Makale

KADINLARIMIZDAN PORTRELER

KADINLARIMIZDAN PORTRELER

Hazırlayanlar :
Havva BAŞ
Fatma ALPARSLAN

Tezhiple bir şekilde ilgilenen insanlar adınızı mutlaka duymuştur. Biz henüz tanımayanlara sizi tanıtacağız ama önce tezhibin ne olduğunu anlatmakla başlayalım dilerseniz.
Tezhip kelime anlamıyla altınla yapılan işlerdir. Açılımıyla Türk tezyini (süsleme) sanatıdır. 8. yüzyılda Uygurlardan itibaren Türklerin kitaba verdikleri değerle birlikte tezhip sanatı doğmuştur. Bundan sonra da hiç kesintiye uğramadan Selçuklu, Beylikler, Osmanlı kitap süsleme sanatı olarak günümüze kadar gelmiştir. Geçmişte, başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere müzik, astronomi, tıp, tarih gibi pek çok konudaki binlerce eser nefis tezhip eserlerinin doğmasına vesile olmuştur. Ayrıca berat, ferman, tuğra, mur- akka albümleri, vakfiyelerdeki tezhip sanatının mükemmel örneklerini şimdi Türk-İslâm Eserleri Müzesi, Topkapı Sarayı Mü zesi, Süleymaniye Kütüphanesi, Millî Kütüphaı e Müzesi ve Anadolu’nun çeşitli elyazma eserlerinin korunduğu kütüphanelerde bu nadide eserleri görebiliyoruz. Tezhipte kullanılan ana malzeme altın ve profesyonel sulu boyadı-. Özel malzemelerimiz, mühre, aherli kağıtlar, samur fırçalar, triling, rapido gibi malzemelerdir.
Siz tezhiple nasıl tanıştınız?
Çocuklarım okula başladıktan sonra, hayatımda bir boşluk hissettim. O boşluğu nitelikli bir şekilde doldurmak istedim. Bir aile dostumun bana tezhibi tamtmas ve beni yönlendirmesiyle 1986 yılında, Kültür Bakanlığı Millî Kütüphane Türk Süsleme Sanatları Atölyesinde tezhibe hobi olarak başladım. Ancak buradaki çalışmalarım bana yetmemeye başlayınca. İstanbul’daki hattatlar ve müzehhiplerle iletişime geçtim. Hattat Haşan Çelebi sayesinde Marmara Üniversitesindeki Geleneksel Sanatlar Bölümünü ve Çiçek Derman hocamı tanıdım.
Çiçek Derman’Ia çalışmaya nasıl başladınız?
1989 Kasımında çok yağmurlu bir günde, Marmara Üniversitesine, Çiçek hocayla tanışmaya ve çalışmalarımı göstermeye gitmiştim. Hava muhalefeti sebebiyle hiçbir öğrencinin derse gelmediği o günde dört hoca oturmuş, talebe bekliyorlardı. O şartlarda benim de ta Ankara’dan oraya gidişim ve tezhibi orjinal şekliyle kendisinden öğrenmek isteyişim hocayı çok etkiledi ve beni öğrenciliğe kabul etti.
1994 yılına kadar hafta sonlan Ankara’dan İstanbul’a ya postayla ödev göndererek veya 15 günde bir derslere katılarak yeni bir eğitim sürecine girdim. 1994 yılında Çiçek Hoca’nın nezaretinde ders verdiği Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı’ndan mezun oldum. O günler, tezbihin özünü, tarihini geleneklerini tanımak, araştırma, inceleme yapmak bakımından çok güzeldi. Grup arkadaşlarım Vesile Öztekin, Ülker Tansım ve Mükerrem Taşkapılıoğlu ile birlikte Tığ kitabını o dönemde hazırlamıştık.
Beş yıl sürekli İstanbul’a gidip gelmek iki çocuklu bir ev hanımı için zor olmuştur.
