ve kültürüyle de dikkat çekiyordu.
Her şeyden önce İsmet Selim, sağlam bir hafızdı ve çok güzel Kur’an-ı Kerim okurdu. Merhumun Abdurrahman Gürses hocaefendi- ye benzer yönleri vardı dersem herhalde abartmış olmam. Mütevelli Heyet üyeliği dönemimizde Orta Asya Türk Cumhuriyetlerine ve Balkanlara seyahatlerimiz olmuştu. İsmet hocayla seyahat etmek bir zevkti. Çünkü şahsı için hazırladığı imkanlardan memnuniyetle yol arkadaşlarını da faydalandırırdı. Bu seyahatlerde ibadet etme şansına erdiğimiz ve mutluluğuna kavuştuğumuz camilerde hep imamımız olurdu. Camilerde ve Türk şehitliklerinde davudî sesiyle okuduğu Kur’an-ı Kerimleri hafızalarımızdan silmemiz mümkün değil. Hele hele Bükreş Türk şehitliğinde geçmişimizi ve Balkanlardaki fetihlerimizi hatırlatırcasına heyecanla okuduğu Yasin-i Şerif, şehitlerimizin kabirlerini aydınlatmış, ruhlarına ferahlık kazandırmış ve bizimde gönlümüzü fethetmiştir. Milli meselelerde hassasiyet sahibi olan İsmet Selim hocaefendi nasıl bir yerde aşr-ı şerif okuduğunun şuurla farkında idi ve bundan büyük mutluluk duyuyordu. Yurtiçinde ve yurtdışında dini birikimiyle, ahenkli ve zevkli giyimiyle ülkemizi temsil eder, teşkilatını ve dostlarını güç durumda bırakmazdı. Her insanda olduğu gibi onda da ufak tefek bedenî rahatsızlıklar vardı. Bu sebeple tansiyon aletini hiç yanından bırakmazdı. Benimde o konuda biraz rahatsız olduğumu bildiği veya bana öyle geldiği için seyahatlerimizde gece bile sıcak yatağından kalkar gelir ve gel senin şu tansiyonunu bir ölçelim derdi.
Merhum İsmet Selim’in güzel yönlerinden birisi de tavizsiz bir insan olmasıydı. Medeni cesaret sahibi idi. Ezik ve ürkek, hele hele korkak hiç değildi. Gerektiği yerde ve gerektiği zaman çekinmeden konuşur, sözün nereye varacağını bilir, inanç ve düşüncesinden, dini yaşayışından kat’iyyen taviz vermezdi.
Kendisini Ceyhan depreminden sonra Adana’da ziyaret etmiştim. Müftülük binasında meydana gelen hasardan ve camilerdeki tahribattan tedirgin idi. O günlerde, temeli kendisinden önce Adana’da Müftülük yapan ve benim de Konya Yüksek İslâm Enstitüsünden sınıf arkadaşım olan rahmetli Süleyman Tekin tarafından atılan Adana Sabancı Merkez Camii ile uğraşıyordu. Cami tamamlanmış, görkemli bir merasimle ibadete açılmıştı. Camiyi gezerken geniş bir alanı göstererek, burası caminin bahçesi, çevre düzenlemesini de bir yaparsak işimiz bitmiş olacak diyordu. İsmet hoca caminin telaşı ve görkemli heyecanı ile Ceyhan depremini unutmuştu bile. Adana’yı da sarsan Ceyhan depremini atlatan müftümüz İsmet Selim, Marmara depremine yenik düştü. Öyle zannediyorum ki deprem anında Sabancı Merkez Camii’ni hayâl ederek Rabbına kavuştu.
Burada kendisinden önce Adana’da Müftülük görevinde bulunan ve Sabancı Merkez Camii’nin inşaatını başlatarak belli bir seviyeye getiren ve caminin inşaatı tamamlanmadan ömrü biten Süleyman Tekin’i de bu vesile ile rahmetle, minnetle anmadan geçmiyeceğim. Her iki değerli ve camiamızın yüz akı insanımızın ruhları şad olsun. Binlerce Fatiha. Süleyman Tekin hocaefendinin de gönlü hoş olsun, ideali olan camii ibadete açıldı.
Adana Sabancı Merkez Camii’nin muhteşem kubbesinin manevi kucağında iki değerli müftümüzün ruhları, Sabancı ailesinin değerli varlığı Özde- mir Sabancı’nın ruhuyla birlikte huzur buluyor. Gerçekten o muhteşem mabedin kısa zamanda tamamlanıp ibadete açılmasında merhum İsmet Selim’in dirayetli sevk ve idaresinin, iyi niyetinin, fedakarca gayretinin, hele hele hayırsever iş adamlarımızdan Sabancı ailesi ile başlattığı sıcak diyalogun çok büyük rolü olmuştur. Her iki müftümüzün samimi çabalarının eğer varsa bu mabedin eksiklerinin giderilmesinde ve çevre düzenlemişinin yapılmasında Sabancı ailesini harekete geçireceğine /e değerli himayelerinin devamını sağlıyacağına inanıyorum.
Bir mevlüd programı vesilesiyle bu camii şerifte yaptığım konuşmada o muhteşem cemaat tablosunu görünce bu mabedin Adana’ya ne kadar lazım ve yakışmış olduğunu daha iyi anladım.
Niye deprem, Abdurrahman Gürses ve İsmet Selim bir arada? Bunlar bir çizgide yer alırmı? Alır. Çünkü üçününde ortak noktası acı ve kayıp.
Merhum Abdurrahman Gürses hocaefendinin cenazesinin uzun süre hizmet verdiği Beyazıd Camimin bahçesine defnedilmiş olmasına o kadar sevindim ki bu sevincimi ifade etmem mümkün değil. Merhumun uzun yıllar mihrabında huşu ile okuduğu Kur’an-ı Kerim o mabedin fe; iz ve bereketi, cemaatin de manevi hazzı olmuştur. Eğer Hendekli Abdurrahman hoca bir başka yere defnedilseydi o mabed mahzun olurdu. Düşünenlerden ve sebep olanlardan Allah razı olsun!
Diyesim geliyor ki keşke o iki merhum müftümüz de Sabancı Merkez Camii’nin bahçesine defnedilmiş olsalardı. Herhalde bu onların hakkı idi.
Başta İsmet Selim olmak üzere Marmara depreminde hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifalar, geride kalanlara sabırlar diliyorum .
Milletimizin başı sağolsun.
Allah bizi bir daha böyle olaylarla imtihan etmesin ve taşıyamıyacağımız yükü bize yüklemesin. Her türlü felâkette milletimizi, vatanımızı korusun (Amin)!