Makale

İSLAMİYET HAKLARDA EŞİTLİĞİ EMREDER

İSLAMİYET HAKLARDA EŞİTLİĞİ EMREDER

Lütfi DOĞAN
Diyanet işleri Başkan V.

İslâm Dininde insanın değeri çok yüksektir. Yaradılmışlar arasında en mümtaz mevkii işgal eden insan, yaradılış gayesine uygun olarak hayatını devam ettirdiği takdirde, onun ufku bir çok meleklerin ufkunu bile aşmış olur.

Bunun içindir ki İslâmiyet, insanın bu mümtaz mevkiini koruyacak ve onun kadrini daha da yüceltecek esaslar getirmiş; insanı dünyada huzurlu, âhirette mesut kılacak en güzel pirensipleri bildirmiştir. Yaratılan her var­lık bir gayeye, bir hikmete binaen varedilmiştir. Bunlar arasında en mühim yeri işgal eden insanın yaratılışında büyük hikmetler vardır. Bu hikmetlerin başında; insanın Hâlıkını bilmesi ve O’na karşı ubudiyet görevini eksiksiz olarak yapması yer alır. İnsanın, kendi kadrini iyiden iyiye idrâk ettiği ölçü­de, Cenab-ı Hakk’a karşı ubudiyet görevlerindeki samimiyeti ve bağlılığı artar.

İnsan, bir kısım tabii haklara sahip olarak dünyaya gelir. Bunlar Cenabı Hakk’ın insana mevhibeleridir. O, bu haklardan gereği gibi faydalanabile­cek durumda yaratılmıştır. Dinin ve aklı selimin muktezasına uygun olarak insan, bu haklardan faydalanmasıyla huzur bulur ve mesut olur.

İnsan tabii olan bu haklarından faydalanamadığı takdirde, onun insani­yeti zedelenir ve yok olabilir.

Ona bu haklarından en iyi ve makul şekilde faydalanmasını öğreten İslâmiyettir. Biz bu yazımızda insanın sahip olduğu bu haklardan (İlâhî ni­metlerden) üç tanesine işaret edeceğiz:

1 — İnsan, ruhî ve manevî hürriyetine sahip olarak dünyaya gelir. Onu bu hürriyetinden mahrum bırakma yetkisini Cenâb-ı Hak kimseye verme­miştir.

Dinimizin emirlerine göre her insan, bu tabii ve İnsanî hakkından, Dinin, aklı selimin gösterdiği hudud çerçevesinde faydalanır. Başkaları ona mü­dahale edemez. İnsan, ancak ve ancak bir Allah’a kulluk eder; kemâl-i ta­zim ile yalnız O’na ubudiyette bulunur. Din ve dünya büyüklerinden hiç bir kimse, bir mü’minin ruhî ve manevî varlığı üzerinde sulta (hüküm) kura­maz. Onun iç âlemine cebretmeğe muktedir olamaz.

O halde, kul ile Allah arasında vasıta ancak, Cenâb-ı Hakk’ın kitabı ve onun Peygamberlerinin beyan ettiği İlâhî düsturlardır. Dinimizin emirle­rine göre insan, doğru yolda olduğu müddetçe, herhangi bir kimse onu Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinden mahrum bırakmaz. Diğer taraftan insan doğ­ru yoldan ayrılıp Rabbine isyan ettiği takdirde, onun suçunu Allah’tan baş­ka kimse bağışlayamaz.

Beşer için erişilmesi mukadder olan en yüksek mevkiye vâsıl olan Pey­gamberlerin risâlet vazifeleri ile ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’de meal olarak şöyle buyurulur: «Biz Peygamberleri rahmetimizin müjdecileri ve azabımı­zın habercileri olmaktan başka (hal ve sıfatla) göndermeyiz» (1).

