Makale

İSTANBUL’UN MANEVİ FATİHİ Akşemseddin

İSTANBUL’UN MANEVİ FATİHİ
Akşemseddin

Mustafa BEKTAŞOGLU

Akşemseddin, İskilip’te doğmamış, büyümemiş; ama, herhangi bir vesileyle buraya gelmiş, yerleşmiş, buradaki insanları irşad etmiştir. Alperen olarak isimlendirilen Türk insanının manevi liderleri, Müslüman-Türk insanının terbiyesinde ahlâk yapısında, ticari anlayışında, hatta devlet idaresinde etkili olmuşlardır. Bazen toplumu irşad eden, bazen onlarla omuz omuza savaşanlara katılan bu veliler sayesinde Türkler birçok yeri vatan tutmuşlardır. Bu yapılarıyla, Türk tarihinin başlangıcından günümüze kadar toplumun çeşitli kesimleri yanında, özellikle yönetici kademede olan devlet adamlarına manevi destek sağlamışlardır. Bu şahsiyetler bazan müşavir, bazen manevi üstad ve hoca olarak karşımıza çıkarlar. Oğuz Kağan’ın irkil Hoca’sı, İnal Yavı ve İnalsıl Yavuy Han’ın Dede Korkut’u, Alparslan’ın Sarı Hoca’sı, Alaeddin Keyku- bat’ın Mevlâna’sı, Osman Gazi’nin Şeyh Edebalisi ve Tursun Fakıs’ı, Yıldırım’ın Emir Sultan’ı, II. Murad’ın Hacı Bayram Veli’si, Fatih’in Akşemseddin’i, Kanuni’nin Ebussuud Efendisi bunlara en güzel örneği teşkil eder.m
Fatih’e yol gösteren ve başarıya ulaşmasında etkin rol oynayan; mutasavvıf, alim, şair ve tabip olan Akşemseddin’in asıl adı Şemseddin Muhammed’dir. Genç yaşta ağaran sakalından dolayı Akşemseddin veya Akşeyh adıyla şöhret bulmuştur. 792 (1390) yılında Şam’da doğdu. Babası Kurt Boğan Evliyası l2) diye tanınmış Avarifü’l- Maarif sahibi Şeyh Şehabeddin Sührever- di’nin torunlarından Şeyh Hamza’nın oğludur. Baba tarafından nesebi Hz. Ebubekir’e kadar uzanmaktadır. Yedi yaşlarında babasıyla birlikte Anadolu’ya gelerek o zaman Amasya’ya bağlı olan Kavak ilçesine yerleştiler. Kur’an’ı ezberleyip kuvvetli bir dini tahsil gördükten sonra Osmancık medresesine müderris oldu. Tahminen yirmibeş yaşlarında Hacı Bayram’a bağlandı. Akşemseddin sıkı bir riyazet ve mücahededen sonra kendisini takdir eden şeyhinden kısa zamanda hilafet aldı. Akşemseddin’in içinde çileye girdiği hücre bugün Ankara Hacı Bayram Camii bodrumunda mevcuttur ve şeyhin adıyla anılmaktadır. Daha sonra şeyhinin yanından ayrılarak Beypazarı’na gitti, burada bir mescit ve değirmen inşa ettirdi.3
Akşemseddin’in, Tabib-i ervah (şeyh) olduğu kadar Tabib-i ebdan (hekim) olarak da ünü yayılır. İnsanları tutuldukları hastalıklardan kurtardığı, ruhsal bozuklukları tedavi ettiği, otlardan ilaç yaptığı bilinir. 4 Beypazarı halkının kendisine büyük rağbet gösterip etrafına toplanması üzerine Çorum’a bağlı İskilip kazasında Kösedağı civarındaki Evlek Köyüne çekildi.
Tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber İstanbul’un fethinden önce iki defa Fatih’in yanına Edirne’ye giden Akşemsed- din, ilkinde II. Murad’ın Kazaskeri Çandar- lıoğlu Süleyman Çelebi’yi, öbür defasında da Fatih’in kızlarından birini tedavi ederek iyileştirmiş, Fatih’in kızı da kendisine Bey- pazarı’ndaki pirinç mezraalarını vermişti. (5)
Esasen Akşemseddin’i hekim olarak kabul etmemiz lazımdır. Zira hasta tedavisine dair kayıtlara rastlıyoruz. Tıbbı nerede tahsil ettiğini katiyetle bilemiyoruz. Lâkin şurası muhakkaktır ki seyahatlerinde birçok hekimlerle temas etmiş <6), İstanbul fethinden önce hekimlik pratiğinde bulunmuştur. Tıbbî nebatları iyi bildiğinden, biz şu dertlere devayız, diye söylermiş. Bu, tesirlerini bilmesinden kinaye olarak söylenmiştir. Maidetü’l-Hayat adında ruhani tababete ait risalesi vardır. 7 Akşemseddin’in tıp tarihinde ilk defa mikrop meselesini ortaya atmak ve hastalıkların bu yolla bulaştığı fikrini öne sürmekle, bu alanda eksik bilgiler veren Fracastor adlı İtalyan hekiminden en az yüz yıl önce bu konuya ilk temas eden tabip olduğu kabul edilmektedir. <8)
Fatih devrinin Hekim Kutbuddin, Şük- ıüllah, Hoca Ataullah, Yakup Hekim, Hekim Lari, Hekim Arab ve Altuncuzade gibi tabipleri arasında müstesna bir yer tutar. Fatih memnuniyetini bildirmek için bir defasında "Asrımızda böyle bir alimin bulunmasına mı, yoksa şu şehrin fethine mi daha çok sevineyim? bilemiyorum"<9) demiştir.
Dr. A. Adıvar’ın tetkiklerine göre Maidetü’l-Hayat; ruhani tıp mahiyetinde küçük bir risaledir. Bilahare bunun sonuna Para- cels tıbbı esasına göre bazı ilaveler yapılarak Maddetü’l-Hayat adlı bir eser yazılmış ve bu da Akşemseddin’e izafe edilmek istenmiştir. Fakat bu eserin dili XV. asra ait olmayıp çok sonradır 1101 diyerek tereddüdünü ortaya koymuştur.
Hacı Bayram Veli, Edirne’yi ziyaret ettiği zaman Fatih beşikte idi. Sultan Murad, Hacı Bayram Veli’ye: "İstanbul bize lazım, gönül et de bu şehri alalım" deyince, Şeyh: "Beğim, bu şehri sen alamayacaksın, ben de göremeyeceğim. Beşikteki şehzade ile bizim köse alacaktır" diye Akşemseddin’i işaret etmiştir. Sultan Murad da şehzadesine: "Mehmed, sen İstanbul’u Ak Şeyhle alacaksın" diye telkinde bulunurdu. (ll)
Fatih, 1453 yılı baharında İstanbul’u muhasara etmek üzere ordusuyla Edirne’den yola çıkınca Akşemseddin, Akbıyık Sultan, Şeyh Ebu’l-Vefa ve devrin diğer tanınmış şeyhleri de yüzlerce müridleriyle ona katıldılar. Akşemseddin; kuşatmanın en sıkıntılı anlarında, gerek padişahın gerekse ordunun manevi gücünün yükselmesine yardımcı oldu. Araştırmacılar, Akşemseddin’in bu sıkıntılı anlarında zaferin yakın olduğu müjdesini vererek, sabredip gayret göstermesi gerektiğine dair Fatih’e yazdığı mektupların, fethin kısa zamanda gerçekleştirilmesinde büyük bir tesiri olduğunu belirtmektedirler. <12) Hakikat şu idi ki Akşemseddin yalnız fetih ordusunun değil, bizzat Fatih Sultan Mehmed’in de fetih cesaretini artırmış; onu İstanbul’u fethedeceğine inandırmış, en cesaret kırıcı vakalarda, ona büyük gayret vererek genç hükümdarın fetih zorluklarını yenmesinde kuvvetle müessir olmuştur.
Fethin sahibi genç hükümdarın büyük talihi, karşısında bir rehber bulması olmuştur: Akşemseddin. Kim kimi bulmuş, kim kimin yoluna ve karşısına çıkmıştı? Bilinsin veya bilinmesin mühim olan bu karşılaşmanın tarihçesi değil, sadece hadisenin kendisidir. İştiyaklar çift olarak yaratılmıştır, ne kadar zorlansa ayrılık gerekmez.