Tabii ki. Hemen her hafta sonu bu gidiş gelişlerin bir Türk aile yapısına, sahip olduğumuz örf adetlerimiz çerçevesinden hareketle çok da kolay olmadığına dikkat çekerim. Annemden aldığım kültürle de evdeki yemek düzeni, temizlik... hiçbir şekilde ak- samamalı mantığıyla yetişmiştim. Eşim anlayışlıydı, annem destekti, çocuklarım iyi yetişmişti, pek çok şey oturmuştu. Ancak bunun yanında her insanın keyifle yaptığı özel tembellikler benim hayatımdan silindi. Uyku düzeninden, ziyaretlere, sohbetlere kadar pek çok kısıtlamalarla dolu ve çok programlı bir düzen kurdum hayatımda.
Mezuniyetinizden sonra, Ankara’da klâsik sanatların bir atölye ortamında çalışıldığı ilk özel ııakışhaneyi açtınız. Hangi düşüncelerle bu sonuca ulaştınız?
Sergilerde ziyaretçilerin duygularını, düşüncelerini iletmeleri sonucu edindiğim intiba bana bir sorumluluk yükledi ve maddî manevî fedakârlıkları göze alarak bu sanat merkezini açtık. Bu sanata meraklı insanların gelip fikir sorabileceği, özel meraklıların sipariş yoluyla bu eserlere ulaşabileceği ve sanatlarımızın güzelliğini insanımıza ve diğer milletlere tanıtabileceğimiz, ulusal, uluslararası sergiler açmak gayesiyle merkezimizi 1997 yılında hayata geçirdik.
Tezhip dışında hat, ebrû, minyatür gibi geleneksel sanatlarımızın, ömürlerini bu sanatlara vakfetmiş ustalarının biraraya geldiği, problemlerini ve sanatın geleceğini müzakere edebilecekleri bir mekândır aynı zamanda Turkuaz Nakışhanesi. Ayrıca pazar günleri hariç herkese açık bir sergi salonumuz da meraklıları için nakışhanemizin bünyesinde mevcuttur.
Hangi yaş veya meslek grubu daha çok ilgi gösteriyor bu sanatlara?
Gönlünde estetiğe, güzelliğe bir ilgi varsa - bu erkek, kadın, genç, yaşlı ya da meslek ayırımı yapmadan söylüyorum- o insan muhakkak sanatın bir yönü ile ilgileniyor. Bizzat uğraşmasa da sergileri kaçırmıyor. Bu anlamda nakışhanemiz farklı yaş gruplarından, farklı mesleklerden, kısa- ea-her kesimden sanata; klâsik sanatlarımıza duyarlı insanların uğrak yeri olmuştur.
Tezhibe sıfırdan başlayan bir kişinin belli bir yere gelmesi ne kadar zaman alır?
Sanatçı “ben oldum” dediği anda bitmiştir. Çalışma her zaman devam etmelidir. Sanat, her yönüyle çok çalışma, çok araştırmayla, insanın daha çok kendi kendisini yetiştirdiği bir alandır. Gelenekteki süreci incelediğimizde en az 8-10 sene diyebiliriz.
Her sanatçıya sorulan bir sorumuz var size de; “Sanat sanat için” midir, yoksa “Sanat halk için” midir, ne dersiniz?
Bunların kesin sınırlarla ayrıldığına inanmıyorum. Sanat ilk önce insanın kendini ifade etmesidir. Ama toplum sizi, siz toplumu yönlendiriyorsunuz. Muhakkak karşılıklı bir etkileşim oluyor. Bu her haliyle bir bütünlük teşkil ediyor diye düşünüyorum.
Tolstoy’un çok güzel bir cümlesi var sanat hakkında: “Sanat bir fedakârlık abidesidir. Eğer siz fedakârlığa talip değilseniz milyonlarca insanın ömrünü verdiği bir müesseseye katılmaya hakkınız yok demektir.” Ben de derslere bir hobi olarak başlamıştım ama ikinci derste sanatın hobi olarak sürdürülemeyeceğini farkettim ve bu mantıktan hareketle hayatımı tezhip sanatına göre yeniden düzenledim.
Toplumumuz klâsik sanatları ne kadar tanıyor?