O halde Peygamberler, insanlara doğru yolu göstermişler fakat onları iman etmeğe zorlamamış ve icbar etmemişlerdir. Onlar sadece müjdeleyici ve uyarıcı olarak risalet görevlerini yerine getirmişlerdir. İnsanların iman konusundaki durumları ve hesapları ancak Allah’a aittir. Cenâb-ı Hak Pey­gamberimize hitaben şöyle buyuruyor: «Resulüm, sen hatırlat; sen ancak bir hatırlatıcısın. Onların üzerine zor kullanıcı değilsin» (2). Bir başka âyeti celilede de Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Resulüm senin vazifen sadece tebliğ etmektir. Hesap ise, yalnız bize aittir» (3).

Kur’ân-ı Kerim’de; «Resulüm, önce en yakınlarını inzar et (uyar)» (4) meâlindeki âyet nâzil olduğu zaman Peygamber (S.A.V.), kendi yakınlarını uyarmış, «Ey Abdimenaf oğulları! Dikkatli olunuz, Cenab-ı Hakk’ın azabın­dan sizi kurtaramam». Ve ciğerparesi Hz. Fatıma’ya «Kızım Fâtıma, malım­dan dilediğini benden iste, fakat Allah’ın buyruklarına itaat etmezsen, O’nun muhasebesinden seni kurtaramam» buyurmuştur.

Hatıra şöyle bir sual gelebilir: Biz, Peygamber Efendimiz’in emirlerine ve onları bize bildiren yetkili ilim sahiplerine itaata me’mur değil miyiz? Buna karşılık cevaben denilir ki: Filhakika bizler Peygamber efendimize ve dinin emirlerini bildiren diğer zevâta itaat ile mükellefiz. Lâkin bu itaat, haddizatında Allah’adır. Çünkü Resulullah da ve ondan sonra gelen yetki sahibi âlimler de sadece Allah’ın buyruklarını tebliğ etmişlerdir. Nitekim Dünya umurunda Peygamberimize vahiy gelmeyen ahvalde ashab-ı kiram görüşlerini beyan ederlerdi. Hangisi isabetli olduğuna kanaat hâsıl edilirse, o görüşü kabul buyururlardı. Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. Peygamber, ashap ile meşveret etmekle emrolunmuştur.

Kendisi bir Peygamber olduğu ve Cenâb-ı Haktan vahiy telâkki ettiği halde şûra ile emrolunmasının hikmetleri çok büyüktür. Bizzat Hz. Peygam­ber böyle hareket ettiği gibi, ondan sonra gelen Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer de öyle yapmışlardır. Meselâ Hz. Ebu Bekir meşhur hutbesinde «Ey insan­lar! Sizin hayırlınız olmadığım halde, umurunuzu tedvire me’mur edildim. Eğer iyi yaparsam bana yardım edin. Fena haraket edersem beni doğrultu­nuz. Ben Allah’a ve Hz. Muhammed’e itaat ettikçe siz de bana itaat ediniz. Allah ve Resulüne isyan edersem bana itaatiniz gerekmez» (5).

Hz. Ömer’in de buna benzer hitabesi malumdur. Bir konuşma sırasında Hz. Ömer «Ey insanlar! Sizden herhangi biriniz bende bir yanılma görürse, beni doğrultsun.» İçlerinden biri kalkıp söz alarak: «Ya Ömer eğer sende bir eğrilik görürsek onu, kılıçlarımızla doğrulturuz» dedi. Bu söz üzerine Hz. Ömer: «Allah’ım Sana Hamdolsun ki Ömer kulun yanıldığında onu kı­lıçlarıyla doğrulatacak insanlar mevcuttur.»

Görülüyor ki İslamiyet, insanın manevi hürriyetini her yönüyle korumuş ve müdahale yetkisini kimseye vermemiştir. Bu durumu müdrik olan ve aklı eren bir kimse bu hürriyetini daima iyiye kullanacaktır.

