KÂ’BE YOLCULARINA
İsmail Lütfi ÇAKAN
Muhterem hacı adaylarımız,
Şu anda, Allah’a kul, Rasûlü’ne ümmet olmanın en kudsî heyecanını yaşamaktayız. Bu mutlu ânımızda Yüce Rabbımız’a hamd, O’nun sevgili Rasûlü Hz. Muhammed’e salât-ü selâm eder, bütün müslümanlara saâdetler, selâmetler dileriz.
Hac, câhil ve kasıtlı kişilerin dedikleri gibi döviz kaybına bir sebep ve müslüman milletlerin Araplara çektiği bir ziyafet değil, Allâhü Teâlâ’nın Ümmet-i Muhammed’den şartlarını haiz olanlar için tertip ve emir buyurduğu afv ve mağfiret ziyâfetidir. Yine hac, asrımızın dinsizlik cereyanına kapılmış birtakım okur-yazar câhillerimizin sandığı gibi Hz. Peygamber’in kabrini ziyâret etmek de değildir. Hac, maddi bir kazanç vesilesi olarak da düşünülemez. O, sırf Allah’ın evi Kâ’be’yi, yine Allâh’ın emri olduğu için, kulluk ifadesi olarak yapılan bir ibâdettir. Orası ne şan alma ne de şöhret kazanma yeridir. Orası, kulluk şuurunu, Hz. Peygamber’e ümmet olma ruhunu, mahşer gününü yaşama mevkiidir. Hac, insanların büyük topluluklar halinde birleşmek ihtiyacının, ibâdet havası içerisinde yürütülen en güzel tatbik şeklidir.
Hacı da dünyâya âit her türlü kaygıdan uzak, edebi dairesinde, menâsik-i haccı mümkün olduğu kadar noksansız yapmaya çalışan kişidir. Bundan başka bir gaye ile oralara gitmek murailer ve riyâkârlar işidir. Hacılık, ihtiyarlar için konulmamıştır.
Müslümanın Allah’dan ayrı tek saniyesi bile olamayacağı için “haccı tutamam” endişesi çok yersiz ve manasızdır. Şartlarım haiz olan din kardeşlerimiz mümkün olan en kısa zamanda bu farizayı îfâ etmeli, milletimiz artık genç hacılar da görmelidir.
Değerli hacılarımız!
Bir zamanlar şâir,
Ey bâd-ı sabâ, uğrarsa yolun semt-i Haremeyn’e
Ta’zîmimi arzeyle Rasûlü’s-Sakaleyn’e...
diyerek sabâ rüzgârıyla hürmet ve ta’zim duygularını gönderiyordu Hz. Muhammed’e... Biz ise, Allâhü Teâlâ’nın, aramızdan seçip evini ziyârete dâvet ettiği, şu günlerde hareket için sabırsızlıkla bekleyen hacı adaylarımızla hürmet ve ta’zîmimizi gönderiyor ve onlara diyoruz ki:
Tekrar evinize döndüğünüz âna kadar duanız makbuldür. Dualarınızda bize ve bütün müslümanlara da yer veriniz. Etrafınıza dikkatle bakın, gördüğünüz yaşlı gözler, sizi kaybettiğine ağlamıyor. Biz kendimize, kendi günahlarımıza, size bu mukaddes yolculuğunuzda arkadaşlık edemediğimize ağlıyoruz. Biz bu ilâhî mağfiret mevsiminde memleketimizi o Nebî-yi Muazzam’ın huzurunda kafileler halinde uğurladığımız sizlerle temsil imkânına kavuştuğumuz için sevincimizden gözyaşı döküyoruz. O emin beldede, o mes’ud çölde, o Peygamber şehri Medine’de, o Allah evi Kâ’be’de, o Arafat mahşerinde dökeceğiniz gözyaşı ve yapacağınız dualarınız berekâtıyla âlem-i İslâm uyanır mı, boyumuzu aşkın günahlarımız sevaplara, madde medeniyetinin gürültüsünden bunalmış insanlık İslâm’ın saâdet boyasına boyanır mı diye düşünüyor ve o mes’ud neticeyi ümid ediyoruz da onun için gözlerimiz yaşlıdır. Yoksa sizi, Allah ve Rasûlü’nün emri uğrunda, Kâ’be yolunda kaybetmek bile bizi ağlatmaz. Zira gittiğiniz yer anavatanınızdır. Çünkü Yüce Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerim’inde Peygamber Efendimiz’in zevcelerini “Mü’minlerin anasıdır” diye tarif etmiştir. O halde Mekke, Medine, çöl mü’minlerin anavatanıdır. Sevilmeyen ölüm, böylesi bir anavatanda “âsûde hayat ülkesi” olur. Öyleyse ne diye bizden gözyaşı bekleyeceksiniz? Gurbette olana, gurbette ölene, gurbette kalana acınır, ağlanır. Gurbette