Akşemseddin, bir prensip adamı, bir ruh tımarcısı ve genç Fatih’in manevi formasyonunu tamamlayarak onu kitleye hediye eden adamdı. Fatih Sultan Mehmed şu cihetten de talihli idi ki bir cihangir olmasına rağmen elini öpeceği böyle bir hocası, kendişini hizaya çeken böyle bir efendisi vardı. İskender ve Napolyon da birer cihangirdirler. Fakat ruhlarını yoğurup şekilleyecek kudretli bir elin himayesinde olmadıklarından, terkipsiz bir malzeme olmaktan kurtulamamışlardır.
Akşemseddin o kâmil insandı ki, talebesinin padişah olması, terbiye sisteminde herhangi bir gevşemeye yer vermeyerek ciddiyet ve salâbet arzederdi. Talebe ise, o büyük insandı ki hükümdar olması, hocasına itaat etmesine mani olmazdı. <13)
Bizans surları önünde elli üç günlük çetin muhasaranın müşkülleri içinde padişahı destekleyen bu şiddetli ve kanlı muhasaranın mahşeri içinde hesaba endazeye gelmez müşküllerle pençeleşmekten zaman zaman bunalan hükümdarı, yeis ve ümitsizlikten geri çeken "korkma, alacaksın!" diyen ses, Akşemseddin’in sesidir. Bizans’ın muhasara ve fethi, tarihin en çetin savaşlarından biri olmuştur. Hatta yetmiş pare donanmaya bir gecede dağları aşırtan, ordusunu en yeni sistemle teçhiz eden, muhasara plânlarını kendi çizen ve onları korkunç denecek bir takipçi zihniyetle tatbik ettiren, sihirbaz sür’atiyle kaleler kuran, toplar döken bu yaman serdar bile müstahkem Bizans surları önünde, bir iki defa ümitsizliğe düşer hale gelmişti.
İşte bu hengâmede padişah’ın, nusret ve zafer dileği ile, Veliyyüddinzade Ahmet Paşa’yı Akşemseddin’e gönderip cevap olarak da fetih gün ve saatinin tebşirine nail olduğunu öğreniyoruz. Fakat tayin olunan vakit geldiği halde kalenin düşmemiş olmasından endişelenen Akşemseddin’in oğlu telâş ve üzüntü ile babasını çadırında ziyaret etmek istiyor. Lâkin kapıda duran nöbetçi "Bana içeri kimseyi koymayınız emri verildi, içeri alamam" diye menedilince, delikanlı, çadırının bir ucundan eteğini kaldırıp babasını gözlemeye başladığı zaman, onu başı açık secdede gözyaşları ile niyaz ve tazarru eder görerek haşyet ve dehşet içinde kalıyor. Bilinmez ne kadar zaman, bu heybet ve istiğrak anını ürpeti ile seyrettikten sonra, babasının ayağa kalkıp "Elhamdülillah kale fetholundu "dediğini duyuyor. Başını kaldırıp uzaklardaki insan seline baktığı zaman da, haftalardır Bizans’ın göğüsleyip geri ittiği ordunun zafer sesleri içinde yer yer şehre aktığını farkediyor. (14) Molla Gürani, Molla Hüsrev gibi hocaları ve sağında solunda Akşemseddin ve Akbı- yık Sultanla birlikte İstanbul’a girip de Ayasofya’ya yaklaştığı zaman, beyaz elbiseli, ak sakallı, heybetli Akşemseddin’i hükümdar zannederek ellerindeki çiçekleri ona vermek isteyen Bizanslı kızlara Fatih’i gösterince, Fatih’in: "Veriniz, çiçekleri ona veriniz. Padişah benim ama, o da benim ho- camdır" diyerek iltifat etmiştir. l5
İstanbul’un hicretin 48-49. yılında (668669) Emeviler zamanındaki muhasarasında bulunan ve Peygamberimiz’i Medine’ye hicretinde evinde misafir eden Eba Eyyu- bü’l-Ensari vefat etmiş ve şehir harici bir yere gömülmüştü. Akşemseddin’in isabetli bir murakabesiyle yeri bulunmuş ve oraya bir türbe, yanına bir cami, medrese ve imaret yapılmıştır. Daha sonraları kalabalık bir mahalle haline gelmiş ve İstanbul’un manevi bir kasabası olmuştur.<16> Fatih Akşemseddin’in gösterdiği bu yere bir işaret koydu, fakat gece bu işareti kaldırdı, tekrar Akşemseddin’e sordu. O, yine aynı yeri gösterdi.117’ Burası kazılınca Hz. Eyyub’un hâlâ bozulmamış nâşı ve bu İslam büyüğüne ait bir mezar taşı bulunmuştur. 8
Fatih, Akşemseddin’den çok memnun kalmıştı. Kendisini müridliğe kabul etmesini istedi. Fakat Akşemseddin buna razı olmadı. Fatih ısrar ederek "Birisi gelir bir sözle onu halvete alırsın. Beni ne için me- nedersin" deyince: "Sen halvete girince devleti kim, umurunu kim idare edecek? Halvetten murad adalettir. Hükümdarlıkta adaletten ayrılmazsın. İşte bu suretle arzun yerine gelmiş olur" diyerek nasihat etti. <l9) Hocası Akşemseddin’e olan hürmetinin sebebini soran Mahmud Paşa’ya: "Benim bu zata hürmetim sonsuzdur. Diğerleri yanıma geldikçe elleri titrer. Benim de Akşemseddin’i görünce ellerim titriyor" demiştir. <20) İstanbul’un fethinden sonra, menkul ve gayrimenkul ganimetlerden Fatih kendisine ne verdiyse almamış; “Vazifem bitti” diye ana babasının son demlerinde hayır duasını almak üzere Göynük’e gitmiştir.