Kültür seviyesinin yüksek olduğunu düşündüğüm insanlarla sohbetlerimizde bile, bunun ne işe yaradığı soruluyor. “Sonuçta bir desen çiziyor ve onu renklendiriyorsunuz.” deniyor. Bakış açısının bu kadar yalın, bu kadar yüzeysel olduğu insanlarla çok karşılaşıyoruz. Mâzi ile aramızda köprüler atılmış, bir kopuş yaşanmış âdeta. Tezhip adım ilk defa duyan, farklı ve yanlış telaffuz , eden çok insan var... Ama zaman içerisinde insanımızın tavrı değişti, gelişti. Mesâla Türkiye Diyanet Vakfıyla organize ettiğimiz, Dinî r Yayınlar Fuarı ’ndaki sergilerimizi insanlar artık bekliyor. Ve eğer l geçen seneki eseri hasbelkader bu sene de sergiye koyuyorsanız far- kediliyor. Bu da beni çok mutlu ediyor. On onbeş sene önce diğer hocalarımız zamanındaki ilgi neredeyse sıfır düzeyindeydi. Ord. Prof. Sühely Ünver, Muhsin Demir Onat, Rikkat Kunt... hocaların teşvikleri, gayretleri ve özverili çalışmaları, bu günlere, bu alâkaya başlangıç oldu diye düşünüyorum. Onların bu sanatın tanınmasındaki büyük gayretlerini unutmak ve kendilerini hayırla yâdet- memek mümkün değildir.
Peki yetkililerin bu sanatlara bakışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde de bu sanatlar elit bir zümreye has kalmış, halka malolmamış ama hiçbir siyaset, din ve ilim adamının yüzeysel oldukları kanısında değilim. Sanatı ve sanatçıyı çok bilinçli bir tanıma ve teşvik olmuş o dönemlerde. Kütüphanesinde el yazması tezhibli bir Kur’an’ın şu şu sanatkârların imzasıyla bulunması çok önemli bir ayrıcalık kabul edilmiş. Saraylarda, kitap, ferman, berat... tezhiplemek için özel nakışhaneler açılmış.
Şimdiki bakış açısının ise çok üstünkörü olduğuna inanıyorum. Sergileri açmaya muhakkak bir üst düzey yetkili gelsin istiyoruz doğal olarak. Bir eser hakkında eğer bir iki soru sorarsa mutlu oluyoruz sanatımızı tanıtmak adına. Ama kimisi jet hızıyla, yasak savma kabilinden açılışını yapıyor, vazifeyi nihayetlendirmiş olarak ordan ayrılıyor. Sanatımızı tanıtmak ve sevdirmek adına, bu sanata gönül veren insanların maddi manevi fedakârlığı hiçbir zaman, bir üst düzey yetkilinin çabasıyla eş değer değil kesinlikle...
Kültür Bakanlığının bu sanatlara yaklaşımını nasıl buluyorsunuz?
Bakanlık, bünyesinde tezhip ve minyatür dalında kurslar düzenliyor. Bu genişletilecek mi, yeterli mi, başka ne tür projeler var bilemiyorum.
Sabancı’nın özel koleksiyonuyla gerçekleştirdiği Altın Harfler sergisi dünyayı dolaştı ve herkesi kendine hayran bıraktı, biliyorsunuz. Bunların çok daha güzelini icra eden sanatçılarımız var bugün. Bu sanatkârlarımız eliyle çok kısa zamanda kültürümüz, dinimiz eşittir; sanat, estetik, medeniyettir boyutunu rahatlıkla gösterebiliriz dünyaya. Bunun için de kurumların, özellikle Kültür Bakanlığının desteği kaçınılmazdır elbette.
Toplumuınuzdaki çirkinliklerin -genel olarak- sanattan yoksun olmaktan kaynaklandığını söylemişti Beyza hocamız. İslâm’ın gerçek yüzünün sanatçılar ve sanat aracılığıyla ortaya çıkabileceğini ifade etmişti. Ne dersiniz?
