Makale

TÜRKLERDE DEVLET ANLAYIŞI

Muammer YILMAZ

TÜRKLERDE DEVLET ANLAYIŞI

Devleti idare etmek, milletle bütünleşme temel ilkesine dayanır. Halkına karşı görevini yapmayan, sorumluluğunun bilincinde olmayan, yönettikleri kitleler ve hitap ettikleri kişiler arasında birlik ve beraberliği sağlayamayan liderler, iktidardan uzaklaştıklarında sıradan bir kişi olarak unutulup gitmişlerdir.

DEVLET, millete dayanır; millete dayanmayan devletler sürekli ve devamlı olamazlar. Hükümetler her zaman değişebilir ve her zaman yeni bir şekil alabilir. Onun için devletle hükümeti birbirine karıştırmamak gerekir. Hükümetler gelip geçici; devlet, ebed -müddettir.
Türk devlet anlayışına göre hükümdar, kuvvet, kudret ve selahiyetlerini ilâhî hukuk nazariyesinden, yani Allah’tan alır. Kendisi önce Allah’a, dolayısıyla da onun kullarına karşı sorumludur.
Kendilerinin yüce yaratıcı tarafından görevlendirildiklerine yani kutlandıklarına, dünya hakimiyeti ile beraber insanları idare etme ödevinin verildiğine inanan hakanların vazifeleri çok büyük ve sorumlulukla doludur. Kuldan fakir adını kaldıracak, adalet ve hakimiyeti sağlayacak, açları doyurup, çıplakları giydirecek, zalimin karşısında mazlumu koruyup Hakkın kolu olacaktır. Bunun idrakinde olan halk da devlet için yaşayıp, devlet için ölecektir. Nitekim halkımız devletin başında bulunanları hiçbir zaman kendileri’ ile eşit tutmaz ve onlara üstün yaratık olarak bakarlardı. Hükümdarlarına karşı yüreklerinde samimi ve içten bir inanç beslerlerdi. Nitekim Orhun kitabelerinde "Tanrı gibi gökte vücut bulmuş Bilge Hakan" diye yazılması, hakanın manevî kişiliğine verilen büyük değeri gösterir. Bu samimi inanç bütün Türk hükümdarlarında devam edegel-miştir.
I. Murat Kosova ovasında "Biz bir fikrin mücahitleriyiz; kasıp kavuran, yağmacı ve müstevli değiliz. Zulüm ve azamet (kibir)’in hakim olduğu yerlere adalet götürüyoruz. Kılıcımızın kazandığı zaferleri, idaremiz altına perişan bir halde giren insanların refah ve saadetlerini sağlayan huzur, servet ve imar takip ediyor" derken hiç şüphesiz bu sarsılmaz inancın huzuru ile dolu idi. (Tarık Binat, Milli Kültür ve Ahlak, İstanbul, 1971)
Halkına karşı görevini yapmayan, sorumluluğunun bilincinde olmayan, yönettikleri kitleyi, hitap ettikleri kişileri bir arada tutarak, onlar arasında birlik ve beraberliği sağlayamayan, bunu temin etmek için de yönettiği kitlenin psikolojisini ve çağının inançlarını göz önünde bulundurmayan, daha doğrusu ilk önce kendisinin sultanı olmayan devlet başkanları iktidardan uzaklaştıkları gibi, sıradan bir kişi olarak da unutulup gitmişler ve hatta lanetle anılmışlardır.