kalanlar bizleriz, siz değil. Ziyaret edeceğiniz, mukadderse mahşeredek kalacağınız o toprakları kumlarına bakıp da alelâde bir çöl parçası sanmayınız. O topraklar, insanlık âleminin kurtuluşuna, dîn-i mübîn-i İslâm’a beşiklik etmiştir. O topraklar, Hz. Adem’den sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed’e kadar her Allah elçisinden Allâh’a giden selâmet ve saâdet yolunu dinlemiştir. O topraklar, Hz. Cebrâil’den vahiy, Hz. Muhammed’den Kur’ân, Bilâl-i Habeşî’den ezan dinlemiştir. O topraklar, İslâm’ın dört büyük halîfesi Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’den hutbeler dinlemiştir. O topraklar, Sa’d b. Ebî Vakkas, Zeyd b. Harise, Ebû Ubeyde b. Cerrah, Amr İbnü’l-Âs ve Hâlid b. Velid gibi meşhur İslâm bahadır ve kumandanlarından cihad nutukları dinlemiştir. Allah rızâsı ve insanlığın irşâdı için cihad eden gâzilerin ayak izleri, Allah Allah sesleri, “Deyr-i küfrün üstüne rekz-i hilâl için” çarpışırken gazâ meydanında şehâdet şerbetini içen şehitlerin, kanı o topraklardan henüz silinmemiştir. O topraklar, Hz. Ammar’ların, Yâsir’lerin, Sümeyye’lerin işkenceler altında inlerken söyledikleri kelime-i şahadet, kelime-i tevhid ve Lâfzatu’llâh’ı saklamaktadır. O topraklar, nice Allah dostları âşıkların, sâdıkların “Hû” nidalarına, aşk terennümlerine cevap vermiş, ma’kes olmuştur. Nihayet o topraklar, şanlı, İslâmlığıyla namlı ecdadımız Osmanlıların devr-i saltanatına, arz-ı ihtirâmına, gazâ ve cihâdına, medeniyyet ve san’atına asırlar boyu şâhid olmuştur. Hâsılı o topraklar, şâirin;
Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı,
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
*******
Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan şühedâ!.,
diye bize anlattığı topraklardır.
Aziz yolcularımız! Yukarıdan beri târihî kıymetini anlatmaya çalıştığımız o topraklarda birtakım eksiklikler görürseniz, târihe, maziye, ecdâda benzer âşinâ bir çehre bulamazsanız, biliniz ki, bu nahoş manzara, biz müslümanların gafletinden, hattâ İslâm’a ihânetindendir. İman ve ihlâs müslümanı değil de nam müslümanı, şan müslümanı olmamızdandır. O manzarayı ve bu sebebi yerinde tesbit eden Akif’imiz;
“Demek, İslâm’ın ancak nâmı kalmış müslümanlarda,
Bu yüzdenmiş demek, hüsrân-ı millî son zamanlarda.
Kaç hakîki müslüman gördümse hep makberdedir,
Müslümanlık bilmem amma galiba göklerdedir.”
mısrâlarıyla Müslümanlara durumun fecâatını anlatmaya çalışıyordu. Arkasından da;
“Eğer çiğnenmemek isterseler seylâb-ı eyyama,
Rücû etsinler artık müslümanlar, Sadr-ı İslam’a!..”
beytiyle kurtuluş reçetesini yazıyordu. Bütün bunları düşünerek âlem-i İslâm’ın affı, uyanışı ve dirilişi için bol bol duâ ediniz. ‘‘Ümmet” olmak bunu gerektirir. Zîrâ Hz. Muhammed; “Müslümanların derdini derd edinmeyen, onlardan değildir.” buyurmuş, Müslümanın maddî sınır tanımaz bir îman nûruna sâhip olduğunu duyurmuştur. Öyleyse sizler de hangi milletten, hangi ırktan ve hangi beldeden olursa olsun ayırım yapmaksızın bütün ümmet-i Muhammed için duâ ediniz. Ediniz ki, “Ümmet” mefkuresinin insanlık için ne büyük bir nimet olduğunu, Berlin’de “Utanç duvarı", Washington’da “Renk duvarı” inşâ eden asrımızın medenî cânilerinin gözlerini kör edercesine, kulaklarını patlatırcasına bütün dünyâya duyurmuş olasınız !..
Sizleri bu duygularla ve bu istekle uğurluyoruz. Güle güle gidiniz, bizden de sevgiler, saygılar götürünüz. Yolunuz açık, haccınız makbûl ve mebrûr olsun!