Çok doğru bir tesbit. İnsanlar çatık kaşlı, insanlar birbirleriyle itiş kakış halinde... Bunları, tabii
ki sanatı hayatımızın bir parçası olmakta gören bir bakış açısından uzaklaşmamıza bağlıyorum. Sanat topluma ne kadar malolursa insanlarımız o kadar hoşgörülü olurlar. Daha önce de söylediğim gibi dinimiz eşittir medeniyeti o kadar hayatımıza geçiririz. Bu anlamda eğitim kurumlarımızda geleneksel sanatlarımızın tanıtılması adına da çalışmaların başlatılması gerektiğini düşünüyorum. Sanat adına, estetik adına çocuklarımız ailede, okulda ne görüyor? Resim dersinde sırf not almak için evden birine ödev yaptırıp götüren çocuğa o dersin sevgisi, felsefesi verilmiyor demektir.
Bundan sonraki çalışmalarınız neler olacak?
Geleneksel sanatlarımızı sevdirmek ve yaşatmak adına nakış- hanedeki çalışmalarımı devam ettirmek istiyorum. Zira tezhip artık benim hayat tarzım oldu. Ama lâ- yıkıyla, hakkıyla, hep güzellik, özveriyle, gönüllülükle sürmesi de en büyük dileğim. Ankara’da bu sanat nakışhanesi ekolü, Kubbealtı Akademisi’nin bir devamı olarak otursun ve Çiçek hocamın bana öğrettiklerini Ankara’daki uzantısı olarak uygulayalım istiyorum. Çok daha güzel sergilerle, çok daha büyük aktivitelerle, hem yurti- çinde hem yurtdışında bu sanatı tanıtmak zaten hedeflerimizden başlıcasıydı. Ama bu tekbaşımıza sürdürebileceğimiz bir olay değil. Kuramlarla muhakkak işbirliği yapmak gerekiyor. Bu desteği aldığımız zaman, daha rahat çalışıyoruz sanatkâr olarak.
Sanatımızı dejenere edilmeden, en doğru şekliyle, mazideki yerini koruyarak, çok daha geliştirerek yeni nesillere aktarmak en büyük vazifem diye düşünüyorum. İnşallah bu şekilde devam edeceğim.


Muhsine Akbaş kimdir?
1958 Yozgat doğumlu, Kültür Bakanlığı Türk Süsleme Sanatları, Tezhip Yarışması dalında ‘Esmaül-Hüsna ’ eseriyle birincilik alan Muhsine Akbaş, sanatseverlerin yakından bildikleri bir isim; bir tezhip sanatçısıdır. Evli ve iki çocuk annesi olan Akbaş, tezhibe ilk adımını 1986 yılında Kültür Bakanlığı’nın Millî Kütüphane’- deki kurslarına katılarak attı. Daha sonraki arayışları sonucu, 1989-94 yılları arasında, Kubbe- altı Akademesi Kültür ve Sanat Vakfı’nda, Marmara Üniversitesi Tezhip Ana Sanat Dalı Bölüm Başkanı Doç. Dr. Çiçek Derman’ ın öğrencisi oldu.
Yurtiçinde iki, yurtdışında bir kişisel ve çok sayıda karma sergiye hem eseriyle hem organizatör olarak katılan sanatçı, 1993 yılından itibaren Türkiye Diyanet Vakfıyla müşterek olarak, Kocatepe Dinî Yayınlar Fuarı’nda, geleneksel hale gelen tezhip sergilerini hazırlamaktadır.
Bu sayımızda sizlere özel gayretleri ile geleneksel sanatları yaşatmak adına, bu sanatlara gönül verenlerin uğrak yeri ve özel meraklıların sipariş yoluyla bu eserlere ulaşabilecekleri, Ankara’nın ilk özel nakışhanesini faaliyete geçiren Muhsine Akbaş’ı ve tezbihi tanıtacağız kısaca.
Eminiz ki bu sanatın tarihin derinliklerinde kalmayıp, bugün de en iyi şekilde icra edildiğini öğrenen siz okuyucularımız bundan sonra -hiç olmazsa- tezhip sergilerini daha bir dikkatli takip edeceksiniz.