Devleti idare eden ve o makama oturmakla "Ateşten gömleği" giymiş olan devlet adamlarının vasıf ve vazifeleri sayılmayacak kadar çoktur. Türk ve İslâm düşünürü Fa-rabi, bu vasıfları "Devlet Adamı Anlayışı" adlı yazısında şu nefis cümlelerle anlatın
"Devlet adamı (lider) sosyal bünye olarak memleketini, insanını bütün hususiyetleriyle tanımalıdır. Zalim olmadığı gibi, gafil de olmamalıdır. Idare-i maslahatçılığı fazilet saymamalıdır. İç çekişmelere kendisini kaptırarak ana hedefleri unutmamalıdır. Müşavirlerini ve mesai arkadaşlarını, haysiyetli ve şahsiyetli insanlardan seçmelidir. Paraya, mala-mülke değer vermemelidir. Büyük azim ve irade sahibi olmalı, lüzumlu addettiği şeyleri yapmakta cesur davranmalı, küçük ruhluluk göstermemelidir. Zeki olduğu kadar da hayal kudretine sahip olmalı, hayallerini gerçekleştirecek yüreğe ve iradeye sahip olmalıdır."
Türk milletini diğer milletlerden ayıran temel felsefede hükmetmek yerine hizmet yarışı yatar. Hükümdar gücünü yüce Yaratıcıdan ve kadirşinas halkından aldığından o milletin babasıdır. Bu yüzden adaletin akışından, düzenin korunmasından birinci derecede sorumludur. Orhun abidelerinde Bilge Han şöyle seslenir:
"Varlıklı, zengin bir millet üzerine oturmadım. İçte aşsız, dışta çıplak, düşkün, perişan millet üzerine oturdum. Küçük kardeşim Gültiginle konuştuk. Babamızın, amcamızın kazanmış olduğu milletin adı sanı yok olmasın diye Türk Milleti için gece uyumadım, gündüz otur-madım. Küçük kardeşim Gültiginle iki şad ile öle yite kazandım. Öyle kazanıp bütün milleti ateş su kıldı. Ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli, fakir milleti zengin, az milleti çok kıldım.."
Bilge Han bu satırlarda milletine hizmet etmenin gurur ve heyecanını ifade ederken, devlet adamlarımıza da en güzel telkini yapıyor. Buna mukabil başsız ve yurtsuz kalan Türk halkı da: "Ben hakanı ve devleti olan bir millet idim. Şimdi hakanım ve devletim yok-, o halde kimin için kazanayım?" diyerek istiklal harbine giriştiğini anlatır ve kıyamete kadar da bu inanışından zerrece sapmadığını gösterir.
Halka hizmet, Hakk’a hizmet anlayışı bütün Türk hükümdarlarının da ortak yanlarıdır. Yusuf Has Hacib, Kutadgu - Bilig’inde bu durumu ne güzel izah eder
"Hakk’ın yükünü yüklenmiş olan kişi düşünerek hareket etmelidir. Çünkü toplum içinde sorumlu olan kişi odur. Eğer memlekette bir kimse bir gece aç kalırsa Tanrı bunun hesabını ondan soracaktır. Hükümdar bir meş’ale gibi yanıp halkı ışığa ve mutluluğa boğmuyor, bütün bunların çaresi o iken, ilgilenmiyorsa, Tanrı bunun hesabını ondan soracak ve yaptığı iyiliğe karşılık vermeyen hükümdarı sevinme ve avunma yeri olan cennetinden mahrum edecektir." (Yusuf Has Hacib, Kutadgu-Bilig Tercüme, R. Rahmeti Arat. Ankara 1959.)
Devlet gemisinin su almadan yüzmesi, çarkın arıza yapmadan fasılasız dönmesi için devleti idare edenlerin hizmet aşkıyla kavrulup yanması ve ülkesinin her köşesinde gözünün, kulağının olması gerekir. Göz ve kulaktan kasıt ta Kubilay Han’ın nefis ifadesiyle-, "Ne gördüğünü bilen, ne işittiğini gören gözler ve kulaklar" olmalıdır.