Akşemseddin’in; 1- Risâletü’n-Nûriyye 2- Hall-i Müşkilat 3- Maddetü’l-Hayat gibi eserlerinin yanısıra onun en büyük eseri, Fatih Sultan Mehmed gibi büyük bir devlet adamını yetiştirmiş olmasıdır. Hayatının son yıllarını Göynük’te geçiren Akşemseddin, Şubat 1459 yılında burada vefat etti. Türbesi vefatından beş yıl kadar sonra yapılmış olup, sandukası üzerindeki yazı da oğullarından Mehmed Sadullah’a aittir. Evlatlarından Mehmed Sadullah ve Nurullah da bu türbede yatmaktadır.

1- Yücel, Ayşe, Türk Kültüründe İz Bırakan İskilipli Alimler, 185, TDV. Yay., Ankara-1998.
2- Menkıbeye göre; gömüldüğü gece cesedini parçalamaya gelen bir kurdu bir elini mezarından çıkararak boğduğu için Şeyh Hamza’ya bu ünvan ölümünden sonra verilmiştir. (Banarlı, N. Sâmi, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, 1/506).
3- TDVİA, 2/300; Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellif
leri 1/12-13, Matbaa-i Amire, İstanbul- 1333.
4- Yücel, a.g.e., 186.
5- TDVİA, 2/300; Ünver, Süheyl, İstanbul Risaleleri, 2/139, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yay., 1995.
6- Şehsuvaroğlu, Dr. Bedi N., İstanbul’da 500 Yıllık Sağlık
Hayatımız, İstanbul Fetih Demeği Neşriyatı, İstanbul- 1953.
7- Ünver, Süheyl, a.g.e. 1/404.
8- TDVİA, 2/301.
9- Runyun, Mustafa- Keskioğlu, Osman, Fatih Devrinde İlim ve O Devirde Yetişen İlim Adamları, 19, DİB. Yay., Ankara-1953.
10- Adıvar, Adnan, Osmanlı Türklerinde İlim, 50-51, Remzi Kitabevi, İstanbul-1982.
11- Ayverdi, Sâmiha, Edebi ve Manevi Dünyası İçinde Fatih, 13, İstanbul Fethi Demeği Neşriyatı, sayı: 19, İstanbul-1953.
12- TDVİA, 2/300.
13- Ayverdi, Sâmiha, Abide Şahsiyetler, 89, Kültür Bakanlığı Yay., İstanbul-1976.
14- Ayverdi, a.g.e., 105-106.
15- Banarlı, N. Sami, a.g.e., 1/506; Ünver, a.g.e., 2/140.
16- Ünver, a.g.e., 1/358.
17- Şapolyo, E.Behnan, Mezhepler ve Tarikatler Tarihi, 139, Türkiye Yayınevi, İstanbul-1964.
18- Banarlı, a.g.e., 1/507
19- Runyun, Mustafa-Keskioğlu, Osman, a.g.e., 225.
20- Ünver, Fatih Külliyesi ve Zamanı İlim Hayatı, 225, İstanbul-1946.