2 — Akıl ve düşünce hürriyeti :

İslâmiyet insana ruhî ve manevî hürriyeti bahşettiği gibi, onun akıl ve tefekkür hürriyetine de sahip olduğunu bildirmiştir.

İnsan hem kendi varlığını, hem de göklerin ve yerin azametini düşün­mekle; akıl ve tefekkür gücünü bunların yaratılışı ve hikmetleri üzerinde istimal etmekle mükellef tutulmuştur. Akıl ve düşünce gücünü yerinde isti­mal edenler Kur’ân-ı Kerim’de öğülmüştür: «Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile güdüzün bir bir ardınca gelişinde selim akıl sahipleri için elbette ibret verici deliller vardır. Onlar ayakta iken, otururken, yanları üstüne ya­tarken Allah’ı hatırlayıp anarlar. Ve göklerin, yerin yaratılışı hakkında in­ceden inceye düşünürler (de derler ki) Rabbimiz, Sen bunları boşuna yarat­madın, Sen münezzehsin. Bizi ateşin azabından koru» (6).

Sağlam bir inanca sahib olmak ancak aklı selim ile ve iyiden iyiye te­fekkür etmekle mümkün olur. İnsan bu durumda yükselince, kainatta müşahade ettiği bedii sanat karşısında bunları var eden zatı kibriyanın azame­tinin hudutsuzluğunu kavramış olur. Yukarda mealini zikrettiğimiz ayeti ce­hle nazil olduğunda Peygamber (S.A.S.)

«Yazık o kimseye ki bu âyetleri okur da bunlarda olanı düşünmez.» buyur­muştur.

Bir hadisi şerif de meal olarak şöyledir: Bir saat tefekkürde bulunmak bir gece ibadetten hayırlıdır.»

Demek oluyor ki insan, akıl hürriyetine sahip olmakla ve bu varlıkları takati ölçüsünde iyiden iyiye düşünmekle bunların hepsinin insanın istifa­desi için yaratıldığını kolaylıkla anlayabilir.

(X) Tarihî bir hitabeyi aksettirmesi bakımından bu hutbenin metin ve tercemesinin buraya derci faydalı görülmüştür.

Hz. Ebubekir’e umumi biattan sonra kendisi halka şu hitabede bulunmuştur.

Allah Teala’ya hamd-ü senada bulunduktan sonra şöyle demiştir:

«Ey nas, sizin en hayırlınız olmadığım halde umurunuzu idare görevi ile vazifelendirilmiş bulunuyorum. Eğer iyi yaparsam bana yardım ediniz, eğer yanılır isem beni doğrultunuz. Doğ­ruluk emanettir. Yalan ise hiyanettir. İçinizden zayıf olan, Allah’ın izni ile onun hakkını ken­disine verinceye kadar nazarımda kuvvetlidir. İçinizde kuvvetli olan da (zaif’in) hakkını Allah’ın izni ile ondan alıncaya kadar nazarımda zayıftır.

Allah yolunda cihadı (savaşı) terkeden bir milleti, Cenab-ı Hak zillete duçar eder.

Bir millette kötülük şuyû bulur ise, Cenab-ı Hak O kavme umumi belâ indirir.

Allah ve Resülüne İtaat ettiğim sürece bana itaat ediniz. Allah’a ve O’nun peygamberine is­yan eder isem, bana itaat etmeniz gerekmez. Namazınızı kılmak için buyurunuz, (kalkın na­mazımızı kılalım) Allah’ın rahmeti üzerinize dâim olsun».

3 — İslâmiyet insanları hak ve vazifelerde eşit kılmıştır.

Dinimiz insanın manevî varlığına, akıl ve tefekkürüne en geniş manada hürriyet bahşettiği ve onların muhafaza edilmesini emrettiği gibi; insanları hak ve vazife hususunda eşit saymıştır. Her insanın canı, malı, namusu (haysiyet ve şerefi) Dinimizce muhterem kılınmıştır. Bunlar insanın en tabii hakkıdır. Bunlara saygı göstermeyen kimseler yalnız dünyada değil âhiretde de İlâhî adâlet karşısında ceza göreceklerdir. Kur’ân-ı Kerim’de meal olarak şöyle buyurulur: «Kim fenalık yaparsa, cezasını görür. Kendi­sine Allah’tan başka ne dost ve ne de yardımcı bulabilir.» (7)

Bu hususta İslâmiyet insanlar arasında tam bir eşitlik koymuştur. İlâ­hî adâlet karşısında zengin ile fakirin, kumandanla neferin, devlet reisi ile alelâde bir şahsın arasında bir fark yoktur. Hepsi yaptıkları iyi işlerin mü­kâfatlarını, fena işlerin de cezalarını görür. Bir insanın diğer insanlara mutlak üstünlüğü, söz konusu değildir. Allah katında üstünlük ancak takva ve iyi ahlâk iledir (8).

Bir gayri müslim, mü’minlerin himayesi altında bulunduğu müddetçe haklarının korunmasında mü’minler gibi eşit muamele görür. Hz. Peygam­ber bir hadislerinde, «Kim ki zimmiye (müslümanların himayesinde bulunan gayri müslime) eziyet ederse, (kıyamet gününde) o kimsenin hasmı benim» buyurmuştur. Peygamber efendimizin şu hadisi şerifleri ne kadar düşündü­rücüdür: «Hepiniz Âdemdensiniz, Ademse topraktan yaratılmıştır. Arabın arap olmayana üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir.»

Mahzûm kabilesinden bir kadın hırsızlık suçundan dolayı cezalandırıl­makta idi. Sahâbeden Üsâme (R.A.), bu kadının ceza görmemesi için şefaat etmek istedi. Bu durum karşısında Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Bu hu­sus, sizden önceki milletleri hüsrana uğratmışlar. Zira onlardan şerefli bir kimse suç işlerse, onu bağışlarlar; zayıf kimse suç işlerse onu cezalandırır­lardı. Allah’a kasem ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma bu hırsızlığı yap­mış olsaydı onun elini keserdim.»

Peygamber efendimiz, Veda haccında îrad buyurduğu hutbenin bir bö­lümünde şöyle buyurmuştur: «Kimin malından bir şey aldıysam, işte malım, gelsin alsın. Kimi döğmüş isem, kıyamet gününden önce gelsin benden hak­kını alsın.»

Hz. Ömer’in vâlilerine yazdığı mektuplardan birinin meâli şöyledir:

«İnsanları hukukta eşit tutunuz. Nezdinizde onların uzak olanları ya­kınları gibi, yakın olanları da uzakları gibi olsun. Rüşvetten ve bir de ar­zuya göre hüküm vermekten şiddetle sakının.»

Yukarda her üç bölümde mealleri zikredilen âyetler ve hadisi şerifler­den anlaşıldığı üzere İslâmiyet, insana ruhî ve vicdanî hürriyet bahşetmiş; insan aklını hür kılmış ve lâyık olduğu en üstün mevkide tutmuştur. İnsan­ları can, mal ve namus (haysiyet ve şeref bakımından) eşit kılmıştır. Mü’­minlerin zimmetinde olan gayri müslimleri bile aynı haklarda eşit tutmuştur.

Bugünde de medenî olmak yolunda olan bütün milletler, bu haklar için gayret göstermektedirler.

Bu esaslara gereği gibi saygılı olan kimselere ne mutlu. Zira böyleleri hem dünya, hem de âhiret saadetini elde etmeğe hak kazanırlar.

(1) En’am: 48
(2) Câsiye: 21-22
(3) Yusuf: 40
(4) Şûara: 214
(5) İbn-i Hişam, Mısır, 1955 C. 4, S. 661.
(6) Âli İmran: 90-91
(7) Nisa: 123
(8) Hucurat: 13