Halkın sesi Hakk’ın sesi olduğuna göre, halkın da devletine, dolayısıyla devlet adamına güvenmesi gerekir. Tarihimizde bu güveni veren devlet adamlarımızın sayısı hayli fazladır. Hiddet ve şiddetine rağmen bir halk adamı olan Ahmet Vefık Paşadan vereceğimiz şu misal, dünü bugüne bağlaması bakımından ne kadar güzeldir:

Bir köylü kadın, Paşaya müracaat edip, saatini kaybettiğini ve aradığı halde bulamadığını eğer gözlüğünü takar ise kaybolan şeylerin bulunduğu yen keşfeyledıgini haber verdiklerini, bu sebeple köyünden Bursa’ya geldiğini ifade eder A. Vefik Paşa, kadının hangi köyden olduğunu ve saatini ne zaman kaybettiğini sorup anladıktan sonra, bir müddet beklemesini söyler. Çarşıya bir adam gönderip, münasip bir saat aldırır. Kadını huzuruna çağırtıp, tek gözlüğünü takarak, "Hanım, ben kayıpları bulurum ama taze iken bulurum. Sen, vaktini geçirmişsin-, şimdi bu saati al kullan; bir daha kaybın olursa, kırksekiz saat geçmeden müracaat et" diyerek, hatırını hoş eder ve köyüne gönderir. Halkın devletine güvenmesi ne hoştur. (Muammer Yılmaz, "A. Vefik Paşa", Türk Dünyası Araştırmaları, S:66, Haziran 1990).
Devlet adamı gönül adamıdır-, tartmasını bilen, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayıran hassas bir terazidir. O haksızlığa siper, susamışlara kevser, zalimlere bilek, kimsesizlere yürektir.
Gazneli Mahmut Irak’ı aldığı zaman, kervan ile birlikte seyahat eden bir kadının eşyasını hırsızlar Keçin’de çalarlar. Bunun üzerine kadın Sultan Mahmudun huzuruna çıkarak eşyalarının bulunmasını veya ödenmesini ister. Sultan Mahmut Deyr Keçinin nerede bu-lunduğunu, hırsızların hangi kavimden olduğunu öğrendikten sonra, hiçbirşey yapamıyacağını söyler. Bunun üzerine daha da umutsuzluğa düşen kadın pervasızca: "Şu halde halkını koruyamadığına göre, niçin cihan kethudalığı yaparsın? Ve ne biçim çobansın ki, koyunları kurttan koruyamıyor-sun? Şimdi ha benim zayıflığım, ha senin kabiliyetsizliğin" demesi üzerine Mahmud’un gözlerinden yaşlar gelir ve mahcubiyet içinde:
"Ey Anne, doğru söyledin. Eşyanın bedelini vereyim-, onların (hırsızların) işi için muktedir olabildiğim kadar tedbir alayım" diyerek eşyasını tazmin etmeleri için emir verdi. (Nizam’ül-Mülk, Siyasetname. Hz. Mehmet Altay Köymen. Ankara, 1982,)
Halk hükümdarına "mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var" diyor. Hükümdarı kanun karşısında bu halkın en basit fertleriyle aynı muameleye tabi tutuyordu.
Bu sorumluluk nereden geliyordu? Devleti idare edenler örf ve adette atalarını, ölçüde, Islâmı hayatına hayat yapmıştı. Gözlerinin ve gönüllerinin nurlu ışığı Peygamberler Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s)in kılavuzu Kurandı. Leon Cahun diyor ki:
"Çağdaş krallar, kendi milletlerine kan kustururken, Türk devlet başkanları, hayattaki ödevlerinin, açlan doyurmak, çıplakları giydirmek ve fakirleri refaha kavuşturmak olduğuna inanarak, mHletine hizmet ederler. Bu amaçla Türk hakanları, yerine getirilmesi gereken görevleri dolayısıyla gece uyumaz, gündüz dinlenmek nedir bilmezler. Türk ismi ve milli başarı için, gece-gündüz uğraşıp didinirler. Türk hakanlan, sadece ve sadece kendi milletinin refahını düşünürler.."
Yönettiği insanları mutlu etmek için gecesini gündüzüne katan ve bunun bilincinde olan, dünya tarihinin en büyük devletini kuranların yaşayışları sade, oturdukları yer bir çilehane gibidir. "İlk Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, Allah’ın evi (cami) yanında kendisine köşk yapmaktan hicap duyarım, derdi. Büyük yollar boyunca yolcuların meccanen kalmalarını sağlayan ve muazzam medeniyet abideleri olan kervansarayların banileri kendileri için Kon-ya’da ancak kerpiç konaklar yapmışlardır. Bu yüksek an’aneye sadık olan cihan hükümdarı Os-manlı sultanları o muhteşem camiler yanında mütevazi Topkapı Saray’ında oturmakla Türk milletine has feragatin tam örneğini teşkil ediyorlardı." (Osman Turan, Türkiye’de Manevi Buhran, Din ve Laiklik, Ankara, 1964). Topkapı sarayını gezenler bilhassa yabancılar çelişik duygular içinde ayrılırlar. Üç kıt’a yedi iklime yayılan ve şefkatli kolları 6 milyon km2 ye ulaşan "Güneş Ülke"nin sorumlu ve yetkililerinin böylesine sade ve mütevazi yerlerde-yaşadıkları ve bu çilehaneden dünyaya nizam verdiklerine bir türlü inanmak istemezler, hayretten hayrete düşerler. (Aydın Kezer, Türk ve Batı Kültürü Üzerine Denemeler, Ankara 1986).
Dünyaya hükmedenlerin sade yaşayışlarında değil, giyinişlerinden yemek yiyişlerine kadar bir sadelik, bir tevekkül göze çarpar. Öyle ki çoğu normal bir aile hayatı yaşayacak vakit bile bulamamışlar, ömürleri savaş meydanlarında, at sırtında geçmiş-, kimisi çadırda, kimisi de saraydan çıkmamasına rağmen üzüntüsünden felç olup ölmüştür.
İslâmiyet’le bu kadar hemhal olan, İlayı Kelimetullah uğrunda durmadan çalışan Fatih’in Sare Hatun’a verdiği cevap, "Kanuni’yi Avusturya seferinin eziyetlerine tahammül ettiren ve onu payitahtın rahat hayatından alıp savaş meydanının çetinliklerine ve muhakkak bir ölüme götüren müthiş vazife aşkından ve halkına hizmetten başkası değildir" (Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, İstanbul 1976).
Devleti sıhhat gibi en büyük mutluluk ve bahtiyarlık addeden, saltanatın bir cihan kavgası olduğunu söyleyen, dünya imparatorlarını atının üzengisi önüne çöktüren ve "Bütün dünya benim olsa gamım bitmez nedendir bu?
Çün ezelden hak-i gamla meze edilmiş bedendir bu" diyen Kanuni, "Koca Sinana Suleymanıyeyi İstanbul’un yedi tepesinde inşa ettirirken, kendisi de mütevazi bir sarayda yaşar. Buna rağmen ataları gibi cihan hakimiyetinden asla vazgeçmez-, yine bütün dünyayı is-ter. Ancak idare ettiği halka olan sorumluluğunu da hiç bir zaman unutmaz. Hasbahçesinde nar ağacının karınca basması üzerine kesilmesi için fetva ister de alamaz. Toprağa Şeyhülislâm Ebussuud Efendi’den aldığı fetvalarla beraber gömülmeyi vasiyet eder. Fetvayı veren Ebussuud ise "Ulu Divan" da hesaba çekileceği için hüngür hüngür ağlar. (Aydın Kezer, Türk ve Batı Kültürü Üzerine Denemeler, Ankara 1986).
Halkla hükümdar arasında fark yetki ve sorumluluktadır. "Ateşten Gömlek" olan o sorumluluk, düşündükçe hayatı zehir eder; geceleri uyutmaz, kıvrım kıvrım kıvrandım-, yaktıkça yakar. Dahası da "Ulu Divan" da yaptıklarının santim santim hesabı vardır. Bu me-suliyet ve görev aşkı" Diclede bir kurt koyunu parçalasa benden sorulur" diyen, sırtında un ve kerpiç taşıyan Hz. Ömer’e dayanır ve kademe kademe zamanımıza ulaşır, onu